Faiz oranları, merkez bankalarının döviz piyasalarına müdahalesi, iç ve dış borçlanma, yatırım ve ihracat teşvikleri, v.s. hakkındaki gündemlerin tozu dumanı arasında, insanın bekası açısından gerçekten önem taşıyan bazı ekonomik problemler, son küresel ekonomik krizle birlikte bir nebze olsun gün yüzüne çıkabildi. 2008’de, ABD ipotekli konut piyasalarında şişen emtia fiyatlarının aslında sadece tetikleyici rol oynadığı son ekonomik kriz, küresel ve ulusal düzenleyici kurumların temelden sorgulanmasına yol açarken, yenilik (inovasyon) ve ileri teknoloji gerektiren çeşitli alanlarda, örneğin temiz enerji alanında, tekelleşme arayışlarına da hız verdi. Immanuel Wallerstein’in kendi analizlerine temel oluşturan “ekonomik uzun dalga” teorilerinden hareketle, mevcut ekonomik krizin aşılmasında (Kontratieff A safhasına geçilmesinde) bilgi ve teknoloji tekelinden istifade edebildiği için kâr marjı yüksek olan teknolojilerin, bu teknolojilerin yeni coğrafi konumlarının etmen olacağını söyleyebiliriz.

Ekolojik sınırların aşıldığı, çevresel girdi (ör: fosil yakıt) ve çıktı (ör: kirletme vergileri) maliyetlerinin sistematik bir şekilde arttığı günümüz dünyasında, “temiz”lik iddiası taşıyan teknolojiler bu oyunun bir parçası olacak. Shell ve Exxon Mobil gibi petrol devlerinin güneş, rüzgar ve hidrojen pilleri üzerine yaptığı yatırımlar, bu gelişmenin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Yine, ABD’de Obama yönetimin açıkladığı Keynesçi krizden çıkış programında, temiz enerji teknolojilerinin, temiz enerjiyle ilgili hedeflerin önemli bir yer tuttuğu görülebilir.

Yukarıdaki modelin işlemesi, ekonomik durgunluk ve küçülmenin aşılarak tekrar büyüme safhasına geçilmesi, yani krizin aşılması pek çok cepheden bakıldığında istenir bir şey: Büyük şirketler için artan tekel olanakları, küçük üreticiler için işleyen pazarlar, çalışanlar için daha yüksek ücret, işsizler için iş bulma umudu, devletler için artan kamu geliri. Bunların tümü birden, mevcut ekonomik sistemimizi ayakta tutan hem gerçekliğin hem de beklentilerin birer parçası. Mevcut ekonomik krizden çıkış olanağı belirdiğinde, yani büyüme başladığında, bu gerçekliğe yeniden kavuşacağız, sistemi ayakta tutan beklentilerimiz bir süre daha karşılanmaya devam edecek.

Fakat, ekonomik sağlığın temel göstergesi, ekonomik dertlerin bir ilacı olarak kabul gören büyümenin, aynı zamanda sistematik bir şekilde artan gelir uçurumları, açlık ve sefalete sürüklenen geniş toplumsal yığınlar, doğanın kaynakları üzerinde dizginlenemeyen yıkıcı baskılar yarattığı da ortada. Ekonomik büyüme, artan yoksulluk ve doğanın tükenişi arasında adeta bir bağıntı var. Geçmiş kalkınma on yılları boyunca küresel ve ulusal gelir uçurumları arttı, doğa fakirleşti, rızkını doğadan elde eden kırsal nüfusların boşalmasıyla birlikte, değersizleştirilmiş (kültüründen ve rızkından koparılmış) bir kent yoksulları tabakası yaratıldı.

