Geçtiğimiz hafta BGST üyeleri olarak, 19 Eylül’de gerçekleşecek Kardeş Türküler Açıkhava Gösterisi’ni değerlendirmek üzere bir araya geldik. Öncelikle çalışmalarda yürütücülük sorumluluğu alan arkadaşlar gösteri hakkında bir aktarım yaptılar, akabinde sahnede nasıl bir sanatsal-politik dilin oluşturulacağını, dramaturjik yönelimlerin neler olabileceğini birlikte tartıştık.

Toplantıda konuşulanların yayımlanması önemli olmakla birlikte amacım bu değil.

Ben kentsel dönüşüme ilişkin yaptığımız tartışmayı ana hatlarıyla aktarmak ve gözleyebildiğim kadarıyla Kürt Hareketi’nde yeni kamusallaşmaya başlayan, oldukça önemli bir tartışmaya dikkat çekmek istiyorum.

Toplantıda kentsel dönüşümü, doğal olarak öncelikle yaşadığımız kent olan İstanbul’u merkeze alarak değerlendirdik. Kentsel dönüşümün yüksek arazi bedellerine sahip bölgelerde yoğunlaştığı aşikâr. Anadolu yakasında yaşayanlar, özellikle Bağdat Caddesi ve çevresinde yıkım ve yeniden yapım işlemlerinin şaşırtıcı bir hızla devam ettiğini belirttiler. Öte yandan, ’99 depreminde zarar gören ve hali hazırda riskli bölgeler olan Avcılar, Zeytinburnu gibi daha yoksul alanlarda, bu bölgelerdeki emlakın daha değersiz ve kârın daha az olması nedeniyle, insan sayısının yüz binlerle ifade edilmesine rağmen dönüşüme henüz doğru dürüst başlanmadığını biliyoruz. Aslında sadece bu iki veriyi yanyana koyarak, kentsel dönüşümün rant öncelikli gerçekleştiği gün gibi ortada. İstanbul’un kuzeyinin köprü, bağlantı yolları, havaalanı gibi projelerle yerleşime açılması da yine yeni rant alanları yaratma yönelimiyle ilgili. Tartışma sürerken söz alan bir arkadaşımız Kürdistan’da da benzer bir sürecin işlediğine dikkat çekti ve Diyarbakır’ı örnek verdi. Ardından telefonuna kaydettiği fotoğrafları gösterdi. Açıkçası Dicle kenarına yapılan binaların İstanbul’daki muadillerinden mantık ve ürettikleri toplumsal “fayda” açısından hiçbir farkları yok. Tek fark, Diyarbakır’ın Ekolojik Toplum sloganına sahip bir belediyesinin olması.

Tartışmayı, gösteride sanatsal-politik bir dille bir şeye işaret edeceksek bu, zaten herkesin bildiği ve diline doladığı İstanbul’daki kentsel dönüşüm kadar, İstanbul dışındaki, örneğin Kürdistan’daki deformasyon da olmalı diyerek bitirdik ve diğer gündemlere geçtik.

Son dönemde Kürdistan’daki deformasyonun ve kentlerdeki dönüşümün boyutunu, kadroların sorumluluklarını da dahil ederek tartışan birkaç önemli yazı yazıldı. Bu yazılar konuyu daha da netleştirmemizi sağlayabilir.

Bir süre önce, 20 yıl Türkiye’den uzak kalan Kürt gazeteci-yazar Günay Aslan ülkeye döndü ve izlenimlerini Özgür Politika’ya yazdı. Ne yazık ki, IŞİD’in Şengal saldırısı ve cumhurbaşkanlığı seçiminin patırtısı arasında kalan bu yazı hakkettiği tartışmayı açamadı. Halbuki, “Amed İzlenimleri: Niteliksiz Nitelik” başlıklı yazı, bildiğim kadarıyla hareketin yayın organlarında ilk kez bu kadar aleni bir biçimde siyasi kadrolar ile toplumun çıkar karşıtlığını tartışmaya açıyordu.

Günay Aslan yazısında, öncelikle Kürdistan gezisinden izlenimlerini aktarıyor. Şehirlerin eskiden birbirinden farklı olduğunu, kendi karakteristiklerini taşıdıklarını,  oysa son dönemde TOKİ inşaatları ile birlikte kentleri birbirinden ayıran tek şeyin “ölçek” farklılığı olduğunu belirtiyor. Mekansal olarak büyümüş kentlerin % 80’inde en temel altyapı sorununa, kanalizasyona ilişkin problem yaşandığına dikkat çekiyor.

