1999’da on binlerce insan Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) bir zirve toplantısını protesto etmek üzere Seattle sokaklarını doldurduğunda, pek çok haber programı o anki manzaraya odaklanmıştı –havadaki göz yaşartıcı gaz, tuzla buz olmuş vitrin camları, polisle siyah giysili anarşistler arasındaki çatışmalar. Kitlesel gösterilerin patlak vermesine neden olan konular ise bastırılmıştı. Sokaklarda, protestocular pek çok yerel yasanın (deniz kaplumbağalarını koruyan düzenlemelerden hormon yüklü sığır eti yasaklamalarına kadar) bozulmasındaki rolü ve milyarlarca insanı etkileyen “demokratik olmayan” karar alma yolları nedeniyle DTÖ’yü açıkça suçluyordu. Aktivistler haykırdı; az insan işitti.
Hindistanlı çevreci Vandana Shiva o dönem, Seattle “yeni bir demokrasi hareketinin” doğumuydu, diye yazdı. Shiva da Seattle’daydı; tarımsal ürünlere yönelik genetik mühendisliğine, tohumların patentlenmesine ve ulus ötesi şirketlerin “yaşamlarımızın her boyutu üzerinde - yiyeceklerimiz, sağlığımız, çevremiz, işimiz ve geleceğimiz- denetim kurma” çabalarına kamusal alanda karşı çıktı. Sokaklardaki gösterileri övdü ve bunların yazılmakta olan tarihi temsil ettiklerini savundu. Dünyanın her yerindeki, zengin ülkelerdekilerin yanı sıra yoksul ülkelerdeki vatandaşlar da, artık “paylaşmaya haklarının olduğu kararlardan daha fazla dışlanmayacak ve sindirilmeyecek” dedi.
Shiva ve diğer eleştirmenler Seattle’da anaakım medya tarafından büyük ölçüde göz ardı edilmiş olsalar da, “ulus ötesi şirket denetimli küreselleşme”ye karşı davalarını o günden bugüne inatla sürdürdüler. Stolen Harvest (Çalınmış Mahsul) ve Su Savaşları kitaplarının yazarı ve (“Alternatif Nobel Ödülü” olarak da bilinen) Right Livelihood Ödülü’nün sahibi Shiva, lidersiz, demokratik yapısıyla övünen bir protesto hareketinin en çok alıntı yapılan sözcülerinden biri -ve bu hareketteki, dünyadaki en yoksul insanların yaşadığı “Üçüncü Dünya” diye bilinen “Küresel Güneyden” gelen az sayıda sesten biri- oldu.
Shiva Hindistan’ın kuzeyindeki Dehradun şehrinde, Himalayaların eteklerinde doğdu. Fizik eğitimi aldı, yaşamını aktivist olarak geçirmek için akademik dünyayı bıraktı, son yirmi yıldır esasen biyoçeşitlilik, dünyadaki bitki çeşitleri ve hayvan yaşamı konularında çalışıyor. 53 yaşındaki aktivist, memleketi Hindistan’da, tarımsal çeşitlilik ve çiftçi hakları adına çalışan, Yeni Delhi tabanlı “Bilim, Teknoloji ve Çevre Politikaları İçin Araştırma Vakfı”nın ve Navdanya diye bilinen ulusal hareketin kurucusu olarak tanınıyor. Navdanya’nın en yeni inisiyatiflerinden biri biyoçeşitlilik, kültürel çeşitlilik ve besin güvenliği adına uluslararası bir kampanya olan “Diverse Women for Diversity, (Çeşitlilik İçin Çalışan Farklı Kadınlar)”dır.
Ticaret bakanları bu Eylül, bir başka DTÖ bakanlar toplantısı için Meksika’daki Cancun’da bir araya geldiklerinde, Shiva ve binlerce protestocu onları karşılamak üzere oradaydı. Bir kez daha, şiddet manşetlere hakim oldu –bu sefer de kendini politik bir eylem olarak polis barikatlarında öldüren Kyung-Hae Lee’nin, Güney Koreli bir çiftçinin intiharı (Lee, DTÖ’nün tarımsal politikalarının kendisi gibi küçük çiftçileri “öldürdüğünü” açıkladı.) INTHEFRAY.COM’un editörü Victor Tan Chen, Shiva’yla Cancun’da dünyadaki toplumsal hareketlerin bugünkü durumu, ulus ötesi şirket iktidarına karşı yeni mücadeleler ve bir adamın nihai fedakârlığının anlamı hakkında sohbet etmek üzere buluştu.
