Yeşil İktisat: Ekolojik Krize Karşı Koymak, Aralık 2009’da Kopenhag’da yapılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) 15. Taraflar Konferansı’na (COP 15) hazırlık sürecinde yazılmıştı. Ne yazık ki Kopenhag’daki toplantı, iklim değişikliği müzakerelerinde bir dönüm noktası oldu ve sonrasında işler daha da kötüye gitmeye başladı. Kyoto çerçevesinin güçlü yanları –ülkelerin farklı sorumlulukları ve yeterliklerine dayalı zorunlu azaltımlar– üzerine inşa edilecek ve açığa çıkmış sorunları –10. Bölüm’de anlattığım doğrultuda– düzeltecek yeni bir antlaşma inşa etmek yerine, Kyoto çerçevesinin tümü ve onunla birlikte yirmi yıllık sancılı diplomatik ilerlemeler Kopenhag’da heba edildi.

Bush yönetimi ABD’yi sekiz yıl boyunca uluslararası iklim müzakerelerinden çekmiş ve dünyanın geri kalanını adil bir çözüm üzerinde çalışmak üzere yalnız bırakmıştı. Oysa yeni seçilen Obama yönetimi zorunlu azaltımları kabul etmeyi veya farklılaşmış sorumluluklar ve yeterlikler ilkesini onaylamayı reddederek, Kopenhag’daki toplantılara oldukça tahripkâr bir şekilde katılmayı tercih etti. Obama aynı zamanda, bir avuç ülke arasında gönüllü azaltım hedefleri üzerine özel görüşmeler yaparak, uluslararası iklim müzakerelerinin meşru düzenleyicisi olan Birleşmiş Milletler’in de altını oydu. UNFCC’nin Taraflar Konferansı’nın ve bu konferansın resmi bilimsel danışma kurulu olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC), iklim değişikliğinin geçmişte tahmin edilenden daha hızlı ilerlediği yönündeki tüm yeni uyarılarına rağmen, Kopenhag’dan sonra Cancun (2010), Durban (2011), Doha (2012) ve son olarak Varşova’daki (COP 19, 2013) yıllık COP toplantıları, giderek daha ihtilaflı seyretti. Kısacası, bu kitabı yazdığımdan beri iklim değişikliği daha da büyük bir tehdit haline geldi. Kalkınmış ülkeler zorunlu azaltımları reddetmeye devam ettiler. Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerin öncülük etmesi gerektiğinde ısrar ettiler. Sonuç olarak salımlar her yerde artmaya devam ediyor.

Kopenhag’dan beri yapılan COP toplantılarında, Kyoto Antlaşması’ndan arta kalan meselelerin iyileştirilmesini, Ormansızlaştırma ve Ormanların Bozulmasından Kaynaklanan Salımların Azaltılması (REDD) antlaşmasını, deniz seviyesinin yükselmesi ve Hayian Tayfunu gibi aşırı hava olaylarından hasar gören ülkeleri tazmin etmek için kurulacak “Yeşil Fon”un finansmanını müzakere etmekten başka bir şey yapılmadı. Yeşil Fon’a yapılan katkıların azlığı giderek daha da sinir bozucu bir hal alıyor. Varşova’daki toplantı sırasında iklim değişikliğinden en fazla etkilenen ülkelerin öfkesi öyle bir noktaya geldi ki, Filipinler delegesi toplantı boyunca açlık grevi yaptı ve az gelişmiş ülkelerin temsilcileri toplantıları protestoyla terk ettiler.

10. Bölüm’de anlattığım gibi REDD, Kyoto Antlaşması’ndaki Temiz Kalkınma Mekanizması’ndan (CDM) kaynaklanan bir soruna verilen tepkiydi. CDM kapsamında yeniden ağaçlandırma için kredi verildiği halde ormanların korunması için verilmiyordu. Bunun kredi almak için mevcut ormanları yok ederek, yeniden ağaçlandırma için sapkın bir teşvik yarattığı fark edildiğinde REDD icat edildi ve ormanların korunması için kredi vermekle yetkilendirildi. Kopenhag’dan beri yapılan dört COP toplantısında müzakereciler, ormanların korunmasına yönelik projelere kredi verilmesi sürecinin nasıl iyileştirileceği, REDD+ ödemelerinin kimin elinden geçeceği ve ödemelerin nihayetinde kimlere ulaşacağı konularında bıkkınlık veren ayrıntılar üzerinde sıkı pazarlık yürüttüler. Maalesef yapılacak ödemeler için görünürde dikkate değer bir fonun yokluğunda, REDD+ programının tasarımında son dört sene içinde yapılan ve en nihayetinde Varşova’da üzerinde mutabakata varılan iyileştirmeler pek işe yaramayacak.

En nihayetinde Varşova’da müzakereciler, 2015 yılında Paris’te yapılması planlanan COP 21 toplantılarından önce, ülke salımlarını 2020 yılına kadar ne kadar azaltmaya gönüllü olduklarını açıklamayı taahhüt ettiler. Bundan nasıl bir anlam çıkartmalıyız?

