Gezi Parkı’ndaki olayların başlangıcına gittiğimizde parktaki ağaçların kesilmesiyle/sökülmesiyle ilgili olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AKP iktidarı süresince çevreye olan duyarlılıklarının ve çalışmalarının yoğunluğunu ifade eden 2.8 milyar fidan ve ağaç dikimine vurgu yaptığını hatırlıyoruz. Ayrıca Başbakan özellikle Kuzey Afrika gezisi sonrasındaki konuşmalarında çevreciliğin sadece yeşilden ibaret olmadığından, kendisinin hem İstanbul Belediye Başkanlığı hem de Başbakanlığı süresince su tedarikinden çöp yönetimine ve hava kirliliğine kadar farklı konularda hem İstanbul’un hem de Türkiye’nin gösterdiği gelişimden de bahsetti.

Türkiye’nin çevre ve doğa koruma konusundaki performansını, her iki yılda bir yayınlanan ABD’deki Yale Üniversitesi’nin Çevre Performansı İndeksi’nden (http://epi.yale.edu) faydalanarak incelemek ve değerlendirmek mümkün. 2012’deki indeks 132 ülkeyi kapsıyor ve hem hava kirliliği, çocuk ölümleri gibi genel olarak insan sağlığıyla alakalı olan parametreleri özetleyen “çevresel sağlık” (environmental health), hem de iklim değişikliği, biyoçeşitliliğin korunması ve ormanların durumu gibi doğa korumayla ilgili olan “ekosistem canlılığı” adında iki ana başlık üzerinden sıralamalar yapıyor.

Türkiye bu iki ana başlık üzerinden hesaplanan toplam çevre notuyla sınıfta kalıyor: 132 ülke arasında 109’uncu sırada, Moldova ve Umman’ın arasında. Endeksin çevresel sağlık başlığında Türkiye sınıfta kalmak yerine, orta notla geçiyor, 67. sırada. Son 10 senedeki gelişime (trende) baktığımızda ise bir ilerleme göze çarpıyor: Mısır’ın arkasından bu başlıktaki notunu en hızlı yükselten ikinci ülkeyiz. Bu performans büyük ölçüde temiz su, sanitasyon, atık arıtma gibi temel altyapı tesislerindeki eksikliklerimizin giderilmesine bağlı. Yani Başbakan’ın belirttiği gibi, insan sağlığıyla alakalı “çevresel sağlık” konusunda Türkiye son on yılda, kat edilecek daha çok yol olmasına rağmen ciddi bir gelişme gösterdi.

Fakat indeksin doğa koruma ile ilgili ‘ekosistem canlılığı’ kısmında durum bir o kadar kötü. Türkiye bu endekste 132 ülke arasında 118. sırada. Dahası, doğa koruma notumuz an be an daha kötüye gidiyor: Son 10 yıldaki notumuzdaki düşüş, bizi trend sıralamasında 112. yapıyor. Yani en sonlardayız ve bir düzelme de yok. Çünkü Başbakan’ın dediği gibi nasıl çevre koruma sadece yeşili korumaktan geçmiyorsa, sadece dikilen ağaç sayısı da doğa korumanın ölçütü değil. Şöyle ki: Ekolojik canlılık indeksinin hesaplanmasında biyoçeşitlilik ve habitat korunmasından iklim değişikliğine, yenilenebilir enerjiden su kaynaklarının kullanımının ekosistemlere etkisine kadar toplam 17 altbaşlık var. Türkiye bu 17 altbaşlıktan sadece üç tanesinde (hava kirliliğinin ekosistem etkileri ile ilgili iki gösterge ve balık stoklarının aşırı kullanımının azaltılması) son on yıl içinde ilerleme göstermiş. Mesela biyoçeşitlilik ve türlerin yaşam alanlarının (habitat) korunmasında 121. sırada; bu konuda sıralamada geçebildiğimiz ülkeler Türkmenistan, Haiti, Kazakistan, Kuveyt, Özbekistan, Umman, Moldovya, Suriye, Libya, Bosna Hersek ve Irak. Her ne kadar yeni dikilen ağaç alanlarının gelişmesi konusunda Türkiye başarılı olsa da (82 ülkeyle beraber birinciliği paylaşıyor), varolan ormanların korunmasında 66. sırada. Su kaynaklarının ekosistem üzerine etkileri konusunda (nehir akışının baraj gibi endüstriyel yapılanmaların öncesi ve sonrasındaki değişim yüzdesi üzerinden hesaplanıyor) 114. sıradayız. Yenilenebilir enerji kaynaklarından enerji üretiminde ise 64. sıradayız, ama son on yıldaki değişimde sondan beşinci sırada 128.’yiz.

