Tiyatro yapmaya ne zaman başladınız?

Ben Haydarpaşa Lisesi mezunuyum. Lisede talebeyken iki-üç oyun oynadık. O zamanlar Lise tiyatrosunu resim hocamız Mehmet Pesen yönetiyordu. Alpaslan ve Yangın diye iki oyun oynamıştık. Aklıma gelen başka bir oyun da İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun Akıl Taciri idi.

Liseyi bitirdikten sonra İÜTB Gençlik Tiyatrosu'nda çalışmaya başladınız...

Benim üniversiteye girişim geçtir, akranlarıma göre birkaç sene geç girdim üniversiteye. Gençlik Tiyatrosu'na girmeden önce farklı yerlerde amatör ve pro­fesyonel 4-5 sene tiyatro yaptım. 1962-63 yıllarında Kızıltoprak'ta Cumhuriyet Halk Partisi Gençlik Kolunun faaliyet gösterdiği binada bir tiyatro salonu yaptık. Oraya Deney Sahne adını koyduk. Ve ilk oyun olarak Tavtati Kütipati'yi oynadık. Daha sonra ben Dost Oyuncular'ı kurdum. Adı İhtiyar Delikanlı olan oyunu yazdım. Ardından Küçükyalı'da Sinema 63'te oynadık. Dost Oyuncular'da bugün sizin de tanıyabileceğiniz iki kişi vardı. Şimdi şarkı sözü yazarı olan Aysel Gürel ve Gül Yalaz. O zaman Gül'ün soyadı Babür'dü. Altı ay kadar Sinema 63'te çalıştık. Fakat Küçükyalı bize çok uzaktı. Orada ilk tiyatroy­du bizimkisi. Sinema ile içiçe olduğu için dikkat de çekmiyordu. Daha sonra Aksaray Küçük Opera Tiyatrosu'nda profesyonel tiyatro yaptım. Abdurrahman Palay ve Neşe Yulaç ile birlikte Çetin Altan'ın yazdığı Dilekçe adlı oyunda çalıştım. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne girdim. 1964'te İ. Ü. Karınca Tiyatrosu'nu kurdum. Bu tiyatroda iki tane oyun sahneye koydum ve oynadım. Oynadığımız oyunlardan biri yineTavtati Kütipati idi. Ertesi sene İÜTB Gençlik Tiyatrosu'na geçtim. Bildiğim kadarıyla bizden sonra gelen arkadaşlar Karınca Tiyatrosu'nu bir-iki yıl daha yaşatmışlar.

Gençlik Tiyatrosu' nda ne tür faaliyetleriniz oldu?

Gençlik Tiyatrosu'nda biz işe sıfırdan başladık. Doğal olarak üniversite tiyatrosu olduğu için bir grup gelip çalışıyor; sonra üniversite bitince bırakılıyor haliyle. Biz çok iyi bir ekip kurduk. Ben tiyatronun hem rejisörlüğünü hem de baş aktörlüğünü üstlendim. Orada Tarık Buğra'nın Ayakta Durmak İstiyorum isimli oyununu yine Turgut Özakman'ın yazdığı Duvarların Ötesi'nive Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun Büyük Otmarlar'ınısahneledik.

Yurtdışı tiyatro festivallerine genellikle Gençlik Tiyatrosu gidiyormuş. Bu sizin döneminizde de sürdü mü?

Evet, mesela Ayakta Durmak İstiyorum'uİtalya’ya götürdük. Orada 1. Parma Enternasyonel Tiyatro Festivali'ne katıldık. Parma'da bize En İyi Ekip ödülü verildi. Festivale yirmi-yirmibeş ülkeden ekip katılmıştı. Festivalden sonra Türkiye'ye dönecektik ki Başbakanlıktan Milano Başkonsolosluğuna bir mesaj geldi. Ekibimizin Almanya'ya geçmesi ve orada bu oyunu Türk işçilerine oynaması istendi. Türk konsoloslukları vasıtası ile yapılan ciddi organizasyonlar sayesinde yirmi sekiz şehirde Ayakta Durmak İstiyorum'uoynadık. Türklerin dışında Almanlar'da seyretti bizi. Çok büyük ilgi ile karşılandık. Yurtdışına bir haftalığına gitmiştik ama bir buçuk ay süresince oyunumuzu sahneledik. Ertesi yıl M. Necati Sepetçioğlu'nun yazdığı ve bana çok ilginç gelen Büyük Otmarlar adlı oyunu sahneye koydum. Büyük özveri ile üç-dört ay çalışarak bu oyunu Zürih 1. Uluslararası Tiyatro Festivali'ne götürdük. Festivale ilgi büyüktü. Çeşitli ülkelerden yirmiden fazla tiyatro ekibi katılmıştı. Çok güzel bir festival oldu. Neticede birincilik ödülünü Gençlik Tiyatrosu olarak biz aldık. Özellikle Zürih Festivali'nin benim sanat yaşantımda çok hoş ve çok ayrı bir yeri vardır. Türk insanının ne kadar yetenekli olduğu eşit imkanlar oluştuğunda bizlerin neler yapabileceğini o zaman anlamıştım.

