Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’ndaki (BGST) müzik alanında, bir zamandan beri yürüttüğümüz “Çingenelerde kültür ve müzik” konulu eğitim-araştırma çalışmalarımız esnasında yolumuz, İstanbul’umuzun Çingene mahalleleri olarak bilinen semtlerine sık sık düşer oldu. Bu semtlerimizdeki Çingenelerin dillerini, geleneklerini, düğünlerini bayramlarını, inançlarını adetlerini araştırır soruştururken bugünkü gündemleriden bağımsız hareket etmek olanaksız elbette. Ve son dönem, yaşadıkları en büyük sorun, bunca yoksulluğun üzerine eklenen “yıkımlar” ve “yerlerinden edilme” konusu.

Yürüttüğümüz çalışmalarda, İstanbul’un farklı semtlerinde ikamet eden Çingenelerin evlerine, iş yerlerine konuk olduk. Örneğin Sulukule’de, düğünlerini, hıdrellez şenliklerini, eski “devriye evleri”ndeki eğlenceleri anlattıkları görüşmelerimizden birinde, hep bir ağızdan “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı / İçinde salınan yâr olmayınca” şarkısını söyledikten sonra, aralarından Gülsüm Abla, bir anda “devriye evi” eğlencelerini hatırladıkları o zaman diliminden, şimdiki zamana düşüveriyor güm diye!:“Köşkü, sarayı neyleyim ben? Mahallemi istiyorum, mahallemi!.. Vatanım benim burası, vatanım! Vatanımı istiyorum ben... Beni villaya koymuşlar ne olur? Burda krallar gibi gecekondum var. Bir kağıt kaplarım, bir badana yaparım, olur mis gibi... Apartımanı ne yapayım ben? 100 kişi var, herkes aynı kapıdan içeri giriyor. Ne yapayım böyle evi?...” Gülsüm Abla öfkeli; çünkü geceleri gündüzleri, “evlerinin yıkılacağı ve sokakta kalacakları ya da bu semti terk etmek zorunda bırakılacakları” korkusuyla geçiyor.

İlginç bir tesadüftür ki, özellikle Çingene mahallerini hedef alan “kentsel dönüşüm projeleri”,  kentlerin “çöküntü alanlarının” düzenlenmesi amacıyla, kentsel görünüm ve dokuyu bozan bu çöküntü alanlarını yenilemenin derdinde. Ancak bu yenileme çabaları, bu alanlarda yaşayan insanların uzaklaştırılmasını da zorunlu kılıyor. Belediye, proje kapsamında bu semtlerde eskisi gibi ev sahibi olmaya ve oturmaya devam etmek isteyen; ancak gelir seviyesi son derece düşük olan Romanları ise, yüksek rakamlar altında 10-15 yıl borçlandırarak yeniden ev sahibi yapma şartı koyuyor. Ve bu geri ödemeleri karşılayamayacak olan Romanlar, semtlerini terk ediyor. Roman mahalleri yıkılıyor ve Romanlar “zorunlu göçe” tabi tutuluyorlar.Oysa kentsel yenilemeler, kentlerin fiziksel çevre kalitesini yükseltme çalışmalarını, yerel halkı zorunlu göçlerle yerinden etmeden; tarihinden, kültüründen uzaklaştırmadan yürütmelidir. Mahalle sakinlerine, yeniden düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı verilmesi bir zorunluluktur. Oysa ne Küçükbakkalköy’de, ne Kağıthane’de, ne Yahya Kemal Mahallesi’nde, ne Kuştepe’de, ...  Romanların yaşadığı söz konusu semt ve mahallelerin hiçbirinde bu yapılmıyor bu. Tıpkı bugün Sulukule’de yapılmadığı gibi...

Sulukule, yani Çingene mahallesi...