Peki Türkiye neden doğa koruma konusunda başarısız? Bunun sebeplerini doğayı gerçekten hiçe sayan, barajsız nehri boşa akan su kabul eden, öte yandan da doğa korumayı sadece ağaç dikmek olarak algılayan “kalkınma” mentalitesinin ve bunun icraatsal ve hukuki dışavurumlarında görmek mümkün. Örneğin, Gezi Parkı eylemlerinin başlangıcı sırasında meclise gelen ama protestolar sırasında askıya alınan “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu”, SİT alanı tanımlanması yetkisini yerel yönetimlerin elinden alarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlıyor ve bu alanlarda yapılaşmaya olanak sağlıyor. Türkiye’de doğa korumayla yükümlü kuruluş olan Orman ve Su İşleri Bakanlığı köprü ve baraj gibi büyük projelerde Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporu gerekliliğini ortadan kaldıran bir yasayı geçen ay meclisten geçirdi. 2010 ve 2011 yıllarında, doğa koruma alanlarında maden aranmasına olanak tanıyan, sulak ve kıyısal alanların koruma alanlarından çıkarılması sonrasında baraj yapımı ve turistik tesisleşme önündeki kontrol mekanizmalarını ortadan kaldıran, 2B arazilerinin rehabilitasyonu veya korunması yerine bunların farklı amaçlarla kullanılması ve satılmasına olanak sağlayan yasalar meclisten geçti.

Yani tepkinin çevreyle ilgili kısmı da sadece ufak bir parktaki birkaç ağaçla sınırlı değil. Bu tepki aynı zamanda Erciş’te konut yapımı için kesilecek ormanlar, sular altında kalacak Allinoi antik şehri, İstanbul’a yapılacak üçüncü köprü ve havaalanı, Akkuyu ve Sinop’ta yapılacak nükleer santraller gibi onlarca yıkıcı ve tehlikeli projeye de yönelik. Başta belirttiğimiz gibi, AKP hükümetinin çevresel sağlık konusunda altyapı eksikliğimizi kapatması olumlu, ama doğamızı korumak konusunda gidişat her geçen gün daha kötüye doğru.

Gerçek ilerleme iyi yapılanların takdir edilmesinin yanı sıra neyin iyi yapılmadığının ifadesiyle de sağlanır ve Gezi Parkı’ndaki tepkinin çevre ile ilgili kısmı son 10 yılda Türkiye’de doğaya yapılmış ve yapılmakta olan tahribata karşı birikmiş bir tepkinin göstergesi. Çözüm ise doğayı koruyan alternatifler üretmekten geçiyor. Mesela eğer Kars’ta Aras nehri üzerine yapılması planlanan Tuzluca Barajı Türkiye’nin kuşlarının yarısından fazlasının bulunduğu ve konakladığı bir alanı yok edecekse, bu barajın planının değiştirilmesi için kafa yorulması gerekiyor. Gezi Parkı eylemleriyle kamuoyunun gözönüne yeniden serilen sosyal ve çevresel problemlerin hükümet tarafından kaale alınması ve hükümetin bu sorunların çözülmesi için ‘ben-ne-dersem-o’culuktan ve şiddetten uzak, uzlaşma içeren çözümler oluşturmak yönünde çaba göstermesi, Türkiye’de katılımcı bir demokrasi anlayışının hayata geçirilmesi için gerekli adımlardan biri.

Raşit Bilgin, BÜ ÇEvre Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesidir.