7 Temmuz Pazar günü, bir grubun sosyal medya üzerinden çağırdığı “3. Köprü’yü Beşiktaş’tan Garipçe’ye kadar pedal sürerek protesto” eylemine katıldım. 3. Köprü AKP’nin gündemine girdiği 2009’dan beri ilgimi çeken, önümüzdeki on yıllarda şiddetli çevresel problemleri tetikleyeceğini düşündüğüm bir mega projeydi. O yıllarda köprünün, pek çok sözde kalkınma projesine benzer bir şekilde, esas olarak kendi kendisi için bir talep yaratacağını, bunun mekanizmalarını ve politiğini anlatan bir dizi kısa yazı yazmıştım. Bu projenin 25 milyonluk İstanbul’un altyapısı olacağı şeklinde bir spekülasyonda bulunmuştum.
Sonraki yıllarda bir sistem problemi olarak 3. Köprü’yü anlatan, bu projenin bir kamu hizmeti olduğu algısını kırmayı amaçlayan çeşitli seminerler verdim. Seminerler orta öğretim ve üniversite öğrencileriyle sınırlı kalırken benim bu tahripkâr projenin engellenebileceğine dair ümitlerim giderek azalmaya başladı. Seminerler entelektüel alıştırmalara dönüştü, ilgili meslek odaları, siyasi partiler ve yerel inisiyatfilerle bir ilişki arayışına yönelmedim.
Kabul etmek gerekiyor ki, geçtiğimiz üç yıl içerisinde Türkiye’de adeta tarihin sonu hissini uyandıran durgunluğun, renksizliğin, tedirginliğin içinde sadece bir kıpırtı olmaktan ve acaba kıvılcım nerede çakacak bekleyişini paylaşmaktan kurtulamadık. Diğer taraftan 2011-2012 dönemecinde, 3. Köprü gibi mega projelerinin, AKP 2023 vizyonunun vazgeçilmez bir parçası olduğu ayan beyan ortaya çıktı. Hatta 2012’de atalete giren, sürdürülemez cari açık problemiyle boğuşan Türkiye ekonomisi için bir çıkış olarak adres, mega projeler gösterildi. Bu projelerin tümü birden, herkesin bildiğini tekrar edecek olursak, bir kamu mülkü olarak devlet tarafından korunması, gelecek kuşaklar için saklanması gereken doğal varlıkların, ormanların, su havzalarının, kıyı şeritlerinin, tüm bunların içerdiği huzur ve güzelliklerin özel kesimler yararına talan edilmesine dayalı. Zira son on yıla yayılan yasal mevzuat değişiklikleri, kamu malına tasallutu bir suç olmaktan çıkarmak üzere yapıldı.
31 Mayıs olaylarından sonra Türkiye’yi sarıp sarmalayan çevre tahribatına karşı seslerin daha gür, bu sefer kazanmaya odaklı strateji ve aktivizm üreterek çıkması gerekiyor. 3. Köprü, Havaalanı, Kanal İstanbul, AOÇ vb. kamu malına ve doğaya karşı işlenen suçlarda hangisini /neyi kazanmak üzere mücadele edeceğiz? Çok somut olarak, 3. Köprü’nün Yavuz ismine muhalefet etmekle mi yetineceğiz, yoksa Köprü’nün kendisine mi karşı koyacağız. Bu mücadele çizgisinin iyi belirlenmesi gerekiyor.
Dün yapılan eylem, sosyal medya üzerinden organize edilmişti. Kendiliğindenliğin örgütlü mücadeleyle buluşamadığı noktada sınırları apaçık ortaya çıkıyor. Facebook üzerinden yaklaşık beş yüz insanın katılım bildidiği eyleme yüz insan gelmedi. Beşiktaş’ta kurulacak bisiklet konvoyu, basit bir polis provokasyonuyla kolaylıkla dağıtılabildi. Bisiklet konvoyunun pek de büyük olmadığı görüldüğünde, “aman trafiği kapatacaksınız” gibi sudan sebeplerle polis barikatları kuruldu, konvoy üçer dörderli gruplar halinde parçalanıp irade olarak zayıflatıldı.
Dünkü eylem benim İstanbul civarında gördüğüm, kolluk kuvvetlerinin açıkça devreye girdiği, Gezi parkı olaylarından sonraki ilk çevre eylemdi. Polis ve jandarma, valiliğin talimatıyla, Beşiktaş-Garipçe güzergahındaki konvoya defalarca müdahale ettiler. Sarıyer çıkışına kadar polis, Sarıyer’den sonra jandarma, konvoyun sözcülerini defalarca uyardılar ve şiddet kullanmakla tehdit ettiler.
Konvoyun Koç üniversitesi girişinde bir grup öğrenciyle buluşmasının ardında Garipçe köyünde basın açıklaması yapmasına izin verilmedi. Biz bu taktiği bir yerlerden biliyor olmalıyız: Garipçe sakinleri Rize’li “hassasiyet sahibi, fevri vatandaşlarmış”. Mahallelerinde bir gösteri yapılmasını istemiyorlarmış ve “ellerinde sopalarla bekliyorlarmış.” Jandarma tabii ki onları uyarmış, onlara karşı güvenlik önemleri almış ama konvoyun güvenliğini sağlayamazmış.
Peki, biz kendi güvenliğimizden sorumlu olur, insanlarla diyalog kurabileceğimize dair biz özgüvenle Garipçe’ye doğru inişe geçersek? O zaman bir jandarma toması, ve bir manga joplu, kasklı, gazlı jandarma bize günümüzü gösterebilir.
Gerçek ayan beyan ortada: Türkiye’de devletin birinci vazifesi vatandaşı birbirine düşman belletip kendisini hakim kılmaktır. Bu fikrin düşünsel limitini aldığınızda Madımak-Başbağlar katliamlarına ve daha nicelerine varabilirsiniz. “Hassas” iki yerel erkek vatandaşın jandarma nezaretinde, tepedeki eylemcilere “buraya gelmeyin” diye göz dağı vermesi, devlet açısından durumu kurtarmıyor.
Mesaj açık: Çevreciysen çevreciliğini bileceksin, rant projelerine karşı sivil itaatsizliğe varan bir girişimde bulunursan karşında polisi ve jandarmayı bulacaksın. Tıpkı HES’lere ve termiklere direnen yerel halklar gibi. Talimat validen alınmıştır, ucunun başbakana kadar uzandığı kolaylıkla iddia edilebilir.
Sanırım bu da 31 Mayıs sonrası çevre hareketi açısından tespit edilmesi, üzerine düşünülmesi gereken yeni bir duruma işaret ediyor.