Eserleriyle edebiyatımızın ünlü isimlerinden Osman Cemal Kaygılı, 1931 yılında Yeni Gün gazetesinde, “İstanbul’un Köşe Bucağı” adı altındaki köşesinde bakın Sulukule’yi nasıl anlatıyor:

“Sulukule, yani Çingene mahallesi... Fakat buraya neden hâlâ Çingene mahallesi; burada oturanlara niçin hâlâ çingene diyorlar? Fransızca “Çingan” kelimesinden bize gelmiş olduğunu zannettiğim bu “çingene” kelimesi ile, artık ne Sulukule’nin, ne de Ayvansaray’daki Lonca’nın bir alakası olmamak lazım gelmez mi? “Arsız, yüzsüz, açgözlü, dilenci, gözü doymaz...” gibi manalara gelen bu çingene kelimesi ile orada oturanların bugün ne münasebeti var ki, hâlâ oraya Çingene mahallesi, orada oturanlara çingene deniliyor?

İçlerinde bir tek dilenci bulunmayan, kimseden durup dururken şunu bunu istemeyen ve hep kendi sâyleriyle[[dipnot1]] geçinen bu insanlara doğrusu hâlâ çingene demeye benim dilim varmıyor; fakat maatteessüf, bazıları hâlâ aynı kelimeyi, yerinde olmayarak kullanmakta devam ediyorlar. Eğer Sulukule’de oturanlara mutlaka ayrı bir isim vermek lazımsa, onlara “Çigan” diyelim, “Bohem” diyelim; fakat bizde manası fena olan çingene demeyelim...”[[dipnot2]]

Şüphesiz iyi niyetlerle kaleme alınmış bir yazı bu. Osman Cemal Kaygılı, semt semt dolaşıp anlattığı İstanbul’un Çingenelerine dair, arşivsel özelliği de olan çok önemli eserler yazmış bir yazarımız. Dolayısıyla Kaygılı’nın, “teessüflerini ileterek ve dili varmayarak” kullandığı Çingene kelimesinin “pek fena olan manası”na yönelik önkabullerini, bu kültüre olan geçmiş hizmetlerine hürmeten hoş görebiliriz belki. Ya da başka bir yazımızda tartışırız bunu; ama bu yazıda Sulukule’nin bugününü konuşacağız.

Evet, 1930’da da Çingene Mahallesi’ydi Sulukule... 1830’da da, ondan önce de... Bugün de öyle; ama bugünden sonra öyle olmaya devam edecek mi, bilinmez!.. Peki, bugün Sulukule’de neler oluyor? Sulukule’de bir direniş örgütlenmeye çalışılıyor.Neye, kime karşı? 2005’te Bakanlar Kurulu’nca onaylanan “Kentsel Yenileme Projesi”sinin Sulukule’deki uygulamalarına karşı. 

Sulukule’de, yaklaşık dört bin Roman’ın yaşadığı Neslişah Mahallesi ve Hatice Sultan Mahallesi sakinlere soracak olursanız, kendi hayatları ile doğrudan ilgili olan bu “kentsel dönüşüm ve yenileme”nin ne menem bir şey olduğunu ne yazık ki tam olarak bilmiyorlar. Bildikleri tek şey, “kendilerinin artık Sulukule’de istenmedikleri ve yıkım kararı çıkartılan evlerini bir an önce satmaları gerektiği”..

Sulukule’de “40 Gün 40 Gece”!

“Önce İnsan” sloganları ile uygulamaya konmasına rağmen, söz konusu “insan”ların proje kapsamına dair herhangi bir “ciddi bilgi edinme”yi geçtik, hiçbir “söz söyleme ya da öneri yapma” hakkı olmadan yerlerinden edilmeleri  doğrusu kabul edilebilir bir durum değil. Sanatçılar, mimarlar, hukukçular, akademisyenler ve mahallelilerin kurduğu “40 Gün 40 Gece” platformu, mahalle sakinlerinin mağdur edilmemesi adına, mahalle halkı ile dayanışma halinde etkinlikler düzenlemeye çalışıyor.

Yazının girişinde bahsettiğim BGST çalışmaları kapsamında tesadüfen tanıştığım Ulaşılabilir Yaşam Derneği’nden Hacer Foggo’nun, etkinliklerdeki gayretlerine bizzat tanıklık ettim. Bugün Sulukule’de uygulanan, (yarın başka bir semtimizde uygulanabilecek olan) bu tür kentsel dönüşüm çalışmalarında, semt insanlarının uğradıkları haksızlara karşı onlarla birlikte gerçekleştirilmeye çalışılan bir dizi direniş etkinliklerinin adı aslında “40 Gün 40 Gece”... Etkinliklerde söylenmeye çalışılan şu: “Kendilerini doğrudan ilgilendiren bu tür projelerde, ‘katılımcılık ilkesi’ gözetilerek halkın da onayının alınması ve söz hakkının bulunması; kesinlikle mağdur edilmemesi gerekiyor.” Ve bu yönündeki çabalar, elbette desteklenmesi gereken çabalar...