Gerçekte Varşova’daki müzakereciler tarafından bir başarı olarak lanse edilen bu anlaşma, uluslararası müzakerelerin ne kadar geriye gittiğinin bir işaretidir. 1992’de, Rio’daki Dünya Zirvesi’nde ülkeler, 1997 itibariyle gönüllü azaltım hedefleri ilan etmişlerdi. Fakat 1997’de delegasyonlar bir araya geldiğine, tek bir ülke dahi önüne koyduğu hedefleri yerine getirmemişti. Daha da kötüsü bütün ülkeler salımlarını 1992 seviyesine kıyasla arttırmışlardı. Diğer bir deyişle 9. Bölüm’de açıkladığım nedenlerle ülkeler, azaltımlar zorunlu ve üzerinde karşılıklı anlaşılmış değil de gönüllü olduğu zaman ortaya çıkan sapkın teşviğin, “bedavacılığın” üstesinden gelememişlerdi. İşte bu nedenle, gelişmiş ülkelerin Kyoto’da zorunlu karşılıklı azaltımlar üzerine anlaşmaları, ileriye doğru atılmış dev bir adımdı.

Yine de Varşova’da varılan anlaşmanın iyi bir tarafı var: Bilim insanları, iklim değişikliğinin hızı konusundaki güncel bilgilere dayanarak, kabul edilemez seviyede iklim değişikliğini önleyecek bir yörüngeyi temin edebilmek için, 2020 itibariyle salımları ne kadar azaltmamız gerektiğini söyleyebiliyorlar. Sera Gazı Kalkınma Hakları Çerçevesi kapsamında geliştirilen sorumluluk ve kapasite endeksini (RCI) kullanarak her ülkenin bu azaltımda üstleneceği adil payı, dolayısıyla her ülkenin 2020 itibariyle ne kadar azaltım yapmayı vadetmesi gerektiğini hesaplayabiliriz. Demek ki, bu kitabın Türkçe baskısı yayımlandığında, tüm ülkelerdeki çevreci ve iklim adaleti aktivistlerinin kendi ülkelerine adil azaltım paylarını yerine getireceklerini beyan etmeleri için baskı yapacağı uluslararası bir kampanya başlatabiliriz. Tüm ülkeleri 2015 başlarında, 2015 sonunda Paris’te yapılacak COP 21 toplantıları öncesi azaltım hedeflerini açıklarken böyle yapmaya zorlayabiliriz. Bunun anlamı şudur: Daha küçük sorumluluğa ve kapasiteye sahip ülkeler kendi adil payları kadar azaltım yapmaya kolayıkla söz verebilirler. Bu durumda, daha büyük sorumluluk ve kapasiteye sahip olan ülkelere, yanlışlanması mümkün olmayan bir hesaplamayla tespit edilmiş olan adil payları kadar azaltım yapmaları için herkes baskı uygulayacaktır. Daha düşük azaltım vadeden ülkeler ise açıkça, kendi adil paylarını yerine getirmeyeceğini beyan etmiş olacaktır.

Ümit ederim ki böyle bir kampanya, 2014’de önce Lima’da yapılacak COP 20, daha sonra da 2015’de Paris’te yapılacak COP 21 toplantılarında, iklim değişikliğini daha da geç olmadan, adil bir şekilde önleyebilmenin yolunu açacak bir atmosfer yaratır. Ümit ederim ki ülkeler Paris’te, herkes için zorunlu ulusal azaltımlar üzerinde karşılıklı olarak uzlaştıkları yeni bir iklim antlaşmasını imzalama fırsatını kaçırmazlar. Ümit ederim ki Paris’te müzakereciler, adil azaltım payını karşılamayan ve antlaşma yükümlülüklerini yerine getirmeyen ülkelere anlamlı yaptırımlar uygulanması hususunda uzlaşmalarına engel olan önemli sorunların üstesinden gelirler. Yine ümit ederim ki Paris’te müzakereciler, iklim değişikliğini önlemek için adil bir antlaşmayı imzalamayı reddeden ve diğer ülkelerinin fedakârlıkları üzerinden bedavacılık yapmayı tercih eden ülkelere ciddi uluslararası yaptırımlar uygulanması konusunda anlaşırlar.

Tabii ki yukarıda ana hatlarını verdiğim türden bir kampanyanın gerekli tüm adımları tetikleyeceğinin bir garantisi yok. Fakat doğru istikamette ilerlememizi sağlama olasılığı daha yüksek olan başka bir strateji de yok. Maalesef Kopenhag muazzam bir geri adımdı. Paris’te yapılacak COP 21’i anıtsal bir başarıya çeviremezsek, kendimizi tahayyül etmesi dahi güç sonsuz hasarlardan nasıl koruruz, bilemiyorum.