Ekonomik büyümenin bu iki yüzü (büyüme paradoksu) hakkında pek çok analiz ileri sürülmüştür. [[dipnot1]] Hikayeye Adam Smith (1723-1790) ile, onun, herkes kendi bireysel çıkarı için hareket ederken, toplum açısından en iyi olana ulaşmamızı sağlayan “görünmez el” metaforuyla başlanabilir. Kapitalizm öncesi, ahlaki bir düşünür olan Adam Smith, aç gözlülüğün esiri olmamış, özgür bireylerden kurulu bir toplumda, pazarların toplum için en iyi olana ulaşmada düzenleyici bir rol oynayacağını söylüyordu. Modern iktisadın öncüleri içerisinde, doğanın taşıma kapasitesine ve büyümenin sınırlarına ilk vurgu yapan Thomas Malthus (1766-1834) olmuştur. Malthus’un kullanılabilir arazi miktarı, gıda üretimi ve nüfus büyümesi arasında kurduğu ilişki, kendinden sonraki iktisatçılar tarafından teknolojik ilerlemeyi ve malların ikamesini dikkate almadığı gerekçesiyle fazla naif bulunmuştur. Özgürleşme sorunlarıyla ilgili toplumsal bir düşünür olan John Stuart Mill (1806-1873), ekonomik büyümenin doyma noktasına ulaştığı, insanların ulaşılan maddi zenginliğin meyvelerinden yararlanarak, kendilerini manevi açıdan ebediyen zenginleştirebildikleri bir denge durumu (steady-state) tahayyül etmiştir.

Smith, Malthus ve Mill gibi klasik düşünürlerin ekonomik analizlerinde yer alan birey-toplum-doğa evliliği, iktisadın bağımsız bir disiplin haline dönüşmesiyle birlikte kırılmış, ta ki 20. yy ortalarına kadar doğal çevre, ekonomik düşünceden dışlanmıştır. Genel sistem teorisindeki gelişmeler, bir disiplin olarak sistem ekolojisini inşa etme çabaları, iktisat disiplinlerinin “doğal sınırlar” karşısındaki körlüğüne duyulan tepkiler, iktisadi düşüncenin felsefi ve yöntemsel açıdan kendisini yenileyebileceği bir iklim yaratmıştır.

Eski Dünya Bankası iktisatçılarından Herman Daly (1938-), bu yenilenme çabasının önde gelen isimlerindedir. Öncülerinden olduğu Ekolojik Ekonomi sahasının sorduğu sorular, büyümenin sınırları (ölçek problemi), hakkaniyet (adil bölüşüm) ve ekonomik verimlilik (verimli tahsis) hakkındadır. Özellikle ölçek sorunları hakkındaki görüşleri Dünya Bankası çevrelerinde, Üçüncü Dünya’nın ekonomik büyüme ihtiyaçlarını dikkate almadığı gerekçesiyle, hasmane bir tonla karşılanmıştır. Daly’nin ekonomik büyümeye bir son verilmesi gerektiği çağrısı çok açık ve nettir: Büyüme, bir ekonominin doğadan alıp, atık olarak doğaya geri verdiği maddi kaynakların artması anlamına gelmektedir. Bu nicel büyümenin, kaynakları sınırlı bir dünyada ilelebet devam etmesi mümkün değildir. Maddi büyüme durmalı, sürdürülebilir ölçeğe geri dönülmeli ama nitel bir değişim, insani iyileşme anlamına gelen yeni bir kalkınma biçimi devam etmelidir.

Vandana Shiva da, BGST Yayınları tarafından yayımlanan son kitabı Yeryüzü Demokrasisi’nde [[dipnot2]] büyüme paradoksuna bir yanıt oluşturmaya çalışmaktadır (Bkz. 1. Bölüm, Yaşayan Ekonomiler). Shiva’ya göre, insan türünün tüm ekonomik evreni, birbiriyle ilişkili üç kesit halinde tanımlanabilir: doğanın ekonomisi, idame ekonomisi ve pazar ekonomisi. Doğanın ekonomisi tüm ekonomik faaliyetin temel taşıdır. Doğanın bahşettiği tüm madde çevrimlerini ve yaşam ağını içerir, üretimin ihtiyaç duyduğu tüm maddi kaynaklar son kertede doğadan temin edilir. İdame ekonomisi, bugün 6 milyar olan insanlık ailesinin halen üçte ikisi açısından geçerliliğini koruyan, rızkların doğrudan doğadan temin edildiği, üretimin esas olarak pazarlar için değil, yaşamın devamı için yapıldığı ekonomik evrendir. Pazar ekonomisi ise fazla ürününün nakledildiği, pazar yerlerinde el değiştirdiği ekonomik evrendir.

