Bu köşe yazısı, Fife, İskoçya’da bulunan St. Andrews Üniversitesi’nin 600. Kuruluş yıldönümü kutlamaları kapsamında Noam Chomsky’nin 19 Haziran 2012’de yaptığı konuşmadan uyarlanmıştır.
Son olaylar o denli tehdit edici bir yörünge izliyor ki vatandaşlık ve insan haklarının tesisindeki en büyük olaylardan biri olan ve 1225’te Kral John’a kabul ettirilen, İngilizlerin özgürlük belgesi Manga Carta’nın yayımlanmasının bininci yıldönümüne kadar dünyaya gelecek birkaç nesil sonrasına bakmak değerli bir çaba olabilir.
Bizim şu anda yaptıklarımız ya da yapamadıklarımız, bu yıldönümünü nasıl bir dünyada karşılayacağımızı belirleyecek. Önümüzde pek de hoş bir geleceğin var olduğu söylenemez, en azından Büyük Özgürlük İmtiyazı gözümüzün önünde paramparça edildiği için.
Manga Carta’nın ilk akademik baskısı, 1759’da İngiliz hukukçu William Blackstone tarafından yayımlandı. Blackstone’un çalışması, ABD anayasa hukukunun kaynaklarından birini oluşturdu. Belge’nin başlığı, daha önceki uygulamalara uygun olarak “Büyük İmtiyaz ve Orman İmtiyazı (Carta de Foresta)” idi. Bu belgelerin her ikisi de bugün çok önemlidir.
Bunlardan ilki, Özgürlük İmtiyazı, İngilizce konuşan halkların temel hakları açısından bir dönüm noktası olarak bilinir. Ya da Winston Churchill’in biraz daha genişleterek söylediği gibi, “herhangi bir tarihte, herhangi bir ülkede özsaygısı olan bütün insanların imtiyazı”dır.
1679’da, resmi adı “kişinin özgürlüğünün daha iyi güvence altına alınmasını sağlamak ve deniz aşırı ülkelerde hapse atılmasını önlemek için yasa” olan Habeas Corpus Yasası’nın (kişinin haksız tutuklanmasını yasaklayan kanun) dahil edilmesiyle birlikte Özgürlük İmtiyazı Belgesi zenginleştirildi. Bu yasanın modern ve daha katı versiyonu “devletler arasında suçluların iadesi” olarak adlandırılır: İşkence amacıyla hapse atmanın yasaklanması.
Birçok İngiliz yasasıyla birlikte bu yasa da “isyan ve istila zamanları haricinde “Habeas Corpus Yasası hiçbir zaman askıya alınamaz” ilkesini içeren ABD Anayasası’na dahil edildi. 1961’de Yüksek Mahkeme bu yasayla korunan hakların “Kurucu Atalar tarafından özgürlüğün en büyük güvenceleri olarak görüldüğünü” belirtmişti.
Daha spesifik olarak söylemek gerekirse, Anayasa “hiç kimse yaşama, özgürlük ve mülk edinme haklarından hukuksal süreç gereği gibi işletilmeden ve hızlı ve aleni bir yargılama yapılmadan mahrum edilemez” der.
Jo Becker ve Scott Shane’in 29 Mayıs’ta New York Times’da yazdıkları gibi, Adalet Bakanlığı kısa süre önce yürütme organındaki dâhili tartışma ve müzakerelerle bu güvencelerin karşılandığını açıkladı. Beyaz Saray’daki anayasa hukukçusu Barack Obama da aynı fikirdeydi. Kral John bu durumu görse memnuniyetle onaylardı.
Temel nitelikteki “masumiyet karinesi”ne de orijinal bir yorum getirildi. Becker ve Shane şöyle özetliyor: Başkan’ın “öldürülecek teröristler” listesindeki hesaplara göre, “öldürüldükten sonra masum olduklarını kanıtlayan net bir istihbarat bilgisi olmadığı sürece”, “bir çatışma bölgesinde askerlik çağındaki tüm erkekler” savaşçı olarak kabul ediliyor. Böylelikle, katledilme sonrasında suçsuzluğun tespit edilmesi şimdilerde kutsal ilkeyi muhafaza etmek için yeterli oluyor.
Bu, “özsaygı sahibi tüm insanların imtiyazı”nın yürürlükten kaldırılışının en küçük örneğini oluşturuyor.
Magna Carta’ya eşlik eden Orman İmtiyazı (Carta de Foresta) belki de bugünkü koşullar açısından daha fazla güncellik arz ediyor. Bu imtiyaz, ortak mülklerin (“commons”) dış güçlerden korunmasını talep ediyordu. Ortak mülkler, nüfusun geçim araçları olan yakacak, yiyecek ve yapı malzemeleriydi. Ormanlar, el değmemiş yabani alanlar değillerdi. Özenle bakılıp yetiştirilen, ortaklaşa muhafaza edilen, zenginliklerinin herkese açık olduğu ve gelecek nesiller için korunan mülklerdi.
17. yüzyılla birlikte Orman İmtiyazı meta ekonomisine, kapitalist pratikler ve ahlake değerlere kurban gitti. Artık ortaklaşa bir bakım ve kullanım için korunmayan ortak mülkler sadece özelleştirilemeyecek olan şeylere indirgendi: Bu kategori, gözümüzün önünde küçülmeye devam ediyor.