Geçtiğimiz birkaç on yıl boyunca toplumsal hareketlerde ne gibi değişiklikler gördünüz?
Ortaya çıkan bütün yeni toplumsal hareketler; güneydekiler ve aşırı derecede yerel olan hareketler bile kendilerini ayakta tutma ve küresel dayanışma yoluyla güç kazanma konusunda başarılı oldular. Bu kısmen, 80’lerden itibaren, karşı karşıya kaldığımız en kötü sorunların kendi toplumlarımız tarafından yaratılmamış olmasından kaynaklanır. Bu sorunlar Dünya Bankası borçları, IMF borçları, Dünya Ticaret Örgütü kuralları, küresel ulus ötesi şirket suçları yüzünden oluştu – ve bu küresel tehlikelerle uğraşmak için küresel dayanışmaya ihtiyacınız vardır. Ve hareketler, yeni stratejiler, yeni eylem biçimleri, entelektüel çalışma, araştırma ve taban hareketi eylemlerinin yeni kombinasyonlarını yaratmada son derece hünerliydiler. Benim –biri 1982’de [Bilim, Teknoloji ve Çevre Politikaları İçin Araştırma Vakfı] biri de 1987’de [Navdanya]- kurduğum kurumların ikisi de küreselleşmenin, küreselleşmeye cevap oluşturmanın çocuklarıdır ve her ikisi de hem parlamentoyu desteklemek ve etkilemek yoluyla yerel ve ulusal düzeyde, hem de küresel dayanışma yoluyla uluslararası düzeyde fazlasıyla çalışmaktadır. Aynı zamanda da en yüksek kalitede entelektüel çalışmayı toplumdaki en derin çatışmayla birleştirdiklerine inanıyorum. Ve bunların tamamen yeni eğilimler olduğunu düşünüyorum.
Bunun bugün dünyada var olan toplumsal hareketler için enerjik bir dönem olduğunu düşünüyor musunuz?
Enerjinin açığa çıktığı tek yer olduğunu düşünüyorum. En azından enerji denmeyi hak eden enerji. Çünkü bereket versin ki Hindistan’da yıkıcı enerji ve yapıcı enerji için farklı terimlerimiz var. İkisi için aynı kelimeyi kullanmıyoruz. Ama Batıda, tek bir sözcüğünüz var. Bu yüzden Bay Bush’un Irak’ı bombalama enerjisi gene enerji. Bir Monsanto’nun tarımı yok etmesi gene bir enerji. Ama bizde bunun için farklı bir kelime var. Ve bence, bizim için, pozitif, yaratıcı enerjinin ortaya çıktığı tek yer toplumsal hareketlerdir.
Devletler görevlerinde başarılı olamıyorlar. Ya bu çok çok diktatoryal kurallar tarafından hareket etmekten alıkoyuldukları, ya da iktidarlarından vazgeçmeye gönüllü oldukları için başarısız oluyorlar. Ama onların iktidarı tam egemenlik anlamında kendi iktidarları değil; onların iktidarı…yurttaşların iktidarıdır. Dolayısıyla devletler iktidarlarından vazgeçtiklerinde vatandaşlarının haklarından ve iktidarından da vazgeçiyorlar, ve bu meşru olmayan bir adımdır. Yani elimizde ya sakatlanmış devletler ya da ulus ötesi şirket devletleri var – ve etkin devletler sadece ulus ötesi şirket devletleridir. Diğer devletler sakatlanmış devletlerdir. Ve toplumsal hareketler bir geleceğin şekillendiği yegane yerlerdir, çünkü ulus ötesi şirketler geleceğin imhasını şekillendirmektedir.
