Yeşil Ekonomi temasıyla toplanan ve beklendiği gibi dağın fare bile doğuramadığı bir hayal kırıklığı ve öfke yaratan Rio+20 zirvesinin ardından, geçtiğimiz günlerde Türkiye’de yayımlanan ilk Yeşil Ekomoi kitabının editörlerinden, yazarımız Ahmet Atıl Aşıcı ile yeşil ekonomi nedir, ne değildir diye bir söyleşi gerçekleştirdik. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan ve özellikle Yeşil Ekonomi üzerine yoğunlaşan Yard. Doç. Dr. Ahmet Atıl Aşıcı, aynı zamanda Yeşiller Partisi’nde ekonomi politikaları alanında çalışıyor.

Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanan Yeşil Ekonomi derlemesinin editörlüğünü Ümit Şahin ile birlikte yapan Aşıcı’nın kitapta 3  makalesi bulunuyor. Ahmet Atıl Aşıcı, her tarafa çekilmeye çalışılan ve şirketler tarafından tıpkı sürdürülebilirlik kavramı gibi içi boşaltılmak istenen Yeşil Ekonomi’yi doğru anlayarak ve anlatarak sahip çıkmaktan yana.

Özellikle 2008 küresel krizinden bu yana bir yeşil ekonomi lafıdır gidiyor. Haziran’da Rio’da toplanacak zirvenin başlığı da “Yeşil Ekonomi” olarak belirlendi. Nedir bu yeşil ekonomi?

Yeşil Ekonomi krizin ardından iktisadi sisteme alternatif olarak önerilen bir iktisadi sistem. Peki nereden çıktı bu ihtiyaç? İçinde yaşadığımız sistem nerede yanlış yapıyor? Birçok farklı iktisadi sistem önerisi (Marksist iktisat, feminist iktisat gibi) bulunsa da iktisadın ana amacını insan refahının artırılması olarak niteleyebiliriz. Bu ekolleri birbirinden ayıran en temel farklılık insan refahının dayandığı temellerdir. Mevcut neo-klasik iktisadi sistem insan refahını maddi gelire indirgemiştir. Böyle olunca iktisadın temel görevi toplam üretimi yani Gayrisafi Milli Hasılayı (GSMH) artırmak olarak ortaya çıkar. Bu, neo-klasik iktisadın çevresel sorunlar, işsizlik, yoksulluk gibi sosyal sorunlara gözünü kapadığı anlamına gelmiyor. Gelir artışı, yani ekonomik büyümeyle bu sorunların da zamanla çözüleceğini savunur. Dolayısıyla piyasalara müdahale etmeye gerek yoktur, geliri olabildiğince hızlı artırmak bu sorunları da o nispette ortadan kaldıracaktır. Oysa, birçok düşünür tarafından haklı biçimde “üçlü kriz” (yani ekolojik, ekonomik ve sosyal kriz) olarak adlandırılan 2008 küresel krizi neo-klasik iktisadın bu temel varsayımının doğru olmadığının en açık ifadesidir. 2008 sonrası dönemde neo-klasik iktisat eğitiminde yaşanan kriz de bunu gösteriyor.

Bugünlerde Rio’da yapılan dünya çevre zirvesinin başlığı da “Yeşil Ekonomi” olarak belirlenmiş. Bu başlığı belirleyen ve destekleyenler kimler? Sizce Yeşil Ekonomi gezegeni kurtarabilir mi?

Rio+20 zirvesi BM’nin organize ettiği bir toplantı. Bundan 20 yıl önce yine Rio’da toplanan Sürdürülebilir Kalkınma temalı Dünya Zirvesi’nden beri ne kadar yol katettik, neyi doğru neyi yanlış yaptığın bir değerlendirmesi, üçlü krizle karşı karşıya kalan dünyamızın kurtuluşu için yapılması gerekenleri tartışılacağı bir mecra. Teoride böyle fakat pratikte yaşananlar, çokuluslu şirketlerin güdümündeki hükümetlerin bunu nasıl başaracağı konusunda büyük belirsizlikler olduğunu kanıtlıyor. Ana tema olarak Yeşil Ekonomi’nin seçilmesi de tesadüf değil. Son 5 yıl içerisinde, özellikle 2008 küresel ekonomik kriziyle beraber, farklı çevreler tarafından mevcut ekonomik sistemin sürdürülemez olduğuna ilişkin çok ciddi çalışmalar yayınlandı ve yayınlanmaya devam ediyor. Günümüzde “yeşil” olmayan kalmadı dersek yalan olmaz. Yeşil ama nasıl yeşil?