Sahne çalışmalarınızı üniversitede mi yapıyordunuz?

Üniversite sahnemiz yoktu. Örneğin bugün Boğaziçi Üniversitesi'nde olduğu gibi bir sahnemiz yoktu. Amatör bir ekip için tiyatro salonu mücevher gibi bir şeydir, çok önemlidir. Biz Cağaloğlu'ndaki MTTB ve TMTF binasında çalışıyorduk. TMTF binasının üst katını küçük bir tiyatro salonu haline getirmiştik; kendimiz yapmıştık. Küçük, sığamadığımız bir yerdi.

Oyunlarınızı nerede oynuyordunuz?

Mesela Çapa'nın çok güzel bir salonu vardı. Festivallerden döndükten sonra, sabit dekorlarımızı yerleştirip onbeş gün kadar bu salonda oynuyorduk. Bunun dışında çağırıldığımız yerlerde oynuyorduk. Karınca Tiyatrosu zamanında Güzel Sanatlar Akademisi'nin salonunda oynamıştık.

İstanbul dışında turneye çıktığınız oldu mu?

Hayır, olmadı. Festivaller dışında İstanbul'da oynuyorduk. Amatör tiyatroda kalabalık ekiplerle çalıştığınız zaman bu tür şeyleri pek yapamazsmız, zira herkesin karnı değişik zamanlar ağrır; o yüzden zordur.

Gençlik Tiyatrosu ile ilişkileriniz daha sonraki yıllarda da sürdü mü?

Benim ilişkim devam etmedi. Ben ayrıldıktan sonra Gençlik Tiyatrosu devam etti mi etmedi mi onu da pek bilmiyorum. 1967-68 yılları olaylı yıllardı. Talebe derneklerinde iktidarlar sürekli değişiyordu. İÜTB Gençlik Tiyatrosu'nun yüzüne bakacak pek kimse de kalmamıştı herhalde.

Tiyatro grubunuz dönemin siyasal gençlik hareketleriyle ilişkili miydi?

Benim tiyatro yaşamımda sağ-sol yoktur. O zaman moda olan sol rüzgarlara uyan bir sanatçı değilim. Ben bildiğimi yapmaya, iyi sanat yapmaya çalışıyordum. Fakat kesin bir sınıflama yapılacak olursa, benim çalıştığım oyunların hiçbiri sol oyun değildir.

Ama sol oyunların içinde oyuncu olarak çalıştım. Mesela Abdurrahman Palay'ın ekibinde Çetin Altan'ın Dilekçe'sinioynadığımız zaman -ki Çetin o zamanlar TİP içerisindeydi- otobüsümüzün taşlandığını, polis kontrolünde oynadığımızı hatırlıyorum. Ama ben kendi yaptığım işlerde Tarık Buğra, Sepetçioğlu çizgisinde o zaman milliyetçi muhafazakar sayılan yazarlarla beraber çalıştım. Şimdi çalışsam yine öyle çalışırdım. Bana göre Türkiye'de tiyatro taklitçi olmamalıdır. Kendi ülkemde yaşayan insanlarla organik alışverişi iyi yapmak isterim. Bugün bir oyun seçsem sağ mı sol mu ona bakmam. İyi olup olmadığına bakarım.

