Eastern (Paskalya) adası okyanusun ortasında en yakın kıtasal sahile (Şili'ye) 3700 km uzakta Moai olarak adlandırılan taş heykelleriyle ünlü bir ada. Bu heykellerin tek bir ağacın bile olmadığı bu adada nasıl olup da yapıldığı ne tür bir medeniyetin ürünü olduğu mistik bir soru olarak duruyor. Oysa araştırmalar gösteriyor ki burası yüzyıllar önce Jubaea cinsi palmiye ormanları ile kaplı bir adaydı. 9.-17. yy'lar arasında ormanlar tarım alanları açma ve diğer nedenlerle insan müdahelesiyle yok edilmiş, sonucunda oluşan erozyon ve ekosisteminin değişmesi açlığa neden olmuştu. Tüm bu süreç içinde adada yaşayan iki toplumun şiddetli bir savaş yaşadığı da söyleniyor. Sonunda ayakta kalabilen halk açlık sorununa çözümü yamyamlıkta bulmuş. Günümüzde adanın çorak topraklarında mistik bir şekilde etrafı gözetleyen dev taş heykelleri turist olarak gezip görülebilir.
Günümüzde de dünyayı bir ada olarak düşünebiliyoruz. Bilgisayarımızdan Google Earth vasıtasıyla en ücra noktalarına kadar görebildiğimiz, evimizin önündeki saksıyı bile tesbit edebildiğimiz bir ada. Ama bu küresel ada aynı bir zamanlar Paskalya adasında olduğu gibi doğal kaynaklarını tüketmek üzere olan bir ada.
Günümüzde gezegen biyosferinin yeniden üretiminin üzerinde tüketiyoruz. "...1961'de insan ekonomisinin baskısı biyosfer kapasitesinin p'i civarındayken 1999'da 0'lere ulaşmıştır. Diğer bir deyişle, insanlığın 1999'daki ihtiyaçlarını karşılamak için 1.2 tane dünya veya 1.2 yıl boyunca tek bir dünya gereklidir." Bu gerçek aslında birçok insan tarafından bilinmiyor. Dünya sistemi kendi sonunu getirecek bu bilgiyi insanlıkla paylaşmaktan imtina ediyor. Ya da bu bilgiyi yalanlamaya çalışıyor. Diğer yandan Pentagon, TSK gibi askeri merkezler durumun farkında olarak geleceğe dönük strateji planları yapıyorlar. Gelecekte bizi bekleyen dünyaya dair bilimkurguları aratmayacak felaket senaryoları üzerine çalışılıyor. Örneğin TSK önümüzdeki on yılda Türkiye'yi Ortadoğu'da bekleyen su savaşlarına dikkat çekiyor.
Global Scenario Group adındaki bir başka sivil oluşumun ‘Eric Kemp-Benedict, Charles Heaps, Paul Raskin' imzasıyla 2002'de yayınladığı raporda ise gelecek için belli başlıklarda senaryolar üretilmiş durumda. Askeri yada sivil olsun gelecek için üretilen bu tür senaryolar günümüzden derlenen bulgulardan yola çıkarak oluşturulmaya çalışılıyor ve bazı açılardan birbirleriyle örtüşüyorlar. Kısaca özetlemeye ve yorumlamaya çalışacağım.
Çöküş Senaryoları
I.
1. Böyle Gelmiş Böyle Gider:
a. Böyle devam edilebilir.
Genel geçer görüşün bu anlayış üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Çünkü bilim, teknoloji ve pazar ekonomisi arasındaki ittifak küresel bir kültür yaratmış durumda. Immanuel Wallerstein'e göre bu küresel kültürün aşılmasının önünde üç engel var: 1. Kapitalizmin doğası gereği karlılıktan vaz geçilememesi, 2. Uluslararası rekabet, 3. Bireylerin tüketim fetişizmi.
Bu senaryo ütopik bir şekilde günümüzün bir devamını öngörüyor. Kaynakların sınırsız olduğunu varsaysak bile tüketim talepleri bu yaklaşımın önünde büyük bir engel oluşturuyor. Örneğin Çin'deki ekonomik kalkınma günümüzdeki hızıyla devam edecek olursa 2030'da Çin halkının bireysel refah seviyesi şu anda ABD'de yaşayanlara denk olacak. Sadece otomobil sahibi olma oranı üzerinden bir örnekleme yapacak olursak Çin'de bir milyarın üzerinde bir rakama ulaşabileceğiz. Bu gün dünya üzerindeki otomobil sayısının 800 milyon adet civarında olduğu söyleniyor. Dünya üzerinde yaşayan insanların tümü batı toplumlarındaki refah seviyesinde yaşasaydı ve tüketseydi yaşayacak 4 dünyaya daha ihtiyacımız olduğu saptanıyor.
