Kentsel mücadeleler toplumsal değişim projeleri için neden önemlidir? Toplumsal hareketler açısından kamusal alanı yeniden talep etmenin önemi nedir? Aşırı kentsel farklılıklara ve toplumsal eşitsizliklere şahit olduğumuz bu kasvetli küresel dönemde, neyin mümkün olduğunu tekrardan nasıl ele alabiliriz? 24 Ekim 2013 günü David Harvey’le bu sorular üzerine bir röportaj yaptık.

Harvey, New York Şehir Üniversitesi’nde (CUNY) Antropoloji ve Coğrafya Ordinaryüs Profesörü; Mekân, Kültür ve Politika Merkezi Yöneticisi ve sayısız çığır açıcı kitabın yazarı (Social Justice and the City – Sosyal Adalet ve Şehir (1973),The Limits to Capital – Sermayenin Sınırları (1982), Spaces of Hope – Umut Mekânları (2000), A Brief History of Neoliberalism – Neoliberalizmin Kısa Tarihi (2005) ve Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution – Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru (2012)).

Bu röportajda Harvey, kentsel mekân mücadelelerinin ve mahallelerdeki gündelik yaşam kalitesinin, sınıf mücadelesinin dinamiklerini anlamakla ne denli yakın bir ilişkisi olduğunu ortaya koyuyor. Toplumsal değişim projelerinde mücadeleleri bir araya getirmenin önemini vurguluyor ve işçi sınıfını “kentsel yaşamı üreten ve yeniden üreten tüm insanları” içerecek şekilde yeniden kavramlaştırma çağrısı yapıyor.

Hiba Bou Akar ve Nada Moumtaz (HB & NM): Profesör Harvey, sizinle Jadaliyya adına bir röportaj yapma fırsatı bulduğumuz için onur duyuyor ve teşekkür ediyoruz. İlk sorumuz şu: Toplumsal ve politik değişime ilgi duyan insanlar ve hareketler için, kentsel mekân (veya genel olarak mekân ve mekânın üretimi) mücadelesi sosyal değişimi sağlama konusunda neden önemli?

David Harvey (DH): Size Kapital İkinci Cilt üzerine okumalarıma ve yazılarıma dayanan basit bir teorik arka plan sunacağım. Marks’ın basit genel savı, artı değerin, karın, üretim faaliyetinde ortaya çıktığıdır. Elbette Kapital Birinci Cilt, ki herkesin okuduğudur, tamamen üretim üzerinedir. Ancak Birinci Ciltte bile Marks, değer pazarda realize edilene dek, üretilmiş olanda hiçbir değer olamayacağını net ortaya koyar. Dolayısıyla, Grundrisse’de dediği gibi, sermayenin ne olduğunu gerçekte tanımlayan şey üretim ve realizasyon arasındaki çelişkili birliktir.

Şimdi, bu konuda düşünürseniz, üretimin artı değer yarattığını görebilirsiniz, fakat bunun yanında, değerin illa ki üretildiği noktada realize edilmediğini de görebilirsiniz. Değer başka bir yerde realize edilmektedir. Örneğin, değer bir Çin fabrikasında üretilebilir ve ardından Ohio, Columbus’daki Wal-Mart tarafından realize edilebilir. Dolayısıyla, kentleşme, birçok bakımdan, artı değerin realizasyonu için bir alandır. Sermayenin üretim ile realizasyon arasındaki dolaşımında karşılıklı bir bağlantı vardır ve kent alanındaki mücadeleler değer üretimi ve realizasyonu için en az işyerindeki mücadeleler kadar önemlidir.

Şimdi, işçiler daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları için mücadele edebilirler ve üretim sürecinde başarılı da olabilirler. Fakat daha sonra ekstra paralarını alır, evlerine dönerler ve bunu daha yüksek kira, kredi kartı ücreti, telefon faturası vb. için burjuvalara geri ödemek zorunda olduklarını görüverirler. Dolayısıyla, işçinin bakış açısına göre, sadece üretim noktasında ne olup bittiği ile ilgili değil, aynı zamanda, barınmanın maliyetinin ne olduğu ve mal ve hizmetlere, mağazalardaki metalara ne kadar ödediğiniz, ipoteklerdeki faiz ödemelerinden alınan gizli ücretler ve tüm geri kalanlarla ilgili de bir kaygı mevcuttur.