Devamında, -yazıdan uzun bir alıntı yapmayı göze alarak- şehirlerin durumu ile siyasetçilerin pozisyonunun nasıl değerlendirildiğine bakalım;

“Mekansal ve toplumsal dokudaki çarpık bu 'değişim' sınıfsal uçurumu da derinleştirmiş ve şehirleri sosyal patlamalara gebe hale getirmiş. Bilinçli bir müdahaleyle ve politik bir projeyle gerçekleştiği anlaşılan ve travma yaratan 'kentsel değişimin' bu yanı pek görülmüyor ve sorgulanmıyor fakat, bunun yakın erimde ciddi sorunlar üreteceği çıplak gözle bakıldığında bile fark ediliyor.
Diyarbakır'da yakın erimde ciddi sorunlar yaşayacak şehirlerin başında geliyor. Gerçi burada bugün bile çok ciddi sorunlar yaşanıyor ancak, bunlar her nedense görmezden geliniyor. Burada kimse gerçekleri açık açık konuşmaya ve tartışmaya yanaşmıyor. Siyaset dünyamızda ve kurumsal yapımızdaysa bir tıkanma ve yıpranma göze çarpıyor.
Burada dehşet verici bir yoksulluk ve buna bağlı olarak da derin bir sınıfsal ayrışma yaşanıyor. 
Hali vakti yerinde olanlar tel örgülerle ve yüksek duvarları çevrili güvenlikli sitelere çekiliyor. Zenginlik ve güvenlik açısından Diclekent'in İstanbul Bahçeşehir'den bir farkı görünmüyor. Amed'in yoksullarıysa gece kondu semtlerinde yaşam savaşı veriyor. Burada hırsızlık, fuhuş, uyuşturucu, kaçakçılık, şiddet olayları son derece sıradanlaşmış bulunuyor. Şehir bunları deyim yerindeyse içselleştirmiş görünüyor.
Kendini 'makro siyasete' kaptıran ve 'mikro sorunlar' için fırsat bulamadığı anlaşılan bizim siyaset sınıfıysa bu sorunlara eğileceği ve çözümler üreteceği yerde her durumda topu taca atıyor. İktidar ve rant hırsı gözleri kör etmişe benziyor. Her yerde neredeyse gruplaşma ve buna bağlı olarak da çürüme yaşanıyor.”

Günay Aslan’ın makro siyaset ve mikro sorunlar vurgusunu okurken, Gültan Kışanak’ın Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçildikten sonra yaptığı ilk açıklamalardan biri geliyor akla. Gültan Kışanak kente ve yaşanan sorunlara dair bir plan, program açıklamaktansa Mesud Barzani’ye özenir bir biçimde Diyarbakır‘da çıkarılan petrolden pay istemişti, hatırlanacak olursa.

Aslında yapılan tespitler bilinmedik şeyler değil. Diyarbakır’dan gelen, azıcık akıl sağlığı yerinde olan ve ranta bulaşmamış bir tanıdığınızla konuşursanız benzer tespitleri çok rahat duyabilirsiniz. Yeni ve değerli olan bu tartışmanın artık ulu orta yapılır hale gelmesi. Ya da başka bir ifade ile, kapalı kapılar ardına yahut eş dost sohbetinin sınırlarına sığdırılamayacak hale gelmesi.

Günay Aslan’ın yazısındaki tartışmayı, geçtiğimiz günlerde Dicle Haber Ajansı muhabiri Hayri Demir’in haberi derinleştiriyor. Haber üzerine Ferda Çetin tarafından yazılan “Kırklar Dağı’ndaki Talana Kim Dur Diyecek” yazısı da Günay Aslan’ın açtığı tartışmayı destekler nitelikte:

“"Bu kadar yoğun gündem varken sırası değil" ya da "kol kırılır yen içinde" diyerek ötelenemeyecek bir haber. (...)Dağın bazı bölümleri özel mülkiyet, büyük bölümü ise hazineye ait. Birkaç yıl öncesine kadar Kırklar Dağı tüm Amedlilerin ortak değeriydi. Bu ortak değer, Amed Büyükşehir Belediyesi’nin proje onayı ve Sur Belediyesi’nin 2010 yılının 31 Aralık tarihinde verdiği ruhsat ile özel mülkiyete, ranta peşkeş çekildi. (...) Kırklar Dağı’nın ranta kurban edilmesinin hikayesi şöyle:
Emekli Hava Pilot Yarbay Ufuk Eser, devlete büyük hizmetlerini(!) tamamladıktan sonra, yurtseverleşmiş(!) ve emekliliğinde de halka hizmet etmeye karar vermiş. Bir inşaat şirketi kurarak Kırklar Dağı’nda inşaat yapmaya başlamış. Bir alışveriş merkezi, 27 katlı lüks bir otel ve 200 konuttan oluşan inşaatların yapımı kaşla göz arasında başlamış. "Diyarbakır Konakları" adı verilen bu binalar 498.000 TL’ye varan fiyatlarla satılmış.”

Tartışmanın, muhataplarının da katılımı teşvik edilerek devam etmesi ve Kırklar Dağı’na yönelik olumlu sonuçlar elde edilmesi çok önemli gözüküyor. Günay Aslan’ın işaret ettiği çürümenin önüne politik söylevlerle değil, pratik adımlarla geçilebilir. Öte yandan Kürdistan’da rant üreten, ekonomik çıkarların toplumsal faydaya tercih edildiği tek alanın Kırklar Dağı olmadığı da ortada.