2015 GENEL SEÇİMLERİNE DOĞRU

EKOLOJİ VE KENT MÜCADELELERİ İÇİN PROGRAM TARTIŞMASINA ÇAĞRI

 

Türkiye toplumu, doğası, kentleri, kırı, emekçisi için Haziran 2015 Genel Seçimleri çok önemli bir nitelik taşıyor. Ekoloji ve kent mücadeleleri uzun yıllardır ekolojik, özgürlükçü, demokratik, dayanışmacı, eşitlikçi ve adil bir toplum oluşmasının, doğanın da özgürleşmesi anlamına geleceğini savunuyor. Buna karşın son 35 yıldır hüküm süren ve son 10 yıldır arsızlaşan neoliberal düzende, doğanın ve kentlerin yağmalanması giderek hızlandı. Kent ve çevre yönetimine hakim olan özelleştirme, metalaştırma, piyasalaştırma, denetimsizleştirme ve bunların sonucunda  ortaya çıkan mülksüzleştirme ve yerinden edilme süreçleri yaşam alanlarının ve koşullarının giderek daha fazla bozulmasına yol açtı. Bu gidişat hepimizi havanın suyun, toprağın, denizin, derenin yok olduğu dibi görülmeyen bir yıkıma doğru savurmakta.

Üstelik tüm bu yıkımın karşılığında vaat edilen ‘ekonomik büyüme’ ve ‘zenginleşme’, ne sosyal adalet ne de geniş kesimler için refah getirdi. Türkiye’nin büyüme modeli sınırlı bir kesimin nemalanmasıyla, artan gelir uçurumuyla, yaşamın her alanının güvencesizleşmesiyle sonuçlandı. Ekonomik büyüme ve bununla eş tutulan ‘kalkınma’ hayaliyle yapılan yatırımların sonucunda yaşam biçimimiz sadece kendimiz için değil tüm canlılar için daha fazla hastalık üretir oldu. Türkiye’nin bitmek bilmez kalkınma macerasının gölgesi, termik santrallerle saçılan zehire, HES’lerle el konulan nehirlere, köprüler için kıyılan ağaçlara, rant için yerlerinden edilen mahallelere düştü.

Bugün toplumun bireyci ve rekabetçi, dayanışmadan uzak, erkek egemen bir şiddet diline mahkum niteliği gelecek kaygılarını derinleştiriyor. Büyük yatırımların, zaten yamalı bohça haline gelmiş çevre mevzuatında yapılan yeni değişikliklerle toplumsal denetimden koparılması, bu yatırımların önünü açmak için temel hak ve özgürlüklerin budanması sonucunda güvencesiz, yoksul ve kendi doğasından hızla uzaklaşan bir toplum oluştu. Nitelikli iş bulamamak, bulunan işlerde  güvenceli çalışamamak, çalışmaktan başka bir şeye zaman ayıramamak temel insani sorunlar olarak toplumun büyük çoğunluğunu etkisi altına aldı.

Farklı coğrafyalarda farklı şekillerde dile getirilen (Bolivya’da buen vivir, Ekvator’da sumak kawsay ve Güney Afrika’da ubuntu) ve ekonomik refaha indirgenemeyecek “iyi yaşam” olgusunun bir politikalar bütünü olarak, topluma barış, eşitlik, adalet, dayanışma, karşılıklı yardımlaşma, güven, sağlık, huzur getirebileceğini ve böylelikle doğayı, şehirleri ve geleceğini yeniden kazanabileceğini düşünüyoruz. Öte yandan, aşağıda tasvir etmeye çalıştığımız ve özlediğimiz bir ülke için öncelikle silahların susmasını güvence altına alan somut adımlara dayalı bir kalıcı barışın tesis edilmesinin elzem olduğunu düşünüyoruz.

Bu bağlamda ortak program oluşturmaya yüzü dönük bu metni, seçim sürecinde  tartışmak üzere kamuoyuna sunuyoruz. Çevre ve kent mücadelesi içinden kurulan bu prensiplerin seçime giren siyasi partiler tarafından da sahiplenilmesini umuyoruz.