Bugün, iklim değişikliği ve ekolojik yıkımın toplumlarda yarattığı tepkiyi kontrol edebilmek adına, birçok şirket “yeşil açılımlar” peşinde. Müşterilerini kaybetmemek adına yeşili bir halkla ilişkiler aracı olarak kullanıyorlar ki, buna “yeşil badanacılık” diyoruz, çok dikkat edilmeli. Nasıl tek bir makroekonomik sistem yoksa, mesela kuzey ülkeleri daha çok Keynezyen, Anglo-Sakson ülkeler ise neo-klasik-liberal bir ekonomik sistem içinde yanyana yaşarlar, tek bir “yeşil ekonomi” de yok. Herkesin “yeşil ekonomi”den anladıkları farklı. Ezcümle, ana temanın Yeşil Ekonomi olarak seçilmesi doğru ama yeterli değil. Şirketlerin dilinden düşürmediği şekliyle değil de, uluslararası ticareti ve finansal akımları da dönüştürecek, tüketim ve üretim kalıplarını sürdürülebilir bir düzeye çekebilecek haliyle bir Yeşil Ekonomi gezegeni kurtarmak için atılması gereken ilk adımdır. Bir dönüşüm ve bu dönüşümün mekanizmalarına işaret eder.

Peki Yeşil Ekonomi insan refahını nasıl tanımlıyor?

Yeşil Ekonomi insan refahının üç ana dayanağı olduğunu savunur. Neo-klasik sistemin savunduğu maddi gelir bunlardan sadece biridir. Bunun dışında refahın sosyal ve ekolojik boyutları vardır ve bu boyutlar birbirinden az ya da çok önemli değil, ancak beraber ele alındığında bir anlam ifade eder. Yani, yeşil ekonomiye göre, insanınızı sağlıksız ve güvenliksiz koşullarda (kot kumlama, gerekli güvenlik önlemi alınmamış maden ve tersaneler gibi) çalıştırıp, doğayı tahrip ederek artıracağınız gelir (GSMH artışı yani) insan refahını artırmaz, aksine azaltır. Bugün Türkiye’de yaşadığımız paradoks budur. 2001 krizinden beri maddi gelir artışı bakımından dünya rekorları kıran bir ülke Türkiye. Ancak toplum kaynıyor, toplumun içine düştüğü şiddet, çoğalarak artan yerel çevre hareketleri işlerin hükümetin dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmakla övündüğü bir ülke tasviriyle örtüşmüyor. Gelir artıyor, ancak insanlar giderek daha mutsuzlaşıyor. Salt iktisadi büyümeye odaklı politikaların bizi getirdiği nokta bu. Verilen onca teşviğe, harcanan onca paraya rağmen istihdam bir türlü artırılamıyor. Bugün Türkiye’de resmi rakamlara göre 2,5 milyon işsiz var.

Önceki sorunuza dönersek, yeşil ekonomi insan refahını tüm boyutlarıyla artırmayı hedefleyen bir iktisadi sistemdir. Yani sadece insanların gelirlerin artırmak yetmez, insanların kendilerini gerçekleştirebilmelerine olanak sağlayacak sosyal bir yapı, yaşamın kaynağı doğa ile uyumlu bir iktisadi yapı kurulması gerekir. Bunu başarıp başaramadığımızı ölçecek GSMH’dan daha kapsamlı göstergelere ihtiyacımız var. 1980’lerden itibaren çok farklı sürdürülebilirlik göstergesi önerildi.

Yeşil ekonomi sadece gezegeni korumayı degil istihdamı da mı artırmayı vadediyor?

Bu sorunun cevabı aslında içinde bulunduğumuz krizi iyi anlamaktan geçiyor. Bugün sadece ekonomik, finansal bir krizden bahsetmiyoruz. Gıda fiyatlarındaki artış Arap Baharı’nın arkasında yatan en önemli etkenlerden biri. Keza Şili ve son günlerde Kanada Montreal’de öğrencilerin başlattığı eylemler, ABD’deki İşgal Et eylemleri bir ekolojik ve sosyal krizle karşı karşıya olduğumuzun en net göstergeleri. Dolayısıyla, mevcut ekonomik sisteme alternatif olarak önerilen Yeşil Ekonomi’nin tüm bu sorunlara aynı anda cevap bulması gerekiyor. Bu sorunların içinde gıda ve enerji krizi de var, istihdam krizi de var.

