2001 yılı hafızalarımıza şiddet kısır döngüsünün dünya çapında tekrarlandığı bir yıl olarak kazınacak. Taliban’ın bombalamasının yarattığı kısır döngüyle, iki bin yıllık barış imgeleri olan Bamiyan’ın Buda’larının hafızalarımıza kazındığı bir yıl olacak.

11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ni havaya uçuran, ve 1 Ekim’de Jammu ve Keşmir Meclisleri’ni ve 13 Aralık’ta da Hindistan Parlamentosu’nu bombalamaya yeltenen teröristlerin yarattığı kısır döngünün hafızalarımıza kazındığı bir yıl olacak. Ayrıca, yirmi yıllık süper güç rekabeti ve iş savaş sonrasında Afganistan’dan arta kalanları bombalayan küresel ittifağın ve de 2001 bitip de 2002 başlarken savaş tehditleri yağdıran Pakistan ve Hindistan’ın hafızalarımıza kazındığı bir yıl olacak. 

Şiddet neden bizi bu kadar hızlı, toptan kendine çekiyor? Neden şiddet tüm kültürlerde insan türünün baskın özelliği haline geldi? Yeni bin yılda insan topluluklarının önemli bir özelliği haline gelen şiddet, toplumu pazarlara ve insanları tüketicilere indirgemek için yarattığımız şiddet yapıları ve kurumlarıyla bağlantılandırılabilir mi?

Şiddet yöntemleriyle karşılaşan her türden hayvan şiddet gösterme eğiliminde olur.

Domuzlar tarlaları burunlarıyla kazarak yiyecek aramayı, çamurlarda yuvarlanmayı, birbirine homurdanmayı severler. Ancak fabrika çiftliklerinde, fazlasıyla kalabalık, parmaklıklı çelik kasalarda veya dayak kafesleri diye bilinen üst üste yığılmış kafeslerde hapsedilmiş bir biçimde özgürlüklerinden edilen domuzlar sıkılmış, gerilmiş ve kaygılı bir hal alırlar. Kafesleri didiklemeye, birbirleriyle uğraşmaya, birbirlerinin kuyruklarını ve kulaklarını ısırmaya ve tarım sanayinde bilinen tabirle “yamyamlık” a başvurmaya başlarlar. (Ref. Michael Fox, Eski MacDonalds Fabrika Çiftliği) 

Domuzlar yamyam değildir. Yamyamlık özellikleri göstermeye başladıklarında, bu sanayidekilerin normalde sorması gereken soru, domuzların neden anormal bir davranış içine girdikleridir. Organik hareket ve hayvan kurtuluş hareketi bu soruyu sordu, ve cevabı fabrika çiftçiliğinin şiddet içeren yöntemlerinde buldu. İnsanların yönettiği çiftliklerde domuzlar özgürdürler, ve çamurda yuvarlanmalarına ve gezinmelerine izin verilir. Hayvanlara karşı şiddeti durdurmak, onların şiddet içeren davranışlarını durdurmanın en iyi yoludur. 

Sanayinin, fabrika çiftliklerinin toplama kampı koşullarının neden olduğu “yamyamlık” sorununa farklı bir çözümü var. Domuz çiftliklerinin işletmecileri bir haftalık domuz yavrularının kuyruklarını, diğer domuzlar tarafından çiğnenmelerini engellemek için, anestezi uygulama yoluna hiçbir şekilde başvurmadan kesiyorlar. Sekizinci dişi de metal kesicilerle çekiyorlar. Kalabalık mekanlarda saldırganlık yapmalarını engellemek için erkek domuz yavrularının testisleri kesiliyor.

Domuzların şiddet içeren davranışlarını engellemenin yolu olarak kuyruk ve dişlerin kesilmesi önerilirken, fabrika çiftliklerindeki tavukların gagaları ve sığırların boynuzları kesiliyor. Gagalar tavukların en önemli özellikleri. Tavuklar açık alanlarda gezerken, yemek yemek, yemek toplamak, temizlenmek, tımarlanmak için gagalarına ihtiyaç duyuyorlar. Dayak kafeslerine kapatıldıklarında ise gagalarıyla birbirlerine saldırmaya başlıyorlar. Sanayidekilere göre, tavukların gagaları birbirlerine karşı korunmaları için kesiliyor. Bir günlük tavuğun gagası 800°C derece sıcaklıkta bir metal bıçakla sıkıştırılıyor. Genellikle de dilleri yaralanıyor. 

Gagalarının kesilmesi sırasında yaralanan tavuklar açlıktan ölüyor. Sanayinin körlük noktası, tavuklar arasındaki şiddet içeren, anormal ve yamyamlık benzeri davranışların nedeninin gagaları değil, yaşadıkları kafeslerin gereğinden fazla kalabalık, doğaya aykırı koşullar sunması durumudur. İstedikleri gibi gezinen tavuklar birbirlerini gagalarıyla öldürmezler. Kendi beslenmeleri için gerekli olan solucan ve besinleri kendileri bulurlar. 