Bu metin ile iki şey amaçlıyoruz. Birincisi farklı toplum kesimlerinde bir farkındalık yaratmak: Üniversite, sendika, platform, hareket, yerel ekoloji mücadelesi gibi zeminlere bütünlüklü bir tartışma daveti yapıyor, davetimize karşılık alacağımızı umuyoruz. İkinci olarak, bu vesileyle seçim sürecinde, tartışmalarla geliştirilecek bu programı sahiplenecek partilerin ortaya çıkmasını arzu ediyoruz. Bu siyasal öneriler bitmiş, son noktası konulmuş bir öneriler bütünü olarak algılanmamalıdır.  Bir tartışma ve programlı mücadele önerisi olarak görülmelidir.

 

  1. Halkın Tüm Karar Alma Süreçlerine Katılımını Güvence Altına Alan Demokratik, Planlı ve Ekolojik Bir Kent Politikası İstiyoruz

Kentlerin yık-yap temelinde büyümesi, hem birer inşaat şantiyesi hem de birer konut mezarı haline gelmeleri bu alanları büyük çoğunluğumuz için yaşanmaz kılıyor. Tek tip, kirlilik ve şiddet üreten, bunu yaparken de doğayı yok eden bir kentleşme süreci, iklimlerin, havanın, toprağın ve suyun bozulması anlamına geliyor. Dahası, kentsel hizmetlerin özelleştirilmesi şehir yaşamını her geçen gün daha da zorlaştırıyor. Kentte iyi yaşama hakkını alım gücüne indirgeyen piyasalaştırma, mevcut yapısal eşitsizlikleri katmerleştiriyor.

Kente ve kıra şekil veren politikalar Türkiye’de merkezden verilen kararlarla hayata geçirilmekte. Karar verme ve uygulama süreçlerindeki bu merkezileşmenin gitgide arttığını da görüyoruz. Bu nedenle halkın oyu ile iş başına gelecek bir iktidardan beklentimiz,  tüm kentsel hizmetleri, kullanım değeri ve katılım esasına dayalı, erişilebilir, nitelikli, yerel ve kamusal  biçimde karşılamasıdır.  

Bu doğrultuda,

  • Herkesin konut hakkı güvence altına alınmalıdır. Konut kullanımı haktır ve bireylerin ekonomik güçlerine bırakılamayacak kadar hayati bir meseledir.
  • Kentsel alanda tüketilen enerjide adalet sağlanmalı, ucuz, nitelikli ve temiz enerji desteklenerek konutlara enerji verimliliğini gözeten bir biçimde temin edilmelidir. Dahası, kentin enerjisi için kır feda edilmemeli, enerji adaleti ekseninde ele alınarak enerji verimliliği ve yerinden üretim imkanları yaratılmalıdır. Dünya’nın farklı yerlerindeki müşterek karar alma mekanizmalarına sahip enerji kooperatifleri bu konuda önemli bir örnek teşkil etmektedir.
  • Ulaşımda toplu taşımacılık, ev ve işyeri arasındaki mesafeyi daraltan, yürümeye ve bisikletle ulaşıma imkan veren bir şehir planlama perspektifiyle geliştirilmelidir. Kentsel alanın geleceğinin otomobille, onunla ilişkili petrol-bazlı hizmetlerle ve mega yapılarla ipotek altına alınması önlenmelidir.
  • Afet planlaması bağlamında, mevcut sermaye birikimi temelli afet ve kentsel dönüşüm politikasından vazgeçilmelidir. Yeni afet politikası, mülksüzleştirmeyi değil, kentlerin yaşanabilir kılınmasını esas almalı ve afet güvenliğini de bu esas zemininde sağlamaya yönelik olmalıdır. Bu nedenle de Afet Yasası bu doğrultuda değiştirilmelidir.
  • Mahalle temelinde çocukların, yaşlıların, engellilerin hareketliliğine ve toplumsal hayata katılımına olanak sağlayacak sosyal hizmetler ağı geliştirilmelidir.
  • Bütün bunlar için tepeden aşağıya dikte edilen, spekülasyon ve rantı önceleyen bir kentsel politika değil, mahalle düzeyinden şehir düzeyine, tabandan yukarıya doğru işleyen bir kentsel politika hayata geçirilmelidir.

