“Kooperatif” sözcük anlamıyla, hizmetlerinden yararlanan insanlar tarafından mülk edinilmiş, ve onların yararına çalıştırılan iktisadi girişimleri tanımlıyor. Fiil kökü ise ortak bir amaç doğrultusunda, gönüllülük temelinde, işbirliği içerisinde hareket etmek anlamına geliyor. Türkiye’de 1163 sayılı Kooperatifler Yasası’na göre bir işletme kurduğumuzda, “kooperatifin” mantığına ve ruhuna uygun bir yapı tesis etmiş olmuyoruz. Esas olarak, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın denetimine açık, çok ortaklı bir işletme kurmuş oluyoruz. Bu yapının kooperatifin mantığına ve ruhuna uygun bir şekilde işletilmesi ise o yapıyı kuran ve yöneten insanlar arasında paylaşılan hakim anlayışa bağlı. İşleyiş ilekelerinin sürekli tartışılıp pratik içinde test edilmediği koşullarda BÜKOOP tarzı yapıların sadece ortaklarının, daha kötüsü ortaklar içerisinde idareci bir grubun çıkarını gözeten sıradan işletmelere dönüşmesi hiç zor değil. Ülkemizde kooperatiflerin tarihi olumsuz örnekler açısından oldukça zengindir ve bu tür sorunlara karşı ancak yapısal önlemlerle mücadele edilebilir.
Bunları cesaretle söyleyebilmemin nedeni, 2009 Aralık ayında BÜKOOP’un kuruluşundan beri yapının içerisinde yer alan insanlar olarak, kooperatif mantığı ve ruhu hakkında ciddi bir hassasiyet taşıyor olmamızdır. 1163 sayılı yasaya göre kurulan bir işletme olarak BÜKOOP, kooperatif mantığı ve ruhuyla çalışan bir yapı olarak BÜKOOP’a imkan sağladığı ölçüde ve bunun için önemlidir. BÜKOOP kuruluş deklarasyonu, amacı ve ilkeleri www.bukoop.org sitesinde mevcut. Bunlara hızlı bir şekilde göz attığımızda, yapının sadece kendi ortaklarının maddi iyiliği için kurulmadığı, gıdanın üretimi, dağıtımı ve tüketimine dair toplumsal bir misyon taşıdığı görülebilir. BÜKOOP’un idareci-akademisyen üniversite vatandaşları tarafından kurulmuş olması, gerektiği noktada avangard fikirlere sahip öğrencilerin enerjisiyle buluşabilmesi, onun doğru olanı yavaş da olsa arayarak bulan deneysel bir yapı olarak şekillenmesine imkan vermektedir. Diğer bir deyişle BÜKOOP, üniversite var olduğu için vardır.
BÜKOOP’un kurulduğu ilk iki yıl içerisindeki pratik işleyişini Bülten’in 3. sayısında anlatmıştım (bültenler web sitemizde mevcuttur). Mayıs 2011 tarihli ikinci genel kurulun ardından yapı içerisinde çalışan arkadaşların çoğalması ve çeşitlenmesiyle birlikte pratik işleyişimiz de zenginleşti ve çeşitlendi. Bugün BÜKOOP, kendi ayakları üzerinde duran ve bundan böyle hem içerik hem de üreteceği toplumsal etki açısından çok daha kapsamlı faaliyetler üretebilecek bir yapıya doğru dönüşmektedir. Aşağıdaki paragraflarda BÜKOOP’un bu potansiyeli hakkındaki görüş ve önerilerimi paylaşacağım. Katılımcı bir ekonomik model olarak BÜKOOP’un nasıl şekillenebileceğini anlatacağım ve bunu yaparken Amerikalı aktivist, radikal yazar Michael Albert’ın “Katılımcı Ekonomi” prensiplerinden yararlanacağım.
Albert, kapitalizm ötesi bir ekonomik vizyon olarak ileri sürdüğü “Katılımcı Ekonomi”nin temel kurumlarını tartışırken “işçi-tüketici konseylerinden” yola çıkar. BÜKOOP’ta iki yıldır, tüm ortaklara açık sistematik bir toplantı düzeni içerisinde ürünler hakkındaki ilkelerimizi tartışıyoruz. Bu ilkeler web sayfamızda mevcut ve her zaman geliştirilmeye açık. Hangi üründen ne kadar, nereden, nasıl talep edeceğimize karar veriyoruz. Bunun tipik bir “tüketici konseyi” faaliyeti olduğunu düşünüyorum. BÜKOOP kanalıyla edinilen ürünler çeşitlendikçe ve BÜKOOP, artan sayıda ortağın mutfak ihtiyacının çok daha büyük bir bölümünü karşılamaya başladıkça “tüketici konseyi” işlevi çok daha belirgin bir nitelik kazanacaktır.
Albert, “Katılımcı Ekonomi”nin ikinci temel kurumu olarak, özel mülkten veya bilgi-beceri tekelinden kaynaklanan maddi ödüllendirme mekanizmalarına alternatif olan “gayret ve fedakarlığa” bağlı ödüllendirmeyi önerir. BÜKOOP, ortaklarına kar payları bırakacak bir işletme hedefine sahip değil. Ayrıca, şimdiye kadar olduğu şekilde, ortakların ve BÜKOOP dostlarının gönüllü enerjisi yeterli olduğu müddetçe ücretli bir çalışma biçimi de gündemde değil. Fakat iş yükü /emek dengesinin gelecekte iş yükü lehine bozulması durumunda, harcanacak emek ve çabanın niteliğine bağlı olarak, ücretli /ödüllü çalışma biçimleri de gündeme gelebilir. Bunun kooperatif ruhunu zaafiyete uğratacağını düşünmüyorum. Aksine, ihtiyacı olan insanlara anlamlı bir katkı da sağlayabilir.