Sizce bugün toplumsal adalet aktivistlerinin karşılaştıkları en büyük meydan okuma nedir?
En büyük meydan okumanın, insanlığın şimdiye kadar hiçbir zaman yaşamının bu kadar temeline yönelik bir saldırıya cevap verme ihtiyacı duymamış olması olduğunu düşünüyorum. Tohumların patentlenmesi, suyun özelleştirilmesi, tarımın bütününün ele geçirilmesi. Hareketler ve politik örgütlenmeler olarak, daha yüksek maaşlar ve konuşma özgürlüğü için savaşmak üzere donandık. Ve şimdi, hayatta kalmak için savaşmak zorundayız. Hayatta kalmak için savaşmak herkesin ortak amacı, fakat zengin ve yoksul arasında parçalanmış olan bir dünyanın mirasıyla bölünmüş durumdayız.
Toplumsal hareketlerin karşılaştığı en büyük engel, türlerin devamlılığının sağlanması konularına değinilmesi değil, kutuplaşmaya kayılması. En büyük ulus ötesi şirketler bu kutuplaşmalarda Kuzeyin zenginliğini, Kuzeyli yurttaşlarla Güneyli yurttaşların dayanışmasını ve birleşmesini engellemek için kullanıyorlar.
Seattle’dan sonra Kuzey’deki kampanyaların ve hareketlerin nasıl sürekli “zengin insanlar”, “beyaz insanlar” ve “yoksul-karşıtları” olmakla suçlandığını fark etmişsinizdir. Ve “yoksul-yanlıları” tam da bizi yok eden kuruluşlardır. Dolayısıyla politik analizlerimiz ve eylem stratejilerimizde büyük bir sıçrama yapmamız gerektiğini düşünüyorum.
Hareketlerin ulus, ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıf çizgileri doğrultusunda örgütlenerek iyi bir iş yaptıklarını düşünüyor musunuz?
Daha iyisini yapmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Ve bu yüzden “Diverse Women for Diversity”yi oluşturdum. Hala ırk ve sınıf temelinde ayrımlarımız olduğunu düşünüyorum ve aşmamız gereken tam da bu.
Sizce, küresel adalet hareketinde kadın sorunları daha belirgin bir hâl mı alıyor?
Durum şu ki kadınların liderliği belirgin. Ve kadınlar tüm toplumsal sorunları –besin, su, geçim kaynaklarının yok edilmesi- kendi sorunları olarak tanımlıyorlar ve her yerde, en azından taban hareketi içinde kadınların gündemi şekillendirdiğini görebilirsiniz.
Toplumsal adalet için mücadele eden günümüz aktivistlerine ne gibi bir öğüt verirdiniz?
Ayakta kalabilme enerjisine sahip olmalarını; bu, uzun ve kazananı belli olmayan bir mücadele. Neşeli kalmalarını ve mücadelelerinden keyif almalarını. Mücadelenin kendisinin taşıyabileceklerinden fazla bir yük haline gelmesine izin vermemelerini. İnsanlıklarından zevk almalarını ve politik aktivizmin onları insanlıktan çıkarmasına izin vermemelerini. Tutkuyla kenetlenmelerini ama tutkuyla kenetlenirken bağımsız olmalarını.
Burada DTÖ’yü protesto eden insanlar için söyleyecekleriniz var mı?
Asıl söyleyeceğim, yaşamını hepimiz için feda eden ve bu yolla bu durumun yaşamla ilgili olduğunu vurgulamak isteyen Koreli çiftçiye derin bir saygı göstermemiz gerektiğidir. Ve keşke akıllarımızı ve kalplerimizi bu fedakârlıkta odaklanmış olarak tutabilsek ve buradan hareket edebilsek, demek isterdim. Ve bu “oh, piyasa erişimi Üçüncü Dünya’ya yardım ediyor mu?” sorusunun bizi şaşırtmamasını. Ve hareketi bölen saçma sapan saptırmaların. Enerjimizi sadece Bay Lee’ye odaklamamız ve “İşte sorun bununla ilgili” dememiz gerekiyor diye düşünüyorum. Bize bunu hatırlatmak için hayatını verdi, unutmayalım.