 

  1. Biyolojik ve Kültürel Çeşitliği Koruyan, Geliştiren ve İyileştiren Bir Üretim-Tüketim Kültürü İstiyoruz

Ekonomik büyümeyi tek ve kendi başına bir hedef haline getirmiş, toplumsal ve ekolojik maliyetleri görmezden gelerek hazırlanan ve hayata geçirilen kalkınma politikalarının biyoçeşitliliği yokettiği ve ekolojik döngüleri kısırlaştırdığı bugün her zamankinden daha açık görülüyor. Bu büyümeci bakışla desteklenen, sadece piyasa değeri yüksek üretime odaklanmış, hızlı ve tek tipçi üretim biçimleri, çeşitlendirilmiş ve doğal döngülerle içiçe yapılan bitkisel üretimi yok etmekte, geleneksel tarım bilgisini hiçe saymakta, meralar ve diğer habitatları tehdit etmekte ve küçültmektedir. Hayvancılık da bitkisel üretim gibi gitgide sentetikleşmekte, güvenilirliğini yitirmekte ve endüstriyelleşerek tekellerin eline geçmektedir. Genetiği Değiştirilmiş Organizma’lara (GDO) dayalı ve uluslararası tekellere bağımlı bir gıda sistemine alan açılmakta, tarımsal üretimin en önemli girdisi olan tohumların kontrolü şirketlere bırakılmaktadır. Bu sadece biyoçeşitliliği yok etmekle kalmayıp, çiftçilerin yaşamlarını yeniden üretmelerini tehdit etmektedir. Su varlıkları da bu tür bir tarım politikası doğrultusunda özelleştirilmekte, ekosistemin en temel bileşeni şirketlerin denetimi altına girmektedir.

Tüm yaşam varlıkları bu yollarla pazarlanabilir hale getirildikçe ve/veya sadece ekonomik üretimin birer girdisine indirgendikçe yaşamın çeşitliliği ortadan kalkmaktadır. Canlıların çeşitliğinin güvencesi olan farklı üretim-tüketim biçimleri, farklı yaşama pratikleri silinip gitmektedir. Farklı diller, inançlar, kültürler ve alışkanlıklar, sermayenin doğa üzerindeki iktidarı nedeniyle yok olmaktadır.

Yok oluşu durduracak olan siyaset, biyolojik ve kültürel çeşitliliği koruyan, habitat temelli, farklı canlıların, kültürlerin, dillerin ve yaşam biçimlerinin eşitlikçi ve adil bir temelde bir arada yaşamasını esas alan ekolojik bir siyasettir.  Bu anlamda doğa haklarını ve tüm canlıların kendini yeniden üretebilirliğini tesis edecek yasal, toplumsal, yönetsel bir dönüşüm zorunludur.

Ancak doğa ve kültür varlıklarına (örneğin mega projeler veya turizm sektörü için) hammadde gözüyle bakmayan bir göz, yeni bir uygarlık kurabilir. Anadolu coğrafyasının kültürel ve doğal zenginliğini, çeşitliliğini sahiplenen bir uygarlık yaklaşımını tavizsiz benimseyecek bir iradeye ve makropolitikaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz.

  • Biyoçeşitliliği azaltan, kısırlaştıran, yok eden ekonomik büyüme takıntılı kalkınma politikalarından vazgeçilmelidir. Bunun yerine habitat bütünlüğünün,  biyolojik ve kültürel çeşitliliğin korunmasını sağlayacak bir yaşam modeli esas alınmalıdır.
  • Bu nedenle yurttaşların, biyolojik ve kültürel çeşitliği korumak için, doğrudan  50.000 imza ile yasa teklifi verebilmesinin ve bu tekliflerinin öncelikle görüşülmesinin yasal ve yönetsel olanakları sağlanmalı, “Yurttaşların Yasa Yapabilmesi Hakkında Kanun” için Anayasal düzeyde güvence sağlanmalıdır.
  • Halihazırda doğa ve yaşam alanlarına yapılan ve yapılması planlanan her türlü “yatırım”a ilişkin, yurttaşların karar süreçlerine katılabilmeleri sağlanmalıdır. Yatırımların göstermelik “halkın katılımı” toplantısıyla rıza ve sorun üretmesine son verilmelidir.  Ekolojik ve kentsel açıdan etkileri önemli yatırımlara, halkın onaylaması koşulu karşılandıktan sonra başlanmalıdır.   Ortak karar alma sürecinin yaratılması için, ÇED raporları, su kullanım hakkı anlaşmaları, üretim lisansları, çevre ve kent veri tabanları tüm ayrıntılarıyla vatandaşların erişimine tamamen açık olmalı, böylelikle hakiki bir toplumsal denetime tabi olmaları sağlanmalıdır.  
  • Su havzalarının, ormanların, meraların, göllerin, derelerin, kıyıların piyasaya ve talana açılması kesinlikle yasaklanmalıdır. Maden, taş ocağı, enerji iletim hattı yatırımlarına ormanlık alanlarda izin verilmemelidir.  
  • Doğa ve kültür varlıkları değişim değeri ile değil tarihi, sosyal, yaşamsal değerleriyle toplumsal hayatın içinde anlamlandırılmalıdır.
  • İnsanların binlerce yıldır süren karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma deneyimlerinin yeniden canlandırılmasına yönelik somut adımlar atılmalıdır.
  • İnsan topluluklarının dil, kültür ve inanç çeşitliliği kadar, canlıların çeşitliliğini de esas alan bir eğitim ve kültür politikası, düşünme, yaşama alışkanlığı edinecek bir yaklaşım benimsenmelidir. Toplulukların, bireylerin düşünme, eyleme alışkanlıklarını belirleyen eğitim sistemi de bu doğrultuda yeniden oluşturulmalıdır.

