15 Haziran’da Gezi Parkı’nın zor kullanılarak boşaltılmasının hemen ardından İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin (İBB) yangından mal kaçırırcasına parkı ağaçlandırma seferberliğine girişmesini şaşkınlıkla izledik. Sokaklarda eylemci avı hala sürerken ve Taksim’de fiili bir olağanüstü hal durumu söz konusuyken Gezi Parkı bir dostlar alışverişte görsün çevreciliği himayesinde ilk aşamada 20 yetişkin ağaç dikilmek suretiyle ıslah edilmek istendi. Dört vatandaşın canına yüzlercesinin yaralanmasına sebep olan 3 haftalık bir itirazın üstü hazır çim rulolarıyla örtülmeye çalışıldı. ‘Tahrip edilen yeşil alanların yeniden düzenlenmesi’ adı altında sunulan çalışma sadece 20 ağaç ile sınırlı değil. İBB kaynakları Gezi’ye dikilen yeni yetişkin ağaç sayısının 100’e çıkartılacağını, parkın ayrıca 202 bin mevsimlik çiçek ve 5 bin gül ile süsleneceğini müjdeliyor.
Bu beklenmedik çevreci uyanışı Gezi Parkı’nın olası tekrar işgaline yönelik fiziki bir ön alma olarak okumak mümkün. ‘Masum’ çevrecilerin bunca yeni ağacı ve çiçeği ezip çadır kurması, kalabalık gruplar halinde parka yayılması beklenemez, öyle değil mi?
Öte yandan, daha üç hafta öncesine kadar, parka en ufak kamuoyu çekincesi olmaksızın iş makinaları sokabilen, Topçu Kışlası projesinde burnundan kıl aldırmayan iktidarın büyük bir telaşla ağaçlandırma çalışmasına girmesini, direnişin bir başarısı olarak görmek de olası. Nihayetinde, Gezi direnişinin üzerinde yükseldiği olağanüstü meşruiyet ve haklılığın karşısında durabilmek ancak onun dilini ve simgelerini kullanarak mümkün olabiliyor ancak. Öte yandan, Gezi Parkı’nın ağaçlandırılması komedisi iktidarın ekoloji mücadelelere karşı uyguladığı ilk ‘yeşile boyama’ taktiği değil. Benzer ‘yeşillendirme’ taktiklerine yerel ekoloji mücadelelerine karşı sıklıkla başvuruluyor; bir noktada yok edilen gerçek yaşam alanları bir diğer noktada üretilen peyzaj çalışmalarıyla dengelenmeye çalışılıyor. Sırf bu sebepten Gezi Parkı’nın ağaçlandırılması hamlesi gündelik bir taktikselliğin ötesinde ciddiye alınmayı ve iktidarın ekoloji anlayışının bir yansıması olarak okunmayı hakediyor.
Rant değeri olan yaşam alanlarını yeşile boyanmış peyzaj ile ikame etme projelerinden belki de en çarpıcı olanı Trabzon’un Solaklı Vadisi’nde yaşandı/yaşanıyor. Trabzon sınırları içerisinde kalan sahilde Of, sonrasında Dernekpazarı, Çaykara üzerinden güneyde Bayburt sınırına kadar uzanan Solaklı vadisi Doğu Karadeniz’de ekolojik yıkımın en yoğun olarak yaşandığı vadilerden bir tanesi. Yaklaşık 60 kilometre uzunluğunda olan vadiye adını veren Solaklı Deresi ve kolları üzerinde lisansı verilmiş 36 adet irili ufaklı HES projesi ve bunlara bağlı olarak gelişen çok sayıda taş ve çakıl ocağı var. Bu projelerden bir kısmı halen inşa halinde, bir kısmı çoktan üretime geçmiş olsa da, özellikle vadinin üst kesimlerinden, Karaçam ve Köknar köylerinden, yükselen itirazlar sayesinde Solaklı Doğu Karadeniz’de HES karşıtı mücadelenin önemli noktalarından bir tanesi. Son dört yıldır HES mücadelesi veren vadi yüksek rakımdaki projelere başlanma kararı ile 2011 sonbaharında iyice gerilmiş, köylülerin sürekli eylem, su başında nöbet tutma, yol kesme, iş makinası yakma gibi direniş pratiklerini toplu gözaltı ve tutuklamalar takip etmişti.