Sahne pratiğiniz hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Büyük Otmarlar' danÖrnek vereyim. Bu oyunun dekorlarını yapabilmek için bir marangoz gibi rahmetli Bülent Erbaşar ile -o profesyonel olmasına rağmen- sabahlara kadar çalıştık. Amatör tiyatrolarda özveri çok önemli bir şeydir, her şeyin para ile ölçüldüğü bu devirde amatörlük de tarihe karışacak herhalde.

Büyük Otmarlar yirmibeş-otuz kişilik bir oyundur. Bu oyundaki tüm arkadaşlar asker gibi çalıştılar diyebilirim. Ben komutanları gibiydim. Saatlerce çalışırdık ve kimsenin sesi çıkmazdı. Bence amatörlük profesyonellikten daha profesyonel bir şeydir. Bizde amatörlük denilince pek umursanmaz hatta küçük bile görülür. Halbuki durum tamamen tersidir. Ben profesyonel tiyatrolarda laubalice çok şey görmüşümdür. Geç kalmalar, kafasına göre iş yapmalar, hele o kulisler... Birbirini çok seviyormuş gibi sahte davranışlar, arkadan konuşmalar, vıcık ilişkiler...

Biz üniversitede para beklentisi olmadan gecemizi gündüzümüze katıp çalışırdık. Büyük Otmarlar'ı neden seçtiğimiz soruldu bize İsviçre'de. Orada puanlama sistemi vardı, hem oyunun sahne başarısına hem de tartışma toplantılarındaki başarınıza bakılıyordu. Tıpkı münazara yarışmaları gibi sorular sorulur ve muhakeme yapılırdı. Ben de orada çıkıp yirmi küsur ülkeye kıran kırana sorular sordum, onlar da bana sordular. Bana bu tartışmalarda en çok şu soru yöneltilmişti: "Neden günümüz insanını anlatan bir oyun tercih etmediniz?" Halbuki eski çağlardan bugüne toplumu yönetenler ile yönetilenler arasında yapılan anlaşmaları çıkar elde etme bakımından hep yönetenler kazan­maktadır.

Hele gelişmekte olan ülkelerde bu hastalık çok daha yaygındır. Otmarlar oyunu günümüzde Marcoslar'a, Buttolar'a, Saddamlar'a kadar dayanır. Bırakın insanları, ülkeler bile çıkar ilişkilerinde birbirlerini yemeye, yutmaya çalışmıyorlar mı? Bu dünyada büyük balık küçük balığı yutuyor velhasıl.

Daha sonra Otmarlar'ı Şehir Tiyatrosu da sergiledi. Ama başarılı olamadılar ve oyunu kısa sürede sahneden kaldırdılar. Zaten oyunun yorumu da yanlış yapılmıştı.

Sizin tiyatro yapmaya başladığınız yıllar aynı zamanda siyasal sanatın yük­selmeye başladığı yıllar. Bu bakımdan siz kendi konumunuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim tiyatro grubumuzda farklı görüşlerden insanlar vardı. Ve bu sorun olmu­yordu aramızda. Bana göre sanatçı esas olarak topluma ayna tutan insandır. Derviştir. Sanatçı özel yaşamını da çok dikkatli ve önemseyerek yaşamak ve örnek insan olmak zorundadır. Gazetelerde, televizyonlarda resim çektirmekle sanatçı olunmaz ki. Sanatçı yaptığı işlerle ve ortaya koyduğu çalışmalarla hatırlanır. Her gün magazin haberlerinde ortada olan insanlar mı iyi sanatçı?

Şimdi gelelim siyasete; bir adam düşünün, dün solcu, sonra ortacı, bugün çalkalamaya başlıyor ve bir bakıyorsunuz yarın sağcı oluvermiş. Peki bu nasıl oluyor? Bugün eski solcuların çoğu işadamıdır. Hatta sermaye piyasasının çok önemli adamlarıdır. Paranın gücünün ne olduğunu anlayınca hemen bırakmışlar solculuğu. Bir insan sanatçıysa, hatta sanatçı olması da gerekmez, bir vatandaş dahi olsa bu duruma düşmemelidir. Fakat ne yazık ki dünyanın her yerinde durum böyle ve bunun adına da dünya değişiyor, globalleşiyor diyorlar.

1968 yılında üniversite tiyatrosu yapmayı bıraktıktan sonra tiyatro yaşantınız nasıl devam etti?