 

  1. Adalete Erişimi Güvence Altına Alan ve Yargı Kararlarına Uyan Bir İdare İstiyoruz

Hak arama hürriyetini güvence altına alan bir devlet sisteminde, toplumun gösteri ve yürüyüş, düşünceyi ifade ve basın hakkını özgürce kullanabilmesi gerekir. Bunun için de devletin iktisadi, siyasi, idari kararlar konusunda toplumu doğru ve şeffaf bir biçimde bilgilendirmesi ve ifade özgürlüğünü teminat altına alması bir zorunluluktur. Bu temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, insan ve doğa haklarına dayanan, demokratik bir hukuk devleti için olmazsa olmaz koşullardır.  Bu çerçevede, kişilerin ve toplulukların adalete erişimi taviz verilmeyecek bir haktır.

Öte yandan, Çevre Hukuku’nda yer etmiş olan “kirleten öder” prensibi fiili olarak parası olana kirletme hakkı tanımakta, yargısal mekanizmalarda da ancak parası olana yargıya başvurma imkanı vermektedir. Bunun gibi, adalete erişimi ekonomik güç ile birebir bağlantılandıran, ekonomik açıdan dezavantajlı yurttaşları bu alandan fiili olarak dışlayan düzenlemelere son verilmelidir.

Türkiye’nin demokratik, sosyal, insan ve doğa haklarına dayalı, evrensel hukuk kurallarını tanıyan bir hukuk devleti haline gelmesini sağlayacak bir siyasi kararlılık talep ediyoruz. Bu bağlamda:

  • Özellikle çevre ve kent politikaları konusunda merkezi otoritenin tek yönlü kararlarını denetlemek için açılan davaların “yurttaş davası” olarak kabul edilerek ücretsiz görülmesi, bilirkişi incelemesi, dava harcı gibi masrafların doğrudan idareden karşılanması yasalaştırılmalıdır.
  • Açılan davalar sonucunda doğayı ve kenti koruyan kararlara uymayan idarecilere ve şirketlere idari ve cezai yaptırımlar uygulanabilmeli, yargı kararlarına uyan bir idare güvence altına alınmalıdır.
  • Altyapı, inşaat ve enerji yatırımlarına olağanüstülük bahşeden ve her defasında emekçi sınıfların geçim kaynakları ile yaşam alanlarını hedef alan acele kamulaştırma ve ivedi yargılama uygulamalarından derhal vaz geçilmelidir.

 

  1. Ekonomiyi Toplumsallaştıran, İyi Yaşamayı ve Geçim Araçlarına Ulaşmayı Güvence Altına Alan Bir Yönetim İstiyoruz

Ekonomi, ekosistemin bir alt parçasıdır. Bu nedenle hayatlarımızı etkileyen tüm süreçlerin olduğu gibi ekonomik süreçlerin de toplumsallaştırılması, demokratikleştirilmesi, kontrol altına alınması ve planlanması esastır.

Yaşamak, hayatta kalmak ve nefes alıp vermekten ibaret değildir. Canlılar, maddi ve manevi bütünlüğü içinde yaşama ve hayatlarını sürdürme araçlarına erişme hakkına sahiptir. Bu nedenle, eğitim, sağlık, barınma gibi temel sosyal  yaşama araçlarına ulaşabilmelidir. Bunu teminat altına alacak bir politika ise iyi yaşamayı ve geçim araçlarına ulaşmayı güvence altına almalıdır. Hiç kimsenin dini, rengi, ırkı, kültürü, yaşama biçimi, siyasal düşüncesi nedeniyle  baskıya, şiddete, ayrımcılığa uğramaması sağlanmalıdır. Herkesin iyi yaşama hakkı vardır. Bugün ise şirketlerin kârları uğruna toplumun geçim araçları ve iyi yaşam hakkı yok edilmektedir.