UNEP ve İLO’nun 2008 yılında yayınladıkları Yeşil İşler başlıklı istihdamı artırmaya yönelik önerileri içeren raporunda doğayla uyumlu, insan onuruyla bağdaşan işlerin yaratılmasından bahsediliyor. Bu işler mevcut sistemin yeşil bir dönüşüm geçirmesiyle otomatik olarak ortaya çıkacak işlerdir. Bugün Türkiye’de onca büyümeye rağmen 2,5 milyon işsiz var ve giderek artıyor. Yine aynı Türkiye enerjiyi en verimsiz kullanan, olası bir depremde yüzbinlerce kişinin ölmesinin beklendiği bir ülke. Enerji alt ve üstyapısının iyileştirilmesi, kamu binalarindan başlanarak depreme dayanıklı binaların inşaasıyla yüzbinlerce yeni iş yaratılabilir. Enerjiyi bu kadar verimsiz kullanıp, üstüne binlerce küçük HES, onlarca termik santral, 2-3 tane nükleer santral inşa etmek, camları kırık evi ısıtmak için sobaya habire odun atmaya benzer. Oysa yapılacak ilk iş, önce camı değiştirmek olmalıdır.

Peki Türkiye’nin bu bahsettiğiniz göstergeler açısından gelişimini nasıl tanımlarsanız?

Tam anlamıyla fecaat. Türkiye özellikle 2001 krizinden sonra ekonomik olarak rekor düzeyde büyüse de bunu tam anlamıyla cepten yiyerek sağlamış. Doğasından ve insanından aldığını yerine koyamamış, bunu paraya tevdi edip milli geliri artırmış. Bu yaklaşım ne yazık ki halen devam etmekte. Unutulmamalıdır ki, bu yaklaşım ne ekonomik ne sosyal ne de ekolojik açıdan sürdürülebilir değildir.

Günümüzde iş çevreleri dahil herkesin dilinde bir sürdürülebilir kalkınma, yeşil ekonomidir gidiyor. Yoksa bu isimler altında önerilen politikalar zor duruma düşen kapitalist sistemi kurtarmayı mı amaçlıyor?

Hem evet hem hayır. Evet, çünkü bu politikalar sistemin içeriden dönüştürmeye çalışıyor. Hayır çünkü herkesin sürdürülebilirlikten ya da yeşil ekonomiden anladığı birbirinden farklı. En azından dört farklı sürdürülebilirlik tanımı var. Benzinle çalışan araba yerine hibrit araba üretmek yeşil yatırım olarak görülebilmekte. Arabaya dayalı hayat tarzı hiç sorgulanmıyor. Bizim bahsettiğimiz yeşil ekonomi ile şirketlerin sözcülüğüne soyunduğu yeşil ekonomi arasında dağlar kadar fark var. Aslında şirketler de yeşil oldu, onu da ehlileştirecekler diye bu kavramları gözden düşürmeye çalışmak meydanı bizi bu hale getirenlere bırakmak demek. Şirketlerin bir anda herkesten yeşil kesilmesi aslında onların aczinin göstergesi. Bize düşen bu kavramların şirketlerce sahiplenilip içlerinin boşaltılmasına izin vermemek olmalıdır. Bu da bizi birkaç asırdır tartışılan devrim mi reform mu sorusuna getiriyor.

Nasıl?

Şöyle ki,sosyalist hareket içinde bir grup parlamenter sistem içerisinde reformlarla sorunlara çözüm bulunabileceğini savunurken, diğerleri devrimi ön plana çıkarıyordu. Buna benzer bir tartışma bugün ekososyalistlerle yeşiller arasında gerçekleşiyor. Ekososyalistler, her türlü iyileştirme çabalarını mevcut sistemi güçlendirdiği savıyla reddediyor. Bu söylemi özellikle iklim açısından geri dönülemez noktaya hızla yaklaştığımız günümüzde çok tehlikeli ve yanlış buluyorum. Sol tarih içindeki içindeki “bırakın daha kötü olsun, ne kadar hızla dibe çökersek o kadar hızlı çıkarız” yaklaşımını bugün, ne yazık ki halen, kimi ekososyalist çevrelerde görüyoruz.

Ama sizin söyleminiz de kıyamet tellallığı yapıp, insanları korkuları üzerinden kendi fikrinizi benimsetmek olmuyor mu?