Bu yüzden, birçok teoride katı biçimde birbirinden ayrı tutulan bu iki sınıf mücadelesi formunu, çelişkili bir birlik olarak yorumluyorum. Dolayısıyla, kentlerde gündelik yaşam üzerine süren mücadeleler en az işyerlerinde süren mücadeleler kadar önemlidir. Pek çok kişi kabul etmemeyi tercih etse de, bu birlik benim açımdan daima çok önemli olmuştur.

Bunun ardından bu, kentlerin nasıl şekillendiğini, yaşamsal giderlerin ne olduğunu, kiranın gelir akışlarını mekânlara göre nasıl ayırdığını ve gettolaşmanın nasıl yaşandığını etkiler. Burada, gettolaşma hakkında konuşmamız gerekir, tarihsel olarak yoksulun, ancak artık zenginin gettolaşması. Kendileri için gettolar oluşturan ve kendilerini dünyadan ayıran zenginlerin gettolaşması.

Yani bunu tek birleştirici sorun olarak görüyorum; üretim noktasında olanla yaşam alanında olan arasındaki çelişkili birlik olarak adlandırdığım şey olmasına rağmen. Şimdi, söylemek istediğim şey, üretim noktasında büyük zaferler kazanabilirsiniz ve ardından hepsi yaşam alanında uçup gider. İşçiler, artı değeri yüksek kiralar, telefon faturaları vb. ile işçilerden geri alan artan kiralara öfkelenirler ve bunu genel olarak sermayeye baktığımızda, şimdi de görebiliriz aslında.

Bu benim açımdan özellikle öğrencilere ders verirken önemli. Onlara işyerini teorik olarak öğretebilirim ama birçok öğrenci işyerinde değil. Ancak, lafı ödedikleri kiraya getirdiğinize, o zaman neden söz ettiğinizi tam olarak anlarlar. Onlara aynı şeyler için dövüştüklerini, dolayısıyla sınıf mücadelesi oyununu oynadıklarını söyleyin.

Benim açımdan, kentsel mekân ve mahalledeki gündelik yaşamın kalitesi üzerine mücadeleler, sınıf mücadelesinin ne olduğuna dair dinamikleri anlamak kadar hayati öneme sahip. Sermaye konusundaki inanılmaz şey ise, elbette, aşırı esnekliği: burada kaybederse, orada kazanıyor. Sosyal demokrasi altında, sermayenin işyerinde bir miktar güç kaybettiği bir dönemi yaşadık ve sermaye bu diğer mekanizmalar üzerinden artı değerin olabildiğince fazlasını geri almaya çalıştı. Marksist gelenek de dâhil olmak üzere birçok düşünce tarzı için yaşam alanında olan bitenin ikincil bir mesele olarak görülmesini talihsiz buluyorum. Herkes bunu ikincil mesele olarak görürse sermaye çok mutlu olacak çünkü o zaman o alana sınıf mücadelesi dinamiğinin parçası olarak yaklaşılmayacak. Benim için, üretim ile realizasyon arasındaki bu çelişkili birlik değerin ve artı değerin üretimi ve realizasyonu arasındaki ilişki konusunda ne düşündüğünüz açısından önemlidir.

Elbette, Marksist teorinin sorunlarından biri, kimsenin realizasyon süreci konusundaki Kapital İkinci Cildi okumaması. Herkes size üretim sürecinden bahseder ama kimse realizasyon sürecini tartışmaz. İkinci Cildin okuması çok zordur ancak bu kısmın eksik olması, sanırım radikal analizlerde üretim ile realizasyon arasındaki birliği görmeyen ciddi bir eksiklik olmasının sebebidir.