Geçen ay Dünya Bankası (DB) çokuluslu Pasific Rim şirketinin, toprakları ve toplulukları son derece yıkıcı etkileri olan altın madenciliğinden korumaya çalışan El Salvador’a karşı açtığı davaya devam edebileceğine karar verdi. Çevreyi korumak şirketi gelecekteki kârlarından mahrum edecekti. Bu, yanlış şekilde “serbest ticaret” olarak tanımlanan yatırımcı hakları düzeninin kurallarına göre bir suç sayılıyor.
Bu dünyanın büyük kısmında devam eden savaşımların yalnızca bir örneği. Bu savaşımlardan bazıları son derece büyük bir şiddet uygulanarak yürütülüyor; örneğin, geçtiğimiz yıllarda cep telefonları ve başka şeylerde kullanılmak üzere büyük miktarda mineral tedarikini ve tabii bol kârları sağlama almak için milyonlarca insanın öldürüldüğü zengin kaynaklara sahip Doğu Kongo’da olduğu gibi.
Orman İmtiyazı’nın geçerliliğini yitirmesi, ortak mülklerin algılanışında radikal bir revizyonu beraberinde getirdi. Bu algı değişikliğinin ruhunu yakalayan Garrett Hardin’in 1968’deki etkileyici tezi, “Ortak mülkler için tanınan özgürlüğün hepimize yıkım getirdiğini” söyler. Ünlü “ortak mülklerin trajedisi”dir bu: Özel mülkiyete konu olmayan şeyler, bireysel açgözlülük ve hırsla mahvedilmeye mahkûmdur.
Bu doktrine karşı itirazlar geliştirilmedi değil. Elinor Olstrom, kullanan tarafından yönetilen ortak mülklerin üstün niteliğini gösteren çalışmasıyla 2009’da iktisat alanında Nobel Ödülü aldı.
Fakat bu doktrin, ancak üstü kapalı belirtilen şu öncülü kabul edersek geçerlilik kazanır: İnsanları harekete geçiren, Sanayi Devrimi’nin şafağında Amerikan işçilerinin “Yeni Çağın Ruhu, ‘Zengin Ol, Kendinden Başkasını Düşünme’” diye tanımladığı bir içgüdüdür. O zamanlar Amerikan işçileri bu doktrininin, alçaltıcı ve yıkıcı olduğunu düşünmüş ve özgür insanların doğasına bir saldırı olarak görüp şiddetle mahkûm etmişlerdi.
O zamandan beri Yeni Çağın Ruhu’nu aşılamak için büyük çabalar sarf edildi. Başlıca endüstriler kendilerini, politik iktisatçı Thorstein Veblen’in “ihtiyaçların yaratılması” olarak adlandırdığı şeye adadılar: yani, Colombia Üniversitesi pazarlama profesörü Paul Nystrom’un deyişiyle, insanları hayatın “yüzeysel şeylerine”, örneğin “modaya göre tüketim” gibi şeylere yönlendirmeye.
Bu yolla insanlar atomize edilip sadece kişisel çıkar peşinde koşan bireyler haline getirilebilir ve kendileri için düşünmek, birlikte hareket etmek ve otoriteyi sorgulamak gibi tehlikeli çabalardan uzaklaştırılabilirdi.
Ortak mülklerin yok edilmesindeki başlıca unsurlarından birinin yol açtığı büyük tehlikeler üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok: Küresel bir felakete davetiye çıkaran fosil yakıtlara bağlılıktan söz ediyorum. Detaylar tartışılabilir; ama bu tehlikelerin fazlasıyla gerçek olduğu ve onları önlemek için ne kadar gecikirsek gelecek kuşaklara bırakacağımız mirasın o kadar korkunç olacağı konusunda pek az şüphe var. Bu konuda gösterilen son çaba, yakın zamanda yapılan Rio+20 zirvesiydi. Zirveye kaynaklık eden özlemler zayıf, sonucu ise kepazelik düzeyindeydi.
Krizlere karşı çıkanlar arasında tüm dünyada Yerli halklar başı çekiyor. Şu ana kadar en büyük direniş, yüzyıllardır Batı’nın zengin kaynaklarını yıkıma uğratmasının kurbanı olan, Güney Amerika’nın en fakir ülkelerinden birisinden, Yerli toplulukların yönettiği Bolivya’dan geldi.
2009’daki Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi’nin utanç verici çöküşünden sonra, Bolivya 140 ülkeden 35.000 katılımcının geldiği bir Halk Zirvesi düzenledi. Bu zirve, karbon salınımlarının ciddi oranda azaltılması ve Ana Dünya’nın Hakları üzerine evrensel bir bildirge yayımlanması taleplerinde bulundu. Bu, dünyanın her yerindeki Yerli topluluklar için temel bir taleptir.
Bu talep son derece bilgili ve gelişkin kişiler olan Batılılar tarafından alaya alındı, ama Yerli toplulukların hassasiyetinin birazını bile edinemezsek muhtemelen son gülen onlar olacak – acı bir çaresizliğin gülüşü olacak bu.