Kolektif liderliğin belki de I. Dünya Savaşı’ndan beri en büyük başarısızlığına tanık olduk. Yeryüzü’nün yaşayan sistemleri çöküyor; ve en güçlü devletlerin liderleri –Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Almanya ve Rusya– bunu dert edip tartışmadılar dahi. Geçtiğimiz hafta Rio’da yapılan Dünya Zirvesi’nin katılımcıları yangına körükle gitmeye yemin ettiler: Hazırladıkları metinde tam on altı kez, aslında biyosfer tahribatının temel nedeni olan “sürekli büyümenin” peşini kovalamaya ant içtiler.

Hükümetlerin çabaları, yaşayan yeryüzünü yok oluş karşısında korumak yerine onu yok eden makineyi korumaya odaklanmış vaziyette. Tüketici kapitalizm kendi çelişkileri nedeniyle ne zaman keşmekeşe dönüşse hükümetler, eskisinden de hızlı çalışsın diye makineyi tamir etmeye, bunun için onu iyice çırpıp çalkalamaya kalkışıyorlar. Halbuki bu makine yaşamımızı ayakta tutan koşulları tüketiyor.

Bunun yanlış makine olabileceği, yanlış görevi yerine getirdiği düşüncesi anaakım siyasette telaffuz dahi edilemiyor. Çünkü makine büyük ölçüde ekonominin seçkinlerinin işine yarıyor, siyasetin seçkinleriniyse aksi halde yüzleşmek zorunda kalacakları kitle hareketlerinden koruyor. Nasıl olsa ekmeğimiz var; o halde rüyalar aleminde gezebilir, siyasetten uzak durabiliriz!

Atalarımızın bedeller ödeyerek kazandığı emsalsiz özgürlüklerimizi, adalet, yeniden dağıtım ve müşterek menfaatlerimiz için harekete geçmek üzere değil, ihtiyacımız olmayan ürünlere sahip olduğumuzda tetiklenen haz fırtınalarını sürdürmek üzere kullandık. Dünya’nın en yaratıcı zihinleri insanlığın kaderini güzelleştirmek yerine, tüketimden sağlanan azalan doygunluğu giderecek daha etkili uyarıcılar bulmakla görevlendiriliyor. Tüketici kapitalizmin karşılıklı bağımlılıkları, farkında olmadan hepimizi birden, belki de yaşanabilir tek gezegen olan Dünya’nın çöplüğe dönüşmesinde suç ortağı kılıyor. Aslında Rio de Janerio’daki başarısızlıktan hepimiz sorumluyuz.

Bu durum az çok, biyosferi korumak için gösterilen çok taraflı çabanın bittiğine işaret ediyor. Başarılı tek küresel anlaşma, Ozon tabakasına zarar veren kimyasallar hakkındaki Montreal Protokolü, 1992’deki birinci Dünya Zirvesi’nden yıllar önce imzalanmış ve uygulamaya konmuştu. Genel kesimlerin iyiliği adına piyasalara müdahale etmenin Thatcher ve Reagan hükümetleri tarafından dahi lanetlenmediği daha farklı bir siyasi çağın son meyvelerinden biriydi. O günlerden beri, tartışılan önemli tüm meselelerde ya zayıf ve hiçbir yaptırım öngörmeyen anlaşmalara varıldı, veya hiçbir anlaşmaya varılamadı.

Bu küresel sistemin ve onun giderek amaçsız hale gelen senelik toplantılarının yok olacağı veya değişeceği anlamına gelmiyor. Dünya Zirvesi’nin ve bu türden toplantıların başarısızlıkla sonuçlanmasına izin veren hükümetlerin bu sonuç karşısında suçluluk duyduklarını gösteren, bir sistem yirmi yıldan beridir çalışmamışsa sistemin kendisinde bir sorun olabileceği fikriyle rahatsız olduklarına işaret eden hiçbir delil yok. Yaptıklarının siyaseten cezalandırılmayacağını, medyanın tıpkı hepimiz gibi tüketimci ıvır zıvırın içine gömüldüğünü, gelecek nesiller onların geride bıraktığı pislikle uğraşırken yaptıklarının çoktan unutulmuş olacağını bilerek, arkalarına dahi bakmadan basıp gidebiliyorlar. (Sonra da bize sorumluluk dersi veriyorlar).