HB & NM: İstanbul’daki Gezi Parkı ayaklanmalarının kentsel kökenleri daha belirgindi, Arap ayaklanmalarınınkilerse daha az. Mısır’da, barınma krizi ve genç yetişkinlerin aile kurmak için barınma güvencesi sağlayamaması yakıcı sorunlar olmasına rağmen durum böyle. Bu iki ayaklanmada kentsel krizin tuttuğu yer konusundaki farkı nasıl değerlendiriyorsunuz?

DH: İstanbul veya Kahire konusunda uzman değilim, bu yüzden söylemek zorundayım ki hiçbir şey bilmediğim konular üzerine bir “dünya uzmanı” olmak çok utandırıcı. Bunu belirttikten sonra devam edebilirim. Ayaklanmanın biraz öncesinde İstanbul’daydım, elbette İstanbul konusunda, dudak uçuklatan bir kentsel dönüşüm sürecinden geçtiğini görecek kadar şey biliyorum. Her yerde inşaat vinçleri var! Türk ekonomisi, dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi ve inşaat ve kentleşme bu büyümenin nasıl gerçekleştiğinde elbette büyük rol oynuyor. Fakat bu bir balon ve bir balonun seyri esnasında insanlar yerinden ediliyor. Benden pek hoşlanmadılar çünkü oraya gidip radyoya çıktım ve onlara durumun çöküş öncesi 2005 yılı Madrid’ini hatırlattığını söyledim. İstanbul’da bir sürü yerinden edilme karşıtı mücadele sürüyor. Şanslıyım ki orada meslektaşlarım beni kentin birçok yerine götürdüler ve mutenalaştırmayı ve ev boşaltmaları gösterdiler.

Kentsel-toplumsal hareketlerin bu durumda çok gergin olduklarını gördüm. Hükümetin şehir için tasarladığı bu mega projelere karşı epey öfke vardı. Meydanla ilgili planlarını açıkladıklarında, buna verilen tepkilere de hiç şaşırmadım. Fakat söyleyebileceğim şu ki tepki Mısır’da ve genel olarak Kuzey Afrika’daki ile aynı tür bir merkeze sahip değildi. Kuzey Afrika’da, mücadelelerin birçoğunun arka planı, son on beş yirmi yıl boyunca gerçekleşen gıda ayaklanmalarının tekerrürü idi. Yüksek gıda fiyatları ciddi bir sorun olmuştu ancak insanlar aynı zamanda etraflarında ortaya çıkan eşitsizlikte muazzam artışlar olduğunu da görüyorlardı; ciddi bir yozlaşma/yolsuzluk söz konusuydu.

Arap ayaklanmaları Kahire’de ortaya çıktığında ilk düşündüğüm, 1848 Fransız Devrimi esnasında Paris’e ne denli benzediğiydi. Paris 1848 ve şimdiki Kahire ilginç paralelliklere sahip. Paris’te 1848′de, insanlar kral Louis Philippe’den kurtulmaya karar vermişlerdi. Kraldan kurtuldular ancak bu, işin kolay yanıydı. Bunlara 1848′in Şubat Günleri dendi. Bunun dengi, Mübarek’in devrilmesi ile son bulan Mısır’daki 25 Ocak 2011 ayaklanmasıdır. Paris’te, birkaç ay sonra, işçilerin isyanı ile yüz yüze kalınan 1848 Haziran Günleri sırasında, düzen, askeri aparat tarafından restore edildi, isyan bastırıldı. Paris örneğinde, halkla nasıl başa çıkılacağına dair bu bilgi, Fransa’ya bir Fransız sömürgesi olan Cezayir’den geri getirildi. Askeri aparat caddelerdeki halka sömürge halkı gibi davrandı ve onları vurup öldürdü. Bu, o ayaklanmanın sonu oldu. Mısır’da 30 Haziran 2013 sonrasında, 3 Temmuz’da olanlar, ordunun dayattığı baskıyla, Haziran Günleri ile tekinsiz bir benzerliğe sahip. Ancak Kahire’de bir sosyalist devrim söz konusu değildi, daha çok bir burjuva demokratik devrimdi olan, yolsuzluk ve eşitsizlikten kurtulma hedefine sahip, daha demokratik bir toplum yaratmayı deneyen. Paralellik ne derece faydalı, ne kadarı zorlama olur, emin değilim.