Profesyonel tiyatroya geçtim. O zamanlar bir Devekuşu Kabare bir de Üç Maymun Kabare vardı. Ben üçüncü olarak Şişli'de Pisi Pisi Kabare'yi kurdum. Orada yönettiğim oyunun adı da Sak Üstünde Damdağan'Pisi Pisi Kabare'yi sürdüremedik. Profesyonel tiyatro yapmak kolay bir iş değildi.

Ama yine de o zaman bir mutluluk. Otuzun üzerinde tiyatro vardı İstanbul'da. Zamanla tiyatro salonundaki artış eflasyona yol açtı. Buna karşılık tiyatro seyir­cisi gittikçe ilgisizleşmeye başladı. Bu yüzden kapandı Pisi Pisi Kabare. Daha sonra Sıraselviler'de birkaç kişinin ortaklaşa kurduğu bir tiyatro olan Üç Maymun Kabare'ye geçtim. Süavi Sualp yönetiyordu. Allah rahmet eylesin. Süavi abi iyi bir mizahçıydı. Orada Şehvet Kurbanı Şevket, Ölür Müsün Öldürür Müsün oyunlarını oynadık. Oyunlardan birini Sermet Hoca (Sermet Çağan), diğerini Nejat Uygur sahneye koymuştu. Şehvet Kurbanı Şevket'teben Süleyman Demirel'i oynadım. Aşağı yukarı kapalı gişe oynuyorduk. Üç Maymun Kabare'de iki sene oynadıktan sonra ben tiyatroyu bıraktım. Aradan on iki sene geçtikten sonra bazı televizyon yapımlarında görev aldım. Tarık Buğra'nın Yalnızlar'ında, Recep Bilginer'in Parkta Bir Sonbahar Günü'ndeve önemli bir dizi olarak daDuvardaki Kan'daoynadım. TRT'de ilk belgesel drama olan Mehmet Akif Ersoy'un 50. yıldönümünde bir belgesel yaptık. Ben Mehmet Akif Ersoy'u oynadım. Daha sonra bugüne kadar birçok dizide rol aldım. TGRT'ye başrolünü oynadığım iki film yaptım. Ebul Vefa Hz. Ve Marufi Kerhi Hz.. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yaptırdığı İslam ve Ekoloji belgeselinin anlatıcı ve sunuculuğunu üstlendim.

TV dizileri dışında tiyatro etkinliğiniz oldu mu?

Bakırköy'de Ercan Yazgan Tiyatrosu'nda Astronot Niyazi’yisahneye koydum. Bu oyunu eskiden Zeki-Metin ikilisi oynamıştı.

Tiyatro hayatınızda çok değişik, birbirinden çok farklı tarzlarda faaliyet­leriniz olmuş. Bir yandan dramatik-klasik denebilecek tarzlarda oyunlar yaparken, diğer yandan kabare de yapmışsınız.

Ben her türlü oyunda oynayabilirim. Son olarak Mahallenin Muhtarları'nda oynamam için teklif getirmişlerdi. Fakat benim asıl sevdiğim işler klasik diye­bileceğimiz türden olanlardı. Bunların yapılması güçtür. Ağır işçilik ister. Seyirciyi sıkmadan o gerilimi, o tandansı, o tempoyu yakalayabilirseniz hariku­lade mesajlar da verebilir, seyirciye unuttuğu değerleri hatırlatabilirsiniz.

60'ların sonlarında İstanbul'da tiyatroların mali açıdan güç duruma düştükleri söylenir. Nitekim siz de 1970 sonrasında tiyatroyu bırakmak zorunda kalmışsınız. Bu konu da neler söyleyebilirsiniz?

İsterseniz size Pisi Pisi Kabare'yi kurduktan sonra başımdan geçen ilginç bir olayı anlatayım. Zaten sorduğunuz soruyla da yakında ilgili. Oyunu oynadığımız salon küçüktü ve seyircileri yakından görmek mümkündü. Klasik tiyatroda oynarken seyirciye bakılmaz, ayıptır diye düşünülür. Oysa kabarede tam tersidir. Seyirci ile sıcaklık yaratmak için onunla diyalog kurabilirsiniz. Bir gün salonda güneş gözlüklü bir seyirci dikkatimi çekti. Yanında da bir hanım var. Ertesi gün oynarken aynı adam ve hanım yine yan yana. Üçüncü gün baktım yine onlar. Belki sadece yerleri değişiyor aldıkları biletin numarasına göre ama baktım yine o adam ve o hanım. Üç defa üst üste onları görünce dikkatimi çekti ister istemez. Aralıklı gelseler unutabilirsiniz. Dördüncü günde onları yine salonda görünce kalkıp masalarına gittim. Bir iki espriyi onların masalarındayken kullandım. Doğaçlama biraz sohbet ettik. Böyle bir iki gün daha geçti. Onlar düzenli olarak gelmeyi sürdürüyorlardı. Bir gün yine gittim yanlarına dedim ki "Oyundan sonra bir yerlerde oturup biraz sohbet edelim, bekleyin." Oyun bitti, beklemişlerdi...