Bu, çok taraflılıktan vazgeçilmesi gerektiği anlamına da gelmiyor. Biyoçeşitlilik, denizler ve tehlike altındaki türlerin ticaretiyle ilgili anlaşmalar, tüketim makinesinin biyosfere karşı başlattığı topyekûn saldırının kısmen hafiflemesini sağlayabilir. Fakat hepsi bu.

Bundan böyle eylemlilik, tabii eğer eylemlilik olacaksa, çoğunlukla başka yerlerde görülecek. Yeryüzü Gezegeni’ne karşı kayıtsız kalmayan hükümetler ya tek başlarına veya fikirbirliği içerisinde oldukları diğer milletlerle birlikte çalışmak zorunda kalacaklar. Bedavacılara dur demenin hiçbir yolu olmayacak. Seçmenleri, kendi eylemlerinin diğer ülke vatandaşları tarafından da takip edileceğine ikna etmenin hiçbir yolu olmayacak.

Küresel ısınmayı iki derecenin altında tutma şansımızı kaybettiğimiz artık apaçık ortada. Gezegenin diğer sınırlarının pekçoğunun aşılacağı da. Peki şimdi ne yapacağız?

Bazıları ya vazgeçecek ya da en azından politik eylemlilikten çekilecekler. Eninde sonunda kıymetli hemen herşeyimizi, ormanlarımızı, derelerimizi, sulak alanlarımızı, mercan kayalıklarını, deniz ve dağ buzullarını, kuşların ötüşünü, gecenin müziğini, bizleri çok uzun zamandan beri sarıp sarmalayan ılıman ve kararlı iklimi kaybedeceksek, neden dert edelim ki diye soracaklar. Bana öyle geliyor ki dert etmek için en az üç sebep sayabiliriz.

Birincisi, varlığına şükrettiğimiz doğanın, huzurlu, eziyetsiz yaşamın bahşettiği lezzet ve mucizelerden çocuklarımızın ve torunlarımızın da birşeyler tadabilmeleri için kayıplarımızı mümkün olduğunca ötelemek. Bu uğrunda çalışmaya değer bir amaç değil mi, eğer bir başka seçenek yoksa?

İkincisi, işlerin birgün değişebileceği umuduyla elimizden gelen herşeyi korumak. Bir teknisyen ordusuyla bakımı yapılan, kamu parasıyla yağlanan bu gezegen yiyen makinenin, üzerinde beslendiği yaşayan sistemler çökmeden parçalanacağına inanmıyorum. Fakat yanılıyor olabilirim. Eğer içinde yaşadığımız yoğun sömürü dönemi bir gün bitecek olursa, kaplanların, gergedanların, orkinozların, nadir böceklerin, arıların, mantarların ve çiçeklerin uğruna hiç savaşmadan yok olmaları yazık olmaz mı?

Üçüncüsü ise, başka yerlerde alınan kararlar üzerinde hiçbir etkimiz olmasa bile, kendi sınırlarımız içinde başarabileceğimiz pekçok şeyin bulunması. Yeniden yabanlaştırma, ekosistemin kendisini totan yenilemesi, doğal yaşam sığınağı yaratmak için büyük umut veriyor. İşte bu yüzden önümüzdeki birkaç yılın önemli bir bölümünde bu fikri burada ve yurtdışında yaymaya çalışacağım.

Küresel anlaşmaları, daha doğrusu onların doğayla ilişkimizi köklü bir şekilde değiştireceği umudunu bir tarafa bırakmak sanki bir rahatlık sağlıyor. Yıllardır süren öfke ve düş kırıklığını bir tarafa bırakmak anlamına geliyor. Hiçbir temsiliyetimizin bulunmadığı bir alanı terkedip, en azından sesimizi duyurma imkanına sahip olduğumuz bir alana yönelmek anlamına geliyor. Fakat bunlarla beraber, başka birçok şeyden vazgeçmek anlamına geldiği için, büyük bir üzüntüyü de beraberinde getiriyor.

Hayalet bombardıman uçakları, uzaktan kumandalı savaş uçakları, küresel piyasalar, trilyon dolarlık kurtarma paketleri gibi mucizelere imza atan dünya hükümetlerinden bu projelere ayırdıkları kaynak ve enerjinin onda birini gezegenimizin savunmasına ayırmalarını istemek çok mu fazlaydı? Sanırım maalesef öyle.