Ekonomi alanının toplumsallaşması ve bu alanın asıl özneleri olan sosyo-ekonomik birimlerin adalet, kendine yetebilme ve özyönetim temelinde var olabilmesi esastır. Üretim, paylaşım ve tüketim süreçleri, ekolojik, doğanın sınırlarını gözeten, demokratik, dayanışmacı ve özyönetimci ilkelere dayandırılmalı; toplumsal çabanın hedefi azami üretimi ve tüketimi sağlamak değil toplumun mutluluğunu ve sağlığını arttırmak olmalıdır.

  • Sağlık, eğitim, konut, gıda gibi toplumsal hayatın temelini oluşturan araçlara erişim ekonomik statüden ve siyasi iktidar mekanizmalarından bağımsız haklar olarak tanınmalı ve hayata geçirilmelidir.
  • Kolektif, özyönetimci, dayanışmacı üretim, paylaşım ve tüketim yapılarının kök salması ve kuvvetlenebilmesi için gerekli ekonomik, toplumsal ve hukuki çerçeve oluşturulmalıdır.  
  • Ekonomik alanın, sosyo-ekonomik birimlerin birbirlerinin ve doğanın varlığına tehdit oluşturmadan varolmaya devam edebilmelerini sağlayacak şekilde toplumsal şekillendirilmeye açık olması sağlanmalıdır. Bu bağlamda farklı ölçeklerde kurgulanabilecek demokratik-katılımcı ekonomik planlama yöntemleri düşünülebilir.
  • Özellikle üretim alanında kooperatifler gibi dayanışmacı yapıların kurulması ve işleyişini kolaylaştıracak yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Dayanışmacı-özyönetimci yapıların şeffaf finansal araçlara ve AR-GE faaliyetlerine adil erişimlerinin sağlanması, farklı ürünler geliştirmelerine destek verilmesi ve dayanışmacı örgütlenmelerin birbirleriyle bilgi ve deneyim paylaşabilmelerini sağlayacak mekanizmalar kurulması bu bağlamda düşünülebilir.

 

  1. Hastalık ve Yıkım Değil Adil, Eşit, Güvenceli ve Sağlıklı Bir Hayat Üreten Emek Süreçlerinin Tesis Edilmesini İstiyoruz

İçinde yaşadığımız neoliberal toplum kriz ve hastalık üretmekte. Yurttaşlar evde veya işyerinde çalışırken sağlıklarını (ve kimi zaman hayatlarını) kaybediyorlar. İş bulamadığında ise yurttaşlar yardım, bağış, iaşe temelinde güçsüzleştiriliyorlar. Güvencesiz üretimin yarattığı taşeron kültürü, sağlıksız ilişkiler yaratıyor. Bu çalışma biçiminin zihnen ve madden hastalık ürettiği artık ortadadır. Bu nedenle de üretimin bugün olduğu gibi her türden emekçiyi yaşamlarına yabancılaştıran bir biçimde sürmesinin olanağı yoktur.

Bütün bunlara, “ekonomik büyüme için katlanılması gereken maliyetler” deniyor. Ancak ekonomik büyüme, yıllardır ne toplumun her kesimini aynı şekilde ihya etti, ne de maliyetleri topluma adil biçimde dağıtıldı.  Büyüyen Türkiye’de şirketlerin kârı gibi eşitsizlik de arttı, çevre yıkımı katmerleşti, işçi cinayetleri neredeyse sıradanlaştı. Bu büyüme odaklı ve adaletsiz modelin hem ekonomik, hem toplumsal hem de ekolojik krizler yarattığını çok iyi biliyoruz.