Bu, gerçekten de “acele bir kamulaştırma” hadisesi. “Önce insan” diyen belediye, Sulukule’deki insanların projeye ilişkin görüşlerini almıyor; “bilirkişi”ler eşliğinde evlere biçilen değerler, mahallelilerin kafalarını karıştırıyor; hiçbir eve tebligat gönderilmiyor... Bütün bu “yanlış”ların “doğru”lara dönüşmesi için, mahalle sakinleri ile dayanışma halinde çalışmalı ve üzerinde uzlaşılmış uzun vadeli bir proje ile müspet bir sonuca varılmalı elbette ve “40 Gün 40 Gece” platformu da bunun için çalışıyor.

Mahalle sakinleri nerede?

Neslişah Mahallesi’nden Gülsüm Abla yaşanan süreçten dolayı son derece kederli: “Bizi perişan ettiler kızım. Herkes bir sürü şey söylüyor. Kimin ne dediği belli değil, garanti bir şey söyleyen yok. Belediye, karametresi (metrekaresi) 500 diyor, ama duyuyoruz ki meğer 800’müş. İnsan ayırıyorlar yavrum. Halbuki ne var? O Arnavut olmuş, o Türk olmuş, biz de Çingene olmuşuz... Değiliz elhamdülillah!. Kabul etmiyorum! Ama taktılar bize bir isim, koydular omzumuza bir madalya... O madalya hiç çıkmıyor! Sürüyorlar zaten bizi buralardan, gönderiyorlar bizi.” Bakiye Abla ise bütün bu olanlara bir anlam veremiyor: “Bizim mahallemizde, yaşantımız çok iyi! Biz konu komşu, eş dost, akraba senelerdir hep bir aradayız! Biz, burdan çıkmak hiç istemiyoruz! Güya ev verecekler bize. Nasıl ödeyeceğiz o evleri, neyle ödeyeceğiz yavrum?”

Hulâsa, Sulukule insanları bugün büyük bir endişe ve korku içinde. Fakat bunca korku, bunca endişeye rağmen, mağduriyetleri gidermek amacıyla belli bir protestoyu da içeren “40 Gün 40 Gece” etkinliklerinde mahalleli nerede?

Yıkımları ve yerinden edilmeleri protesto amacıyla 24 Mart günü gerçekleştirilen açılış etkinliklerine destek ve mahalleli ile dayanışmak adına BGST’den on arkadaş, oradaydık; sanat çevrelerinden, yazar çizer kesimden bazı insanlar; gazeteciler oradaydı; ama Sulukule’nin katılımı neredeyse “yok” denecek kadar azdı!

Bu tür organizasyonlarda, asıl mağduriyeti yaşayanların bu organizasyonları sahiplenmesi ve örgütlü bir iç organizasyonla orada yek vücut hazır bulunması çok önemli ve gerekli.. O nedenle sadece Sulukule’nin değil; bu mağduriyeleri yaşayan diğer semtlerin, mesela Küçükbakkalköy’ün, mesela Kağıthane’nin de orada hazır bulunması gerekirdi ve gerekiyor da... Yani bugün, herkesin Sulukuleli olması gerek; yarın da herkesin Kağıthaneli olabileceği gibi... Oysa ne yazık ki Sulukule eylemliklerinde böyle bir dayanışma yok!

Çevremizdeki birkaç mahalleliye, “Nerede Sulukuleliler, nerede Romanlar?” diye sorduğumuzda yanıtlar türlü türlü: “Valla, biz de şimdi gördük de, nedir diye bakmaya geldik!”... “Bırak allah aşkına, bizim insanımız ottur, ot!”... “Niye gelsinler ki, korkudan evini satan satan.. Şimdiden 200 kişi sattı evini, gidiyor .”