Hep beraber çıktık. Ben, o ve hanımı. Saat 12'ye doğru Paşam Taverna'ya yemeğe gittik. Rakıları içtik, yemeğimizi yedik. Bakırköy tarafından geliyorlarmış. Dedim ki "Siz yedi gündür tiyatroya geliyorsunuz! Bu işte bir iş var; bunun bir sebebi olmalı". "Yok" dedi adam, "Biz tiyatro seyircisiyiz. Bütün tiyatroları gezeriz bir sezon boyunca. Ama sizinki kadar güzel bir ekip, sizin kadar sıcak, harika insanlar görmedim. Öylesine ısındım ki. Geliyorum rahatlayıp dönüyorum". O zaman "Yahu hep böyle para ver, bilet al olmaz, ayıp oluyor" dedim. "Siz de artık bizim ekipten sayılırsınız." Sonra birkaç gün daha geldiler. Oyundan sonra hep birlikte yemeğe gidiyoruz. Bir gün ben hesabı ödüyorum, bir gün onlar. Biz masaya sadece bir şişe rakı getirtiyoruz ama bizim masada rakı bir türlü bitmiyor. Kadının büyük bir çantası var, içinde beş-altı şişe rakı. Çok feci içiyor. Dişleri dökülmüş içkiden. Bir şişe rakı söylüyor adam, üçe bölüyor, boş şişeyi çantadaki dolusuyla değiştirip koyuyor bir tane daha. Yakalanmıyoruz da, bu işte profesyonelleşmişler. Beş saat oturuyor, beş şişe rakı içiyoruz.

Bir gün yemekte adam dedi ki "Ya Altancığım, önümüzdeki sezon nerede istersen, hangi şartlarda olursa olsun salon işinizi ayarlayalım, her türlü maddi desteği veririm, ben böyle güzel bir ekip görmedim." Adam hakikaten tiyatro seyircisi. Piyasayı da çok iyi biliyor. Bana telefonunu verdi. "Bu işi bitirelim, dev bir yer yapalım" dedi. Ben de "Sağol" dedim, aldım telefonunu. Sonra bizim işler kötü gitmeye başladı. Dedim ki "Ben gideyim de bari bir turne falan bağlayayım, yakın civarlara. Trakya'ya, Marmara Bölgesine. Nefesimiz kesildi aç kaldık."