Şirketlerin kârını değil toplumun geniş kesimlerinin iyi yaşam hakkını öncelikli gören bir ekonominin tesisi için üretim ve çalışma alanında atılacak bir dizi adım olduğunu düşünüyoruz:

  • Kuralsız, denetimsiz ve güvencesiz çalışma sona erdirilmeli ve iş yaşamının güvenceleri oluşturulmalıdır. Bu bir lüks değil, acil bir gerekliliktir.
  • Çalışanların çalıştıkları iş yerinde, dolayısıyla hayatlarını ve geçim kaynaklarını birebir etkileyen süreçlerde söz, karar ve yetki sahibi olmaları yasal güvenceye kavuşturulmalıdır. Bu yapılması ne imkansız ve ne de emsalsiz bir öneridir. Çalışanların işyeri yönetimine katılımının farklı modelleri hem Türkiye’de hem de dünyada uygulanmıştır.
  • Ücretli çalışma hayatı içinde bulunan herkesin asgari iyi yaşama koşullarına erişim hakkı olduğu kadar, ücret karşılığı çalışmayanların da iyi yaşama koşullarına erişim hakkı vardır. İyi ve onurlu yaşam için ücretli çalışmak bir zorunluluk olmamalıdır. Bu noktada özellikle hane içindeki ücretsiz emeğin görünür olmasına ve hane içi ücretsiz emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine ihtiyaç vardır.

Özetle, çalışma bu anlamıyla bir angarya olmaktan çıkartılmalıdır. Çalışanların kendilerini yenileyebilecekleri kadar çalışması, karar alma sürecine katılması ve işyerlerinde üretim ve yönetimin toplumsal denetimi güvence altına alınmalıdır. Kuralsız, denetimsiz, kontrolsüz bir üretim süreci, ancak mutsuz, sağlıksız ve özgüvensiz bir toplum yaratabilir.

 

  1. Cinsiyetçi ve Türcü Kamusal Politikalar Değil Tüm Ezilenleri Her Alanda Gözeten Politikalar İstiyoruz

Doğanın sınırsızca tahrip edilmesinin altında, insanın doğadan üstün olduğu ve doğaya hükmettiği varsayımına dayanan bir üretim tarzı ve erkek egemen, cinsiyetçi ve türcü toplumsal hiyerarşiler yatıyor. Toplumsal cinsiyette erkeği önceleyen ve insan türü dışındaki tüm türleri önemsiz gören mevcut politikalar ve bu hiyerarşilerin oluşturduğu iktidar ilişkileri, insan türü ve baskın erkeklik sınırları dışında kalan her şeyin yok edilmesine yol açıyor.  Bu uğurda istenilen göl kurutuluyor, istenilen yere termik santral yapılıyor, kent parkları otoparklara, ormanlar ‘kalkınma’ adına köprülere dönüştürülüyor.

Erkek egemen zihniyetin şekillendirdiği bir toplum, doğayla bütünleşik biçimde varlığını sürdüremez. Bu şekilde kurgulanan bir hükmetme, dizginleme ve siyasi iktidarı merkezileştirerek zenginleşme hırsı, insanlığın bugününü ve geleceğini tehdit ediyor. Türcü ve cinsiyetçi toplumsal yaşam, kamusal alanda ancak erkeği ve onun politikalarını görünür kılmaya devam ediyor. Bu anlamıyla cinsiyetçilik, toplumun farklı düşünme, duygusal farkındalıkları temelinde bir arada yaşama, ortaklaşarak dayanışma ağlarını köreltmektedir.  Bizler ise, toplumu, başka türlü tahayyül ediyor ve başka türlü kurmayı istiyoruz:

  • Kamusal alanda kadınları ve LGBTQ bireyleri görünür kılan mekanizmaların tesisini istiyoruz. Toplumsal hayatın muhtelif alanlarında temsiliyet ve aktif katılım açısından adalet ilkesini hayata geçirecek düzenlemeleri talep ediyoruz.
  • Kentleri insanın dışında kalan tüm türlere kapatan politikalar yerine, hayvanların özgürleştirilmesini, endüstriyel ve ticari bir meta haline gelmesinin önüne geçilmesini, insan dışı canlıların şehrin dışına sürülmesini ve kentsel ekolojinin dışındaymış gibi yaftalanmasını engelleyecek bir kentsel yaşam talep ediyoruz.

 

  1. Enerji Güvenliği ve Bağımsızlığı Kadar Enerji Adaletini de Önemseyen Bir Enerji Politikası İstiyoruz

Enerji sektörünün özelleştirilmesini takip eden son 15 yılda Türkiye’nin neredeyse her köşesi enerji santrali şantiyelerine dönüştü; ülke adeta tek bir büyük, elektrik ve fosil yakıt iletim tesisi haline geldi. Plansız, öngörüsüz, toplumsal denetim olmadan ve yangından mal kaçırırcasına gerçekleştirilen enerji yatırımları cazibesi yüksek, kârlı bir sektör yaratırken, son sürat devam eden doğa talanına da yol açtı. Enerji arz güvenliği adına kırsaldaki küçük üreticiler üretim kaynaklarından, topraklarından, sularından edildi, köylüler ve kasabalılar yaşam alanlarından koparıldı, zeytinlikler yağmalandı. Mülksüzleştirilen üreticiler güvenliksiz maden dehlizlerinde ölüme terk edildi.