Yaşamın devamı açısından, doğanın ekonomisi ve onun dikte ettiği sınırların esas alınması, idame ekonomilerinin tabiat ananın sınırlarına riayet etmesi beklenir. İdame ekonomileri doğanın ekonomisi üzerinde yükselir ve ona bağımlıdır. Bu iki evren üzerinde yükselen pazar ekonomisi ise tali bir öneme sahiptir.

Oysa günümüzde, küresel kapitalizm, yukarıda ifade edilen istikrarlı ve sürdürülebilir ekonomik düzenin mantığını tümüyle ters yüz etmiş, pazarın (şirketlerin egemenliğindeki kapitalist pazarın) hakimiyetinde, akıl dışı bir ekonomik düzen yaratmıştır. Ekonomik büyüme denen şey pazar ekonomisinin büyümesinden, pazara sunulan malların artmasından başka bir şey değildir. Pazarlar büyürken hem doğanın ekonomisini, hem de ikame ekonomilerini sömürmekte, doğanın ve yaşamın devamı açısından elzem olan kaynakları kendisine yönlendirmekte, hem doğayı hem de rızkını idame ekonomilerinde arayan milyarlarca insanı yoksullaştırmaktadır. Doğadan ve idame ekonomilerinden çalınan her bir kaynak, pazar ekonomisinin hanesine büyüme şeklinde yazılmaktadır.

Shiva’nın tüm ekonomik evrene dair bu kurgusu, kapitalist pazar yönelimli üretimin doğa ve geçimlik ekonomiler üzerindeki maliyetlerinin, iktisadın diliyle “değerinin tespit edilemeyeceği” ve “içselleştirilemeyeceği” (maliyetinin ödenemeyeceği) varsayımına dayanmaktadır. Örneğin, Coca-Cola fabrikası meşrubat üretimi için yeraltı suyu madenciliği yaptığı bir arazide akiferlere zarar verdiğinde, bu zararın maliyetini karşılaması söz konusu değildir. Yine aynı Coca-Cola fabrikası, tarımsal arazilere satın almak suretiyle el koyduğunda, rızkından koparılan, kültürünü, sosyal güvencesini yitirip kent yoksulları ordusuna katılan insanları tazmin etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, kapitalist pazarın büyümesini merkeze alan tüm politika ve stratejiler, doğanın ve idame ekonomilerinin (yaşayan ekonomilerin, yaşayan kültürlerin ve yaşayan demokrasilerin) yoksullaşmasına neden olan bir makine gibi çalışmaktadır.

Büyüme paradoksuna nasıl yaklaşacağız? Meseleye iyi niyetli iktisatçıların penceresinden baktığımızda, “kirleten öder” ve “ihtiyatlılık” gibi koruyucu evrensel ilkeleri sözde değil, özde hakim kılacak ekonomik araçlar ve yasal düzenlemeler için bastırmak gerekiyor. Örneğin, Kyoto’nun 2012 sonrası taahhüt dönemi şekillenirken, salımları nasıl daha fazla sınırlayabiliriz, Kyoto’yu nasıl daha etkin kılabiliriz, bunun arayışında olmak gerekiyor. Diğer taraftan meseleye, Vandana Shiva gibi, kapitalizm ötesi toplum açısından yaklaşan radikal düşünürlerin penceresinden baktığımızda, ortak doğal mülklerin yeniden kazanılması (kolektif mülkiyet veya kolektif kullanım hakkının inşası), tekelci şirket haklarının lağvedilmesi, yerinde demokratik katılımcı yönetimlerin kurulması (ademi merkeziyetçilik) önem kazanıyor.

Bu iki bakış açısının uç, aşırıcı yorumları, çevrecilik /ekolojistlik, reformculuk /devrimcilik, projecilik /hareketçilik gibi bazı tartışma ve ikilemleri ısıtabilir. Benim açımdan bu zor sorunun kısa cevabı şöyle: Tekelci şirketlere (şirket küreselleşmesine) ve onları kollayan bürokrasilere (devletçiliğe) karşı mesafe duyan tüm hareketler, farklı bakış açılarını bir imkân olarak görmeli ve verimsiz ikilemlere düşmeden, şirketlerin ve bürokrasilerin hakimiyetini geriletebilmek için birlikte çalışmalıdır.