Olabilir, ama olaya şu açıdan bakmamız lazım: Bugün bize “halka ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışmakla suçlayanlarla, GDO’cuların kullandığı dil arasında tuhaf bir paralellik var. GDO’cular da GDO karşıtlarını aynı argümanlarla eleştiriyor, “henüz kanıtlanmış bir olumsuz etki yok” diye. Diyelim ki şu ana kadar olumsuz bir etki bulunamadı, bu durum hiç olumsuz etkisinin olmadığı anlamına gelmez. GDO karşıtları bu gibi durumlarda “tedbir” ilkesinin kullanılması gerektiğini savunuyor. Yani risk milyonda bir bile olsa bu katlanılabilecek bir maliyet değildir. iklim değişikliği ile mücadeleye hemen bugün başlamalıyız. Bir ekososyalist ya da sosyalist devrimi bekleyecek kadar zamanımız maalesef yok. Yerel hareketler elbette ki önemli, ama iş iklim değişikliği olduğunda hareketin de küresel olması gerekiyor. Küresel bir hareketlenme olsa da bu ülke hükümetlerini ortak bir çözüme zorlayacak boyutta değil ne yazık ki. Bu da sistemi içerden dönüştürmeye çalışmayı, yani reformist bir yaklaşımı gerektiriyor. Bu kapitalizmi kurtarmak demek değildir. Aslında demokrasi mücadelesinin iktisadi ayağıdır.

Biraz açar mısınız?

Bunun için öncelikle kitapta da ayrıntısıyla işlediğimiz Yeşil Yeni Düzen kavramından bahsetmek gerekiyor. Yeşil Yeni Düzen, adını ABD’de 1929 yılında patlak veren Büyük Buhran’a karşı Roosevelt hükümetinin 1930’lu yıllarda uygulamaya koyduğu Yeni Düzen politikalarından alır. Esası, kriz nedeniyle duran çarkların, düşen üretimin ve talebin kamu yatırımları ile tekrar canlandırılmasıdır. Bildiğimiz Keynesgil politikalar. ABD hükümeti o dönem baraj, yol gibi büyük altyapı yatırımlarına girişmiş, iş ve özel sektör için talep yaratabilmişti. Bugün de benzer derinlikte ve yaygınlıkta bir kriz yaşıyoruz. Ama 1929’da görünürde olmayan, oysa 2008 krizinin tam göbeğinde olan ek bir sorun var: Ekolojik kriz. Bugünün dünyası da yeni bir düzeni gerekli kılıyor, ama ne olursa olsun bu düzenin yeşil olması gerekiyor. Yeşil Yeni Düzen, kamu kaynaklarının insanın gerçek refahını, yani salt maddi gelir değil, sosyal ve ekolojik açıdan da artırılması için harcanmasını öngörür. Yani sadece iş ve üretim artışı sağlamak yetmez, bunları ekolojik dengeyle uyumlu biçimde yapmanız gerekir. Yeşil Ekonomi’de bu tür yatırımlara yeşil yatırımlar, yaratılan işlere de yeşil işler adı veriliyor.

Demokrasi mücadelesi bağlamına gelirsek?

Şöyle ki, 2008 krizinden sonra aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke hükümeti kurtarma paketleri açıkladılar. Bunlar, kamu yatırımlarının, özel sektöre verilen teşviklerin artırılması ya da vergilerin düşürülmesi gibi önlemleri içeriyordu. O dönem Türkiye otomotiv ve beyaz eşyadan alınan ÖTV gibi vergileri belli bir süreliğine yarı yarıya azaltmıştı hatırlarsanız. Bunların hepsi kamu kaynaklarından, yani hepimizin ödediği vergilerden karşılandı. Harcanan onca paraya rağmen işsizlikte anlamlı bir düşüş sağlanamadı. İncelediğimizde gördük ki, teşvikli yatırımlarda aslan payını alan sektörler, çok az emekle teknolojiyi yoğun olarak kullanan, çevreyi önemli ölçüde kirleten enerji ve ulaştırma sektörleri. Termik santraller, Karadeniz’de serbest akan dere bırakmamaya and içmiş küçük HES’ler, otomotive ve petrole dayalı ekonomiyi ayakta tutmaya yönelik duble yollar, köprüler, çılgın projeler. Hepsi içinde yaşadığımız doğayı katleden, gerçek refahımızı azaltan politikalar. Kamu kaynaklarının ne yönde, kimin yararına harcandığı demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Yeşil Ekonomi, bu anlamda çok bariz bir noktayı işaret ediyor. Kamu kaynakları kamu yararı için harcanmalıdır. Kamu yararı da salt gelir artışından ibaret değildir.