Enerjiyi hepimizin aynı şekilde, aynı miktarda kullanmadığımız açık olduğu gibi, “mum ışığında kalmamanın” bedelini de hepimizin eşit sırtlamadığı açık. Enerji sektörü, birileri için garantili yüksek kârlar  diğerleri için göç, yoksulluk ve ölüm anlamına geliyor. Ne olursa olsun enerjiyi değil, adil enerjiyi; enerjinin ne için kullanılacağından yalıtılmış olarak kendisini değil, hepimize sunabileceği iyi yaşamı istiyoruz. Enerji politikasına şekil verenin sınırsız bir ekonomik büyüme iştahını beslemek değil, ne için, kim için, nasıl enerji soruları olmasını talep ediyoruz.  Enerji güvenliği korkusu simsarlarının ve daha fazla kâr güdüsüyle tüketimi özendirenlerin enerji sektörü yerine, demokratikleştirilmiş enerji üretimi ve herkes için adil enerji istiyoruz.  

  • Enerji üretim, dağıtım, tüketim ve karar alma süreçlerinin demokratikleşmesini talep ediyoruz. Bu süreçlere geniş tabanlı toplumsal paydaş gruplarının katılımını sağlayacak adımların atılmasını gerekli görüyoruz. Bu bağlamda, nihai bir çözüm olmasa da enerji yatırımlarının karar alma, uygulama ve işletme süreçleri temsil yeteneğine sahip yerel birimlerce yürütülmeli; enerji yatırımlarından belli bir yüzde doğrudan yerel ekonomiye aktarılmalıdır. Tarımsal üretime, sulama ve içme suyuna doğrudan ve dolaylı etkisi olabilecek enerji yatırımları iptal edilmelidir.
  • Enerji üretimi ve tüketiminin maliyetlerinin toplumsal dağılımının adalet ekseninde düzenlenmesini istiyoruz. Buna yönelik olarak, toplumsal işlevine göre derecelendirilmiş mazot fiyatları gibi mali politika araçları geliştirilebileceği gibi, farklı vergilendirme yöntemleri de bulunabilir.
  • Enerji ihtilaflarında tazminat ve kamulaştırma bedellerinin yegane çözüm aracı olarak kullanılmasından vazgeçilmeli, orta vadede mülksüzleştirmeye sebep olan bu geçici yaklaşımlar yerine yerel nüfusun koşullarının yerinde iyileştirilmesi ilk hedef olmalıdır.
  • Yerel inanç merkezi, dil ve kültür merkezi niteliğine sahip doğal alanlar – mülkiyet durumuna bakılmaksızın – yatırım yapılamayacak alanlar olarak tanımlanmalı, devamlılıkları ÇED süreçleriyle garanti altına alınmalıdır.
  • Ekolojik riski, toplumsal ve ekonomik maliyeti yüksek merkezi sistemlerden ve enerji yoğun sektörlerden vazgeçilmek suretiyle azaltmayı ve enerjinin ademi merkezileştiği, toplum ve doğa odaklı enerji dönüşümünü talep ediyoruz.

 

  1. Yurtiçinde ve Uluslararası Düzlemde İklim Adaletini Temel Alan Kapsamlı, Kapsayıcı ve Emek-Eksenli Bir İklim Politikası İstiyoruz

Türkiye’nin  20 yıldır  gerek yerel gerek  küresel ölçekte iklim değişikliği konusunda hareket etmekte geç kaldığını, çekimser ve korumacı davrandığını kaygıyla izledik. Öte yandan doğa varlıklarının ekonomik büyüme hedefiyle hızla talan edildiği bu süreçte, gezegenin şirazesini kaydıran iklim krizine karşı başka bir politikanın mümkün olduğunu da biliyoruz. Kapsamlı ve kapsayıcı bir iklim politikası, hem iklim değişikliğine yol açan sera gazlarını üreten faaliyetlerin azaltılmasını, hem de iklim değişikliğinin etkilerine uyumu sağlayacak bir önlemler demetidir. Bu bağlamda, iklim değişikliğinin etkilerine karşı en kırılgan olan toplumsal kesimlerin önceliklendirilmesi esastır.