Haksızlıklara karşı bilinçlenmek, örgütlenmek ve direnmek elbette hiç kolay değil!.. Hele de söz konusu insanlar, gerek açlık sınırındaki yoksullukları, gerek asırlardır horlanıp dışlanan kimlikleri ile Çingeneler ise... Ama bu, imkânsız da değil! Çünkü yine aynı Çingeneler, bütün bu yoksulluklara, dışlanmışlıklara, ayrımcılıklara birbirleriyle her yönden dayanışarak, birbirlerine tutunarak tahammül ediyorlar; dayanışmanın ne demek olduğunu biliyorlar...

Fakat, açılış günü, tam bir keşmekeş; kimin ne yaptığı belli değil!.. Sulukule Roman Orkestrası “sahne almış” durumda ama ne sahneyi görmek mümkün ne de orkestrayı... Sahne vazifesi görebilecek olan platform, mahalleden temin edilmeye çalışılmış; ama aynı mahalleli platform için, dayanışma mantığı ile değil tüccar mantığı ile yüksek rakamlar talep edince, bu iş gerçekleşememiş... Orkestra, sokak içinde bir köşeye sıkışmış durumda ve bizler, korkunç bir ses düzeni içinden müziği dinlemeye çalışıyoruz... O gün, Çıplak Ayaklar Kumpanyası ve Gevende’nin, Sulukule halkıyla dayanışma çerçevesinde, sanatsal duruşları ile bu etkinliklere kendi bulundukları yerden sunacakları katkıyı da izlemek istiyoruz.. Fakat, o keşmekeş arasında, planlanan sunum da gerçekleşemiyor..

“40 Gün 40 Gece”deki ikinci durağımız, “Nefesimizi Kesmeyin!” başlığı altında, “Serkan Çağrı ile klarnet atölyesi”... İlk hedef, klarnet üzerine söyleşi yapmak ve 7’den 70’e mahalleden katılacak olan klarnetçilerle bir “Klarnetkule Orkestrası” kurmak... İkinci hedef, kurulacak orkestra ile, Garajistanbul’da bir konser vermek ve orada da söz konusu mağduriyetleri duyurabilmek..  Buradaki katılım da son derece zayıf; ancak etkinlik kapalı bir mekânda –küçük bir bir kahvehane ortamı- gerçekleştiği için, görece daha derli toplu.

Serkan Çağrı, bugün mahalleliye yaşatılan mağduriyetlerin bir an önce giderilmesi temennilerini dile getiriyor ve ardından atölye çalışmasına başlanıyor. Küçük bir kahvehane ortamında gerçekleştirilen bu etkinliğe biraz gecikerek de olsa katılan Hüsnü Şenlendirici de, Çingenelerin aslında ne kadar da “zararsız” olduklarını anlatan kısa bir konuşma yapıyor. “Müziksever insanlarız biz; sözümüzü, sahnelerde, eğlence mekânlarında şarkımızla, müziğimizle söyleriz.” diyor. Ancak, bu etkinliğe katılan 25-30 kişiden biri olarak, “Sahneler, eğlence mekânları iyi güzel de; keşke bugün bu meydanda da olsalardı!” diye düşünmeden edemiyorum..

Neticede, etkinlikler henüz sona ermedi. “40 Gün 40 Gece” denmiş adına, elbette daha devam edecek, iş işten geçmeden bir şeyler yapmak için... Bir yandan da, 10 gün, bu şekilde devrildi gitti; geriye kaldı 30 gün... Çok geç olmadan, hedeflenen kazanımları elde etmek ve herkesin içine sinen bir proje ile Sulukule’yi “yenilemek” gerek! Yoksa, klasik Osmanlı-Türk mimarisi ile yeniden donatılacak olan Sulukule’nin bugünkü gerçek sahipleri, perperişan olup meçhul bir geleceğe doğru savrulacak... Seneler sonra, köşk misali, saray misali yapılar arasında lüks otomobilleri, pahalı giysileriyle yepyeni simalar dolaşacak... Belki ara sıra, ihtiyar bir Çingene kadın geçecek uzaktan. Kim olduğu seçilemeyecek; ama mırıldandığı şarkı, Sulukule’nin surlarını aşıp İstanbul semalarında çınlayacak!..

“Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı / İçinde salınan, “gerçek sahipleri” olmadıkça...”