Albert, üçüncü temel kurum olarak “dengeli iş bileşenlerinden” söz eder. Kısacası, bir yapı içerisinde yönetsel işlerle tekdüze, yıpratıcı işlerin, o yapıdaki çalışan insanlar arasında dengeli bir şekilde bölüşülmesi gerektiğini söyler. BÜKOOP, bu tarz dengeli çalışmanın ilginç örneklerinden birisi oldu. Halihazırda, ürün karşılama, paketleme, satış; üreticilerin, stokların, hesapların takibi gibi işler akademik ve idari personelden insanlar ve öğrenciler arasında bölüşülüyor. Tabii, bunun daha yakından analiz edilmesi ve görünen dengesizliklerin giderilmesi için sürekli önlem alınması gerekiyor. Daha fazla gönüllü çalışan kazanmak yönündeki çalışmalar bu anlamda çok değerli, çünkü işlerin dengeli dağılımını kolaylaştırıcı bir işlev görüyor. Özetle: Neyse ki BÜKOOP, akademisyenler tarafından “idare edilen”, idari personel ve öğrenciler tarafından “koşturulan” bir yapı değil. Fakat yine de, aman dikkat!
Son olarak, Albert’in vazgeçilmez bir kurum olarak önerdiği “katılımcı planlamayı” ele alalım. Albert, mal ve hizmet tahsisatının “piyasa” mekanizmalarına tabi gerçekleştiği koşullarda diğer tüm kazanımların zamanla erozyona uğrayacağını iddia ediyor. Sanırım bu noktada BÜKOOP için “zurnanın zırt dediği yere” geliyoruz. Web sayfamızda amaçlarımızı okuduğumuzda, “... gıdayı erişilebilir kılmak”, “... işbirliği inşa etmek”, “... piyasa koşullarının cenderesinde kurtarmak”, “... örgütlülüğe destek vermek” ve “... katılımcı sertifika modelleri inşa etmek” gibi çok önemli ifadeler görüyoruz. Albert, kapitalist piyasalara alternatif “katılımcı planlamanın” burada saymayacağım bir takım nedenlerle, çevresel açıdan sakıncalı malların aşırı üretimini, çevresel açıdan olumlu malların yetersiz üretimini engelleyeceğini söylüyor. Üretici ve tüketicilerin karşılıklı müzakere içerisinde neyin ne kadar ve nasıl üretilmesi gerektiğine karar verdikleri bir mekanizma olarak “katılımcı planlamayı” öneriyor.
BÜKOOP olarak, yukarıda kısaca özetlediğim amaçlara sahip olsak da, bugüne kadar kuruluşumuzla ilgili problemlere odaklandığımız için, “katılımcı planlama” prensibi etrafında yürütebileceğimiz çalışmalara yeterince ağırlık vermedik. Fakat hemen yakın gelecekte, kooperatif yapısına yeni katılımlarla birlikte bu alanda örnek çalışmalar yapabileceğimizi düşünüyorum. Üreticilerimizle ilişkilerimizi düzenli ziyaretlerle çok daha sıkılaştırabilir, onların hem sosyal hem de çevresel üretim koşullarını çok daha yakından tanıyabiliriz. Kendi senelik tüketim taleplerimizi tespit ederek, karşılıklı müzakere edilecek kriterler etrafında, her ürün çeşidi ve üretici için yeterince erken, senelik talep-arz anlaşmaları yapabiliriz. Bu anlaşmalar şimdiye kadar olduğu şekilde karşılıklı, sözlü güven ve taahhüt ilişkisi içerisinde yürüyebilir fakat üreticilerin hem daha yakından denetlenebileceği, hem de uzun vadede önünü daha rahat görebileceği bir düzenlemeye kavuşabilir. Küçük üreticinin piyasa mekanizmasından kurtulmasına yardımcı olabilir. Bu aynı zamanda tüketiciler olarak bizlerin de üreticiler tarafından, taahhütlerimiz temelinde denetlenmemiz anlamına gelecektir.
BÜKOOP’un “tüketici konseyi”, “gayret ve fedakarlığa bağlı ödüllendirme”, “dengeli iş bileşenleri” ve “katılımcı planlama” mekanizmlarını tartışarak, kendisini katılımcı bir ekonomik model olarak ifade edebileceğini düşünüyorum. Bugüne dek katılım, gönüllülük, kooperatif ruhu, katılımcı sertifikasyon vb. konularda gösterilen hassasiyet katılımcı ekonomik modelle örtüşüyor. “Katılımcı planlama” ilkeleri, gıda egemenliği çevrelerinde “katılımcı sertifikasyon” olarak adlandırılan prensibin gerçekleştirilebileceği bir çerçeve sunuyor.
Katılımcı bir ekonomik model olarak kendi iç meselelerini çözümleyebildiği ölçüde yakın gelecekte BÜKOOP’un, katılımcı planlama ve katılımcı sertifikasyon alanında çok daha etkin olabileceğini, düzenleyeceği seminer, toplantı, gezi vb. etkinlikler aracılığıyla bu söylemin taşıyıcısı olabileceğini düşünüyorum.