Bu örnekler Ekoloji sorunu varsaymıyor bile. Refahtan pay almak Sadece ABD halkına has bir ayrıcalık mı olsun? Hep birlikte tüketelim! Anlayışını beraberinde getiriyor. Ama bunun için tüketecek dünya bulmamız gerekiyor. Eğer dizginlenemez ise anlayışın sonu ekolojik ve toplumsal çöküş olacak. İronik bir çevre kirliliği örneği vermek gerekirse: Türkiye'de on milyondan fazla kişinin cep telefonu kullandığını ve her bir cihazın ortalama ömrünün 2-3 yılı geçmediğini düşünürsek milyonlarca minik teknoloji harikasından oluşan devasa çöplükler oluşmaya başladı bile.
b. Sürdürülebilirlik Paradigması.
"Bir sorun var ama bu sorunu çözebiliriz."
Bu senaryo Günümüz anlayışının topyekün bir reddini değil bir revizyonunu savunuyor. Refah toplumu yine nihai hedef olarak varlığını sürdürüyor. Farklı olarak sürdürülebilirlik paradigması çevreye duyarlılığı da hesaba katıyor. Çevreci sosyologlar bu anlayışı "ekolojik modernleşme" olarak da tanımlıyorlar. Yani üretim ve tüketim anlayışımızı değiştirerek gelecekte belli bir refah içinde yaşayabileceğimiz savunuluyor.
Günümüzde All Gore gibi yakın geçmişin bir ABD başkan adayının bile sorunun farkına vararak ekolojik bir felaketi önlemeye soyunması ve bireyleri bilinçlendirme kampanyaları yürütmesi bu yaklaşımın bir ürünü. Sistem kendi oluşturduğu tüketim kültürünü dönüştürerek hem refah toplumunu hem de yeşil bir çevreyi vaadediyor. Temiz enerji üretimine dönük yatırımlar yapılması, bireylerin çevre bilincine sahip olmasının sağlanması gibi hedeflere ulaşılmaya çalışıyor.
Her ne kadar ABD gibi temel aktörlerinin imzalamadığı bir protokol olsa da Kyoto ve benzeri uluslararası anlaşmalarla hedeflenen de benzeri bir paradigma içinde yer alıyor. Buna göre dünya üzerindeki zenginlik paylaşımı belli bir dengeye oturtulacak ve bundan böyle ekolojik maliyet üretimde ve tüketimde hesaba katılacaktır.
Şu anda uluslararası mücadele bu alanda verilmeye çalışılıyor. Ancak bu tür uluslararası protokoller Global olarak onaylansa ve bir an önce uygulamaya geçilse bile bunun ekolojik çöküşü sadece yavaşlatacağı öngörülüyor.
2. Kale Devletler ve Barbarlık.
Bu senaryoya göre çöküş kaçınılmazdır. Ya dünya sistemi kendi kendini dönüştürmeyi başaramamış ya da bu değişim Global sistemin ve ekosistemin çöküşünü durdurmamıştır. Bunu farkeden yapılar kendi önlemlerini alma işine koyulurlar ve tamamen ayrılıkçı bir sistem inşa ederler.
Bazı bölgesel güç odakları veya ulusötesi şirketler bağlaşıklarının yaşamlarını garantiye almaya çalışan kendi kurtarılmış bölgelerini kurarlar. Ulusal devlet yapılarının devamı imkansızlaşmıştır. Ancak bölgesel güç odakları olabildikleri ölçüde varlıklarını sürdürebilirler. Çevrelerinde barbarlar olarak tanımlanan topluluklar türemiştir. Korunaklı yapılarıyla bu barbarlara geçit vermemeye çalışırlar. Savaş artık artakalan doğal kaynakları ele geçirmek üzerinedir.