İktidarın Solaklı Vadisinde yükselen itiraza ve bu itirazın tüm HES karşıtı mücadelelerde yankı bulma ihtimaline karşı tepkisi zaten HES’lerden önce tamamen kırsal bir alan görüntüsünde olan vadiye bir rekreasyon alanı yapmak oldu. Devlet Su İşleri (DSİ) ve Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) işbirliğince yürütülen "Solaklı Vadisi İyileştirme Projesi" taşkın kontrolünün yansıra vadiye ayni zamanda HES havuzu işlevini görecek bir gölet, kapsamlı bir çevre düzenlemesi, hazır döşenmiş çim alanlar ile bir de mesire yeri kazandırmayı amaçlıyordu. Böylelikle bir yandan vadi sermayeye açık tutuluyor bir diğer yandan da vadinin içinden yükselen ekolojist itiraz yapay bir çevrecilikle bastırılıyordu. Tabi, tüm bunlar olurken vadi içinde tehdit altında bulan insan-doğa ilişkisi ucuz bir kopya ile taklit ediliyor, bu simülasyonun, kim bilir, turizm üzerinden yeni bir tüketim biçimine tahvil olması da bekleniyordu.
Karadeniz coğrafyasında HES merkezli bir başka “yeşile boyama örneği” de Rize, Hemşin’de yaşandı. Hemşin belde merkezi içinde yapılması planlanan ve Hemşin’in yarısını su altında bırakacak olan HES’in tepki çekeceği çok muhtemeldi. Belki de bu yüzden HES projesi 1500 nüfuslu bu köy irisi şirin kasabaya bir kentsel dönüşüm paketi içerisinde satılmaya çalışıldı. 2010 yılında BM Holding öncülüğünde başlatılan ve AK Parti Rize milletvekillerince tanıtılan proje tamamlanınca su altında kalan yerlerin yerine 200 konut ile 60 civarı dükkan yapılacak, konut inşaatını TOKİ üstlenecek, üstelik bölge mimarisini dikkate alacaktı. Halihazırda bir doğa harikası olan bölgeye gelen az sayıda turist sayısı – artık nasıl olacaksa – yapay düzenleme sonrası 100 katına çıkacak, insanlar baraj gölünde sandal sefası yapmak için kuyruğa girecek ve çevre düzenlemeleri ile kasaba eskisinden güzel olacaktı. Proje açıklandıktan üç yıl sonra şu an baraj bitmiş durumda ama henüz su tutulmuş değil. Şirket’in mali krizde olduğu söyleniyor ama projenin de tam anlamıyla rafa kalktığı da söylenemez. Bu arada TOKİ bir kısım konutu bitirmiş durumda. Yöre mimarisine uydurulmak için ahşap şeritler giydirilen betonarme dört binanın bölge ekolojisine katkı sunmak bir tarafa çevre köylerin boşalma sürecini hızlandırdığı söyleniyor.
Bir süre önce, yine bu satırlarda, Gezi Direnişi’nin ilhamının uzaklarda aranmaması gerektiğini, yerel ekoloji mücadeleleri ile Gezi Protestoları arasında teorik ve pratik açılardan benzerlikler olduğunu yazmış, direnişin bir kırılmadan ziyade bir devamlılığa işaret ettiğini öne sürmüştüm. Gezi’nin insansızlaştırıldıktan sonra uzun uzadıya ağaçlandırılması süreci aslında bu devamlılığın sadece direnişçiler için değil, iktidar açısından da söz konusu olduğuna kanıt sunuyor.
On bir yıllık AK Parti iktidarının hem ekolojik yıkım hem de dikilen ağaç sayısı açısından bir zirveye tekabül etmesi aslında hiç de rastlandı değil. Çünkü iktidar, sosyo-ekolojik bir birlikteliğin ifadesi olan çevre ile etraf anlamına gelen çevreyi ayırmakta ve birincisini ranta tahvil ederken sadece ikincisini derleyip toparlamakta ve hata mümkünse ilki yerine pazarlamakta çok ısrarlı. Gezi Parkı’nın ağalandırılması da, Solaklı ve Hemşin projelerini de aslında bu ısrarın bir birine benzer örnekleri. Başbakan’ın mitinglerinde sık sık altını çizdiği hükümetin ağaç dikme konusundaki performansını ve sökülen her ağaç için şirketlere beş ağaç diktirtme seferberliğini de bu bağlamda okumak ve eleştirmek lazım. İktidar yaşam alanlarımızdan rant için söktüğü ağaçların karşısına rahat rahat otoban kenarlarında yapılan peyzaj çalışmalarını koyabiliyor ve bunda da ikna edici olabiliyorsa, ekoloji mücadelesi, meselenin neden üç beş ağaç meselesi olmadığını gerçekten de anlatamamış demektir. Kesilen her ağacın insani ve toplumsal bir karşılığı olduğunu gösterebilmek, mesela Taksim’de sadece Gezi’deki ağaçlar için değil, o ağaçların bedelsiz oturabileceğimiz gölgeleri için de yollarda olduğumuzu daha iyi bir şekilde anlatabilmemiz gerekiyor. Ancak bu şekilde iktidarın yaşam alanlarının yerine koyduğu “yeşile boyama” politikalarını gerçek anlamıyla sorgulayabilir; Gezi ile Gola Çetu, İstanbul ile Solaklı ve Hemşin arasındaki bağı kurabiliriz.