Sığırın boynuzu onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğidir. Biz onları çıngıraklar ve süslerle bezeriz. Muttu Pongal’de, sığırların boynuzları çiçekler ve balonlarla süslenir. Organik tarımda sığır boynuzları, kurumuş yapraklarla karışmış gübrelerin etkisinin azaltılması için kullanılır. Ancak fabrika çiftçiliğinde sığırların boynuzları kesilir, çünkü tutsaklık koşulları altında birbirlerine saldırırlar. 

Sorun, açık bir biçimde, çiftlik kafesleridir –domuzların dişleri ve kuyrukları, tavukların gagaları, sığırların boynuzları değildir. Yok edilmesi gereken kuyruk, gaga, ya da boynuz değil, kafestir. Hayvanlar türlerini sürdürmek için gerekli olan en temel özgürlüklerden mahrum bırakıldıklarında, kapatıldıklarında ve hapsedildiklerinde “yamyamlık”a başvururlar.

İnsanlar hayvandırlar. Tür olarak bizim de –anlam ve kimlik, bir arada yaşama ve güvenlik, su ve yemek, özgürlük gibi- temel ihtiyaçlarımız vardır. 

Terörizm, hayvanlarda, fabrika koşullarında kendini gösteren anormal “yamyamlık” davranışının insanlardaki karşılığı olabilir mi?

İnsanlar (Birleşik Devletler’de, Avustralya’da siyahların ve aborijinlerin büyük bir bölümü parmaklıklar ardında olsa da) tabii ki demir kafeslere kapatılmazlar. İnsan toplumu, karışık yasalar ve politikalarla, --manevi, ekolojik, politik ve ekonomik-- alanlarını kuşatan şiddetli ekonomik ve politik yapılar yoluyla kafeslenir ve denetlenir.

Ordular Ortadoğu’daki gibi kutsal toprakları işgal ederken, insanlar dini mekanlarının kuşatılması deneyimini yaşıyorlar. İnsanlar Filistin’deki gibi işgal yoluyla kuşatılma deneyimini yaşıyorlar. Zengin Amerika’daki çocuklar da yaşamlarının kuşatılması deneyimini yaşıyorlar, ve St. Columbines’deki silahlı saldırı örneğinde olduğu gibi anlamsız şiddete başvuruyorlar. Ve tüm dünyada, ekolojik, ekonomik ve politik alanda özelleştirme, liberalleştirme ve kürselleşme yoluyla kuşatılıyorlar.

Bu çok yönlü süreçler yeni güvensizlikleri, yeni kaygıları, yeni gerilimleri besliyor. Kültürel güvenlik, ekonomik güvenlik, ekolojik güvenlik, politik güvenlik, hepsi hızla yok oluyor. 

İnsanların insanlara uyguladığı şiddet, domuzlar, tavuklar ve sığırların çamurlarda yuvarlanma, solucanları gagalama, ve hayvan fabrikalarının dışarısında gezme özgürlüklerinden mahrum bırakıldıklarında sergiledikleri şiddete benzer olabilir mi? 

Değerlerin, kültürel çeşitliliğin, geçim yollarının, ve çevrenin tüketilmesi gibi doğal sonuçlarıyla birlikte tüketim kültürünün dünya çapında zorla dayatılması, insanların şiddet içeren ya da genelde de içermeyen yollarla isyan ettiği görünmez kafesler olabilir mi?

“Terörizme karşı savaş” tarım sanayinin, şiddet içeren koşullarda başvurdukları şiddet yüzünden domuzların, tavukların ve sığırların dişlerinin, gagalarının ve boynuzlarının kesilmesinin bir benzeri olabilir mi? İnsanların tutsak ve esir edilmesinin içerdiği şiddet yüzünden ortaya çıkan şiddete karşı uzun süreli çözüm, diğer hayvanlarınkiyle aynı olabilir mi? – onlara manevi özgürlük, ekolojik özgürlük için ve psikolojik özgürlük ve ekonomik özgürlük için sahip oldukları alanın geri verilmesi.

İnsanların tutsak edildiklerini hissettikleri kafesler, toplulukların kültürel alanları ve kimliklerini ve hayata kalmak için gerekli olan ekolojik ve ekonomik alanları yağmalayan yeni kuşatmalardır. Küreselleşme, bu kuşatmanın genel adıdır.