Günümüzden yapacağımız bir projeksiyonla kale devletler tasarımı gerçekleşmesi imkansız bir senaryo değildir. Günümüzde çapulcu takımı sayılan insanları uzak tutmak için etrafı bir güvenlik çemberiyle çevrili yerleşim alanlarına rastlamak mümkün. Ölçeği büyütürsek bir 3. Dünya ülkesi vatandaşının örneğin bir Avrupa ülkesine turist olarak bile gidebilmesi için vize sorgulamalarını aşması gerekmekte. Özelde de bazı global şirketler hali hazırda kendi oluşturdukları üretim ve konaklama vahalarında çalışanlarına bir yaşam standartı sunuyorlar. Özel güvenlik güçlerinin dünyadaki polis gücüne oranı 4'e 1 olarak belirtiliyor. Yani bazı odaklar hali hazırda kendi ordularını oluşturmuş ve kendi korunaklı bölgelerine çekilmiş durumdalar.
İstanbul'a Melen Çayını getirerek susuzluk sorunun çözülmesini buna örnek olarak verebiliriz. İstanbul'un susuz kalmaması için çayın geçtiği havzanın ekosistemi yokediliyor.
II.
Çözüm Senaryoları:
1. Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması senaryosu
Birleşmiş Milletler "Dünya Birliği"ne, gerçek bir "global federasyona" dönüşecektir. Globalleşme "uygarlaşmıştır." Dünya piyasası entegre olmuş ve sadece zenginlik peşinde koşulmayacak bunun yanında eşitlik ve sürdürülebilirlik hedeflerine de koşulacaktır. Terörle savaş teröristlerin yenilgisiyle sonuçlanacaktır. Sivil Toplum Kuruluşlarınca temsil edilen sivil toplum hem ulusal hem de global düzeyde toplumda öncü role sahip olacaktır. Yoksulluğun kökü kazınacak. ortalama olarak eşitsizlik, toplumun en üstündeki ve en altındaki oran azalacaktır. Malzemesizleşme ve kirleten öder prensibi gerçekleşecektir. Reklama hiçbir yerde rastlanmayacak. Güneş ekonomisine geçilecek, evle iş arasındaki uzun yolculuklar tarihe karışacaktır; onun yerini evin, işin, dükkânların ve eğlence mekânlarının iç içe olduğu "entegre yerleşkeler" alır. Devasa şirketler basit birer özel işletmeden ziyade geleceğe bakan toplumsal organizasyonlardır. Artık yalnızca mali tablolarla ilgilenmekle yetinmezler, "sosyal eşitliği ve çevre sürdürülebilirliğini de hesaba katarlar."
Tüm bunları doğuracak olanın dört farklı değişim aktörünün birleşmesi olduğu söyleniyor: 1. Dev ulusötesi şirketler, 2. BM, DB, IMF, WTO gibi hükümetlerarası organizasyonlar, 3. STK'lar aracılığıyla hareket eden sivil toplum, 4. Global olarak uyanık, çevre konusunda bilinçli, demokratik biçimde örgütlenmiş dünya nüfusu.
2. Ekokomünalizm
Bu senaryonun altı tam olarak doldurulamıyor. Çünkü senaryoda kaos sonrası toplumda yaşanan barbarlık döneminden sonra kurulacağı tasvir ediliyor. Daha da ötesinde radikal bir bir sistem değişikliğinin olabilmesi için yeni oluşacak sistemin nasıl olabileceğine dair kafa yorulması gerekiyor. Bu yapılmadan "ekokomünalizm" şu an için sadece bir isimden ibaret.
Yukarıda kendi algılayabildiğim çerçevede gelecek senaryolarını gruplamaya çalıştım. İlk iki şık insanlar ve toplumlararası ilişkilerde ve üretim-tüketim ilişkilerinde radikal bir dönüşüme işaret etmediği için çöküş senaryosu olarak adlandırmayı uygun buldum. Zira sistemin dönüşmeden kendini devam ettirebilme düşüncesi akılcı bir umut vadetmiyor. Çözüm senaryosu olarak adlandırdıklarımdan ilki olan "Yeni Sürdürülebilirlik Paradigması" bir iyiniyet senaryosu niteliğinde, gerçekleşmesini diliyoruz. İkinci şık ise altının doldurulması gereken radikal bir değişikliği talep ediyor.
Acaba başka bir dünya mümkün mü?
* Wackernagel, M. et al., 2002. Tracking the ecological overshoot of the human economy, Proceedings of the National Academy of Sciences. www.pnas.org/cgi/doi/10.073/pnsa.142033699.