Bu çerçevede iklim politikaları, burada biçimlendirilen siyasi programın hem vazgeçilmez bir unsurudur, hem de sayılan siyasi taleplerin ayrılmaz bir bileşenidir.

  • Öncelikli olarak kısa vadede sera gazı emisyon azaltım potansiyeli belirlenmeli, ‘kalkınmakta olan ülke’ statüsü ve ‘özel koşullar’ kalkanının arkasına saklanmaktan vaz geçilmelidir.  Sera gazı emisyonuna yol açan tüm sektörlerin ve bu sektörlerin bileşenlerinin güncel envanterinin bilimsel biçimde oluşturulması ve kamuya açık şekilde takibinin yapılması gerekir.
  • Türkiye için emisyonların zirve yapacağı yıl, yerel ve küresel adalet çerçevesinde, Sera Kalkınma Hakları Çerçevesi (Greenhouse Development Rights) benzeri çerçeveler ile uyumlu bir biçimde ilan edilmelidir. Bu ise, uluslararası iklim finansmanı da hesaba katıldığında 2013’te 463 milyon ton eşleniği (Mton-eq) olan sera gazı salımlarının 2025 itibariyle 510 milyon ton eşleniği seviyesinde zirve yapması ve hızla düşüşe geçmesini gerektirir.
  • Türkiye’nin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCCC) 2015 yılı içinde sunmak zorunda olduğu ‘niyet edilen ulusal düzeyde belirlenmiş taahhütler’ (INDC) ülke düzeyinde katılımcı ve hesap verebilir bir süreç ile belirlenmelidir.
  • Atmosferi metalaştıran karbon piyasası gibi çalışmadığı kanıtlanmış yapay çözümler yerine net azaltım hedefleri ve bir uyum havuz fonuna katkı yapacak katı bir karbon vergisi gibi öneriler gündeme alınmalıdır.
  • Uyum konusunda tüm ülke çapında kapsamlı, bilimsel ve tutarlı bir etkilenebilirlik analizi yapılıp, en kırılgan toplumsal kesim ve ekosistemlerin belirlenip bu alanlarda öncelikli koruma ve risk azaltma çalışmalarının yapılması gereklidir.
  • İklimi değiştiren ve ekolojik bedelleri yoksul halka ödettirilen kalkınma yolu, fosil ve nükleer enerji, otomobile dayalı ulaşım, tüketimi azdırmaya yönelmiş kapitalist üretim terk edilmelidir.

 

  1. Siyasal İktidarı Bir Zorbalık Düzeni Haline Getiren Anlayışı Reddediyoruz  

Siyasal iktidarı dar çıkarları için kullanan, bunun için siyasal rejim değişikliğini gündeme getiren, rejim değişikliği baskısı altında toplumu korku, şiddet ve baskı ile yöneten bir iktidar anlayışının garantisi, güvencesi, destekçisi olmayacak bir siyaset istiyoruz.  Bunun için ilk ve öncelikli olarak kişiler ve topluluklar için ifade özgürlüğü, bilgi edinme, temsil ve katılım hakkının güvence  altına alınmasını  talep ediyoruz.

  • Özgürlükçü demokrasiyi parlamenter temelde, meclis ve kamusal forumlar anlayışıyla koruyacak olan bir siyasal kültür ve yönetim istiyoruz. Karar alma süreçlerine demokratik katılımı oy vermeye indirgemeden, siyasi katılımın çoğulcu yöntemlerle hayata geçirilmesini talep ediyoruz.
  • Temsiliyeti dört-beş yılda bir yapılan seçimlere endekslemeyen, her an hesap sorulabilir, denetlenebilir, geri çağrılabilir bir siyasi anlayışı  esas alan ve yurttaşlara hesap vermekle yükümlü idari bir düzen talep ediyoruz.
  • Kolluk faaliyetini şiddet, zorbalık ve güç gösterisi haline getirmeyecek bir yönetim istiyoruz.
  • Toplumsal talepleri görmezden gelecek bir yönetimi değil, toplumsal demokrasiyi, eşitliği, adaleti ve ekolojik yaşamı kuracak bir yönetim istiyoruz.

 

Ekoloji Kolektifi

24.03.2015