Çatışmaların ve terörizmin temelinde açgözlülük, ve diğer insanların gezegenin değerli kaynaklarından faydalanma haklarını kendine mal etmek vardır. Başkan Bush ve Başbakan Tony Blair terörizme karşı küresel savaşın amacını Amerikan ve Avrupalı “yaşam tarzı”nın korunması olarak ilan ettiklerinde, gezegene –petrolü, suyu ve biyoçeşitliliğine- karşı bir savaş ilan ediyorlardı.

Dünya halklarının, gezegenin kaynaklarının yüzde 80’ini kullanan yüzde 20’sinin yaşam tarzı, halkların yüzde 80’inin kendilerine düşen paydan yoksun kalmalarına, ve sonuç olarak da gezegenin yok olmasına yol açacak. Eğer açgözlülük onay görür ve korunursa, ve nasıl yaşayacağımıza ve öleceğimize dair kuralları açgözlülerin bireyci ekonomileri koyarsa, tür olarak devamımızı sağlayamayız. 

Eğer geçmiş kuşatmalar bu kadar şiddete yol açmışsa, türümüzü sürdürmemiz için temel olan yaşam kaynaklarımızın ve su kaynaklarımızın özelleştirilmesinin yarattığı yeni kuşatmaların insani maliyeti ne olacak? Entelektüel mülkiyet yasaları ve suyun özelleştirilmesi, insanlığı yakalayan yeni görünmez kafeslerdir. 

Entelektüel mülkiyet yasaları çiftçileri en temel tohum biriktirme ve değiş tokuş etme özgürlüklerinden mahkum bırakıyor. Aslında, biyolojik anlamda zengin bir dünyada yeni kıtlıklar yaratarak, en temel özgürlükleri para ve hapis cezalarıyla yargılanır suç eylemlerine dönüştürerek, sonuçta genetik ortak malları kuşatıyorlar. 

Suyu özelleştirme politikaları, suyu kar için alınıp satılan bir mala dönüştürerek, suyla dolu bir dünyada su kıtlığı yaratarak ortak suyu kuşatıyorlar. 

Kanadalı bir çiftçi olan Percy Schmeiser son elli yıldır kendi tohumlarını kullanıyordu. Onun Canola tohumu, rüzgar ve kirlilik yoluyla genetik olarak Monsanto’nun GM Canola’sıyla karışmıştı. Percy’ye kirletenin payı ilkesine uygun olarak tazminat verilmesi gerekmesine rağmen, mahkemeler Percy’ye, Monsano’nun entelektüel mülkiyet yasalarını temel alarak para cezası verdi. Yasaya göre, genler Monsanto’nun mülkiyetinde olduğu için, bunların Percy’nin tarlasında bulunması durumu, ne şekilde oraya gelmiş oldukları göz önüne alınmadan, onu hırsız haline getiriyordu. 

Genlerin, tohumların ve yaşama maddelerinin ters dünyasında, suçlular masum, masumlar da suçlu haline geliyor. Böyle ters yasalar tarımı polis devletlerine ve çiftçileri de suçlulara dönüştürüyor. Bunlar, insanları pazar süreçlerinin ve şirket düzeninin tutsaklığı altına alan görünmez kafesler.

Suyun özelleştirilmesi insan özgürlüğüne karşı bir başka tehdit.

Belki de suya dair şirket açgözlülüğünün en ünlü hikayesi Cochabamba, Bolivya’nın hikayesi. Bu yarı çöl bölgesinde su çok az ve değerli. 1999’da Dünya Bankası, Bechtel’in bir yan şirketi olan International Water’a imtiyaz hakkı vererek Cochabamba’nın belediyeye ait su şirketinin (SEMAPA) özelleştirilmesini tavsiye etti. Ekim 1999’da, hükümet yardımlarını sona erdiren ve özelleştirmeye izin veren İçme Suyu ve Sağlık Önlemleri Yasası kabul edildi. 

Asgari ücretin ayda 100$’dan az olduğu bir şehirde, su faturası ayda 20$’a ulaştı; bu beş kişilik bir ailenin neredeyse iki haftalık beslenme maliyetine tekabül ediyordu. Ocak 2000’de, La Coodination de efensa del Agua y de la Vida (Suyu ve Yaşamı Koruma Koalisyonu) adlı bir yurttaş ittifağı kuruldu. 

İttifak, kitlesel sefeberlikle şehri dört günlüğüne kapattı. Bir ay içinde, milyonlarca Bolivyalı Cochabamba’ya yürüdü, bir genel grev yaptı, ve tüm ulaşımı durdurdu. Toplantıda, protestocular, evrensel su haklarını korumaya çağıran Cochabamba Deklarasyonu’nu yayınladılar. 