Ayrıca açık bir güçler ittifakı vardı, ki bu Kahire’de ortaya çıktı ve İstanbul ile de bazı paralelliklere sahip olabilir. İşçi hareketleri Kahire’ye katıldılar, bir süredir onlar da öfkeliydi. Dolayısıyla, katılan bir işçi hareketi mevcuttu, açık biçimde huzursuz bir gençlik hareketi vardı ve eşitsizliklerin, yüksek gıda fiyatlarının ve yolsuzluğun huzursuz kıldığı bir şehir nüfusu vardı. Ancak Kahire’deki ittifak, adeta beş benzemezdi. Sanırım İstanbul’da olan da bu. Örneğin İstanbul’da, işçi sınıfı kulübü Beşiktaş taraftarları gösterilere katıldı. Feministlerin karşı çıktığı seksist sloganlar attılar. Onlara sloganlarını değiştirmeleri gerektiği söylendi ve bunu yaptılar. Dolayısıyla iki durumda da, çok otokratik bir şekilde işleyen bir rejime yönelik hoşnutsuzluğa odaklanmış ve müzakereye yanaşmayan bir benzemezler ittifakı vardı. İkisine de sosyalist devrimler demem. Bunlar hoşnutsuzluk temelli kentsel ayaklanmalardı.

İstanbul örneğinde (ki bu Paris ile paralelliğin belirgin olduğu bir klasik vaka), Türk merkezi hükümeti İstanbul’u sevmiyor. İstanbul, diğer büyük kent merkezleri gibi, muhalefetin kalbi. Bu yüzden hükümet bu tür bir kentsel dönüşümden yana olduğu içim gerçekte kendisi kent karşıtı olmasa da, bu alanlara hâkim olan nüfusu kesinlikle sevmiyor.

HB & NM: Fakat Erdoğan’dan duyulan hoşnutsuzlukla Mübarek’e yönelik hoşnutsuzluk aynı kefeye konulamaz, öyle değil mi?

DH: Her iki örnekte de, insanların karşı durdukları şey otoriterlik ve yine iki örnekte de yolsuzluk seviyeleri son derece yüksek. Bunlar temelleri bir ölçüde yolsuzluğa dayanan rejimler. Yolsuzluğun ABD gibi yerlerde olmadığını söylemiyorum, tek fark şu, ABD’de yolsuzluk yasaldır [siyasal kampanyaların şirketler, dernekler ve politik eylem komitelerince yasal olarak onaylanmış finansmanı…].

HB & NM: Wall Street’i İşgal Et Hareketi (OWS) ile Arap ayaklanmaları arasındaki paralellikler (veya benzemezlikler) halen tartışma konusu. Bazı OWS katılımcıları hareketin Arap ayaklanmalarından ilham aldığını söylese de, başkaları iki hareketin koşullarını farklı ve dolayısıyla mukayese edilemez görüyor. Her bir bağlamda mevcut olan, OWS ile Arap ayaklanmaları arasındaki farkı toplumsal eşitsizlikler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

DH: “Arap Baharı”na dair izlenimim, duyarsız olarak görülen bir rejime karşı her türlü hoşnutsuzluğu bir araya getiren geniş ölçüde popülist bir hareket olduğudur. OWS konusunda çok fazla bilgim yok çünkü o yıl izindeydim. Ayrıldım ve on gün sonra Wall Street’i işgal ettiler.

OWS hareketine katılan insanların kompozisyonuna bakarsanız, Tahrir Meydanı’nda, hatta Gezi Parkı’nda ortaya çıkan popülâsyonun kompozisyonunun çeşitliliğine yakın bile değildir. Bunlar küçük bir gruptu, ideolojik olarak kuvvetli şekilde anarşist ve otonomcu düşünceden etkilenmişlerdi. Radikal bir gündemleri vardı, masaya radikal gündemler koymak isteyen insanlardı. Bunlar daha sonra