Hükümet geçtiğimiz aylarda cari açığı azaltmaya yönelik yeni bir teşvik paketi açıkladı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Amaç doğru. Türkiye ekonomisinin yapısal birtakım sorunlarından dolayı ekonomi büyürken cari açık vermek zorunda kalıyor. Bunun nedeni aramalı ve yatırım mallarında dışarıya bağımlı olması Türkiye’nin. Hükümet özel sektöre verdiği teşviklerle ithal edilmek durumunda kalan aramlı ve yatırım mallarının Türkiye’de üretilmesini özendirmek istiyor. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak işin detayına indiğinizde, en çok ara malı ithalatı gerçekleştiren sektörlere baktığınızda hükümetin bu politikasının pire için yorgan yakmaktan farksız olduğunu görüyorsunuz.

Nasıl?

Şöyle ki, hükümetin Girdi Tedarik Sistemi, kısaca GİTES olarak açıkladığı projede, cari açığa en büyük katkı yapan sektörün demir-çelik sektörü olduğu görülüyor. Türkiye demir-çelik üretimini hızla artırıyor, ancak bunun için yurtdışından hurda demir-çelik ithal etmek durumunda. 2010’da tüm ithalatımız 185 milyar dolar, bunun 7,1 milyar doları sadece demir-çelik hurdaya harcanmış. Cari açık içindeki payı yüzde 15. Ve daha da kötüsü bu hurdaların çoğu elektrikli ark ocaklarında eritilmekte. Demir-çelik sektörü çok enerji kullanan bir sektör. Toplam sanayide kullanılan elektriğin yüzde 15’i sadece bu sektörde kullanılıyor. Hükümet ne yapıyor? Sektördeki ithalat bağımlılığını azaltmaya çalışıyor sadece. Yerli madencilik yatırımlarını teşvik ediyor. Kimsenin aklına acaba Türkiye gerçekten demir-çelik üretmeli mi diye sormak gelmiyor. Bu veri olarak kabul ediliyor. Bir sektör düşünün, sırf birileri oradan kazanç sağlıyor diye, ülke cari açık belasıyla uğraşmak zorunda kalıyor, o üretim için gerekli enerjiyi üretebilmek için derelerini yıkıyor, her yana termik santral, nükleer santral kurmaya kalkıyor.

Yani Türkiye’nin bunca HES, termik ve nükleer satralde üretilecek enerjiye ihtiyacı yok mu diyorsunuz?

Ayrıntılı incelemek lazım tabii, ama öyle görünüyor. Demir-çelik sektörü ne ekonomik ne sosyal ne de ekolojik açıdan kabul edilemez olumsuz etkiler taşıyor. Bir grup üretici para kazanacak diye, ekonomi cari açık veriyor, bunu kapatmak için kırk takla atıyor, yerli demir cevheri için doğa katlediliyor, kullanacağı elektiriği üretmek için derelere HES’ler, sadece İskenderun Körfezi’nde 7 tane termik santral, ve nükleer santraller kurulması gerekiyor. Teşvik edilecek başka sektör mü yok?

Geçtiğimiz günlerde Yeşil Ekonomi ile ilgili ilk kapsamlı kitabı hazırlayıp yayımladınız. Bu kitap nasıl ortaya çıktı?

Yeşil Düşünce Derneği olarak Heinrich Böll Vakfı’yla beraber iki Yeşil Ekonomi Konferansı düzenledik 2009 ve 2011 yıllarında. Bunlar Türkiye’de bir ilkti. Gördük ki, ilgi her geçen gün artıyor. Yine bu dönemde Avrupa Yeşil Partisi’ne mensup üye partilerin özellikle Batı Avrupa’da Yeşil Ekonomi ve Yeşil Yeni Düzen ekseninde yürüttükleri kampanyaların seçmenler nezdinde umut vaadeden yegane programlar olarak görüldüğünü seçim sonuçlarından net bir şekilde gözlemledik. Konu hakkında temel bir başvuru kaynağı olabilecek bir kitabın eksik olduğunu düşündük ve soncunda böyle bir kitap çıktı ortaya. Kitapta özgün yazıların yanında işin hem teori hem de Avrupa Parlamentosu üyesi olarak pratik tarafında olan Alain Lipietz gibi yazarların tercüme yazıları bulunmakta. Yine Avrupa Yeşil Partisi’nce onaylanmış kimi politika metinlerini de tercüme ettirdik ki, bu konuştuklarımızın birtakım ülkelerde çoktan hayata geçmiş politikalar olduğu anlaşılsın diye. Yeni İnsan Yayınevi Mayıs ayında bastı kitabı ve çok talep gördüğünü işitmek bizi de mutlu etti açıkçası. Kitabı internetten daha ucuza bulma imkanı olduğunu da eklemek isterim.