Hükümet fiyat artışını geri çevirmeyi vaat etti, ama bunu asla gerçekleştirmedi. Şubat 2000’de La Coordinadora, İçme Suyu ve Sağlık Önlemleri Yasası’nın iptal edilmesini, özelleştirmeye izin veren yönetmeliklerin feshedilmesini, su sözleşmesinin sona erdirilmesini, ve de yurttaşların bir su kaynağı yasasının hazırlanmasına katılımını talep ettikleri bir barışçıl yürüyüş örgütlediler.

Yurttaşların şirket çıkarlarının kalbine inen talepleri şiddetle reddedildi. Coordinadora’nın temel eleştirisi, suyun bir topluluk mülkü olması durumunun inkar edilmesine yöneltilmişti. Protestocular ‘Su Tanrı’nın Hediyesidir ve Bir Mal Değildir’ ve ‘Su Yaşamdır’ gibi sloganlar kullandılar. 

Hükümet Nisan 2000’de pazar yasasıyla su protestocularını susturmayı denedi. Eylemciler tutuklandı, protestocular öldürüldü, ve medya sansürlendi. Sonunda, 10 Nisan 2000’de halk kazandı. Aguas del Tunari ve Bechtel Bolivya’yı terk etti, ve hükümet nefret edilen suyun özelleştirilmesi yasasını feshetmeye zorlandı.

Su şirketi Servicio Municipal del Agua Potable Alcantarillado (SEMAPA) ve borçları, işçilere ve halka devredildi. 2000 yazında La Coordinadora demokratik planlama ve yönetimi yerleştirmek için kamuya açık oturumlar düzenledi. Halk su demokrasisini yerleştirmeye girişti, ama su diktatörleri süreci engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bechtel Bolivya’ya dava açıyor, ve Bolivya hükümeti La Coordinadora eylemcilerini taciz ve tehdit ediyordu.

Bolivya yurttaşları suyu şirketler ve pazardan geri isteyerek, özelleştirmenin kaçınılmaz olmadığını, ve yaşamsal kaynaklara şirketler tarafından el konulmasının halkın demokratik iradesiyle engellenebileceğini gösterdi.

Şirket destekli tüketim kültürünün kaynak açlığı, her bitkiyi, her tohumu, ve her damla suyu elde etme ve denetlemeye çalışıyor. Çiftçilerin intiharları, pazarlar, karlar, ve tüketiciliği temel alan şiddet yüklü dünya düzeninin yarattığı şiddetin bir yüzü. İntihar bombacıları bir başka yüzü. Biri “kendi” ne yönelmiş. Diğeri de “öteki”ne yönelmiş. Ve herkesin kendisini kafeslenmiş hissettiği, parçalanmış ve bölünmüş bir dünyada, herkes tehlikeli “öteki” olma potansiyeli taşıyor. Fabrika kafeslerindeki hayvanlar gibi, kendimize ya da birbirimize saldırıyoruz. 

Hayvanlar, onları şiddet içeren koşullarda tutsak eden sanayi, bu tutsaklığın neden olduğu yamyamlığı bertaraf etmek için daha büyük şiddet uygularken, onlar adına konuşan ve onları özgür bırakan hayvan kurtuluş hareketine sahip. 

İhtiyaç duyulan, insanlar için bir hayvan kurtuluş hareketi – tüketim kültürünün ve küresel pazarların yarattığı tutsaklığa duyarlı bir hareket, insanlığın yaşadığı derin tecavüzü hissedecek kadar merhametli bir hareket, yok edilmesi gerekenin domuzların dişleri, kuşların gagaları, sığırların boynuzları değil, kafesler olduğunu kabul eden bir hareket.

Küresel pazarların ve tüketim kültürünün yapısal şiddetine karşı çok renkli, farklılık temelli hareketi, insan ruhunu çokuluslu şirketlerin hakimiyetindeki küreselleşmenin haysiyetsizliği ve yoksunluklarından kurtaracak öğeler içeriyor. Özgürlüklerimizi ve yeni kuşatmalardan uzak alanlarımızı geri istemek, bizim için, diğer hayvanlar için olduğu kadar zaruri. 

Hayvanlar kafeslerde hapsedilmiş olarak yaşamak için yaratılmadı. İnsanlar pazarlar içinde hapsedilmiş olarak yaşamak için, ya da küresel pazarda tüketici olamazsa kullanılan ve heba edilen bir biçimde yaşamak için yaratılmadı. 

Şiddetin temelinde insanlıktan gittikçe artan bir biçimde uzaklaşmamız var. İnsanlığımızı, kapsayıcı, merhametli bir biçimde geri istemek barışın ilk adımı.

Barış, silahlar ve savaşlarla, bombalar ve barbarlıkla yaratılamaz. Şiddet yayılarak kontrol altına alınamaz. Şiddet, insanın, eğer türünü devam ettirecekse, maliyetini karşılayamayacağı bir lüks haline geldi. Şiddetin olmaması, hayatta kalmak için bir zorunluluk haline geldi.