Bir tane araba kiraladık, bir Mercury, eski bir araba. Arabayı arkadaşım Mahmut sürecek. İş bağlamaya çıkacağız. Buradan yola çıkıp Çorlu, Lüleburgaz, Edirne, Çanakkale, döneceğiz aşağıdan Bandırma, Balıkesir, ve nihayet İstanbul'a. On-onbeş iş bağlarsak biraz para kazanacağız. Arabayı kiraladık, cebimizde beş para yok. Kiralık arabada da benzin çok az var. Topkapı'ya vardığımızda baktık benzin ışığı yanıyor. Bir iş alırsak biraz avans alıp yola devam edeceğiz, ama yola çıkamıyoruz. Aklıma o adam geldi. Adı Şehabettin'di galiba. Mahmut soruyor "Ne yapacağız?" diye. Bir jeton alacak kadar paramız var. Açtım telefonu o çıktı. "Şahap abi" dedim "Sen yerinde misin?" dedim, "Evet" dedi. "Ben sana bir uğrayacağım" dedim. O da "Tamam bekliyorum" dedi. Çıktık Topkapı'dan yola. Tam adamın evine yüz-yüzelli metre kala benzin bitti ve yolda kaldık. Neyseki biraz yürüyüp adamın evine geldik. Büyük bir bahçe içinde iki katlı bir ev. Ön kapıya ulaşmak için yirmi metre kadar yürüdük. Eve ulaştığımızda baktım camda on yaşlarında bir çocuk duruyor. Ona sordum "Şehabettin evde mi?" Çocuk "Yok" dedi. "Nasıl yok? Sen kimsin?" dedim. Dedi ki "Ben çocuğuyum. Babam aniden Ankara'ya gitti." Mahmut tedirgin soruyor "Ne yapacağız Altan şimdi?" diye. Cepte para yok, araba yoda kalmış. "Çare yok, adamı bulacağız". dedim. Adam da muhtar. Ben evin yanından arka tarafa doğru yürüdüm. Arkadaki balkonda bir varil var. Sanırım gaz filan konuluyor içine. Bir baktım adam varilin yanında duruyor. Ayak seslerimi duyunca aniden varilini arkasına gizlendi. Bu enstantane en fazla bir saniye, ama adamın gölgesini gördüm işte. Geri döndüm. Mahmut'a dedim ki " Adam burada. Biraz bekleyip içeri gireceğiz." Bir süre sonra tekrar gidip kapıyı çaldım. Ama o küçük çocuk anlaşılan kapıyı açmaması konusunda tembihliydi. Derken muhtara iki- üç kişi geldi. Zili çaldılar ama kapı açılmıyordu. Birkaç kişi daha geldi. Sekiz- dokuz kişi kadar oldular. Son gelen adam kapıyı çalıp kapı açılmayınca kapıyı açmaları için seslendi. Kapı aralandı ve ben hemen adamın arkasına gidip kapıya ayağımı koydum. Mahmut da geldi hemen.

Hep birlikte içeri girdik. Bir bekleme salonu var. Hep beraber muhtarı bekli­yoruz. Bir masa var ve arkasındaki odaya açılan bir kapı var. Kapının arkasında da bizim muhtar. Kapının buzlu camına yaklaşıyor, görebildiği kadar camın arkasından bizim bulunduğumuz yere bakıyor ve bu sırada da silueti beliriyor. Sonra kayboluyor. Bir süre sonra aynı şey tekrarlanıyor. Oradaki insanlara bakıyorum; kimse bir şey fark etmiyor. Üçüncü gelişinde cama tam yanaştı. Ben aniden ayağa kalkıp "Geldi, Şahap Bey geldi." dedim. Ve kapıya yönelip kapıyı açtım. Adam ortaya çıktı ve öylece kalakaldı. "Hoşgeldin Şahap Abi, şimdi mi geldin?" dedim. "Ha, şimdi geldim" dedi. "Aman abi yıka elini yüzünü, yorulmuşsundur" dedim. Bizim muhtar gidip elini yüzünü yıkadı ve geçti masasının basma.

Başladı tak tuk mühürleri vurmaya. Zamanla herkes gitti, içerisi boşaldı. Dedim ki "Abi, nereye gittin sen?". "Ankara'ya gittim" dedi. "İyi abi" dedim. "Maşallah, sen hemen gidip geldin" dedim ve ona durumu anlattım, borç para istedim. "Kırk para yok be Altancığım" dedi. Her mühür vurduğunda iki buçuk lira falan almıştı. Kafamdan hesap yaptım: yirmi lira civarı bir şey birikmiş olmalıydı. Yarım saat kadar oturdum. Çaktırmadan geleni gideni sayıyordum. Seksen beş lira kadar birikmiş olmalıydı. Sonunda "Hadi abi bizi bekletme, akşam olur yollarda kalırız; artık para da birikti, dönüşte hallederiz" dedim. Parayı aldık ve kalktık. Elli liraya benzin aldık. Bir öğün yemek yetiyor bize, bir paket de Bafra sigarası var. Tekirdağ, Lüleburgaz filan derken Kırklareli'ye vardık. Benzinimiz bitti bitecek. Kimseyi tanımıyoruz. Şehir meydanında durduk. Birini çevirip sordum: "Gelen giden tiyatrolarla kim ilgileniyor?" diye. Nalbur Ali Bey bakıyormuş. Adam Adalet Partisi'nin ikinci başkanı. Arabayla arayıp bulduk ve tam kapısının önünde durduk. Mahmut kapıları açtı, ben elimde çanta indim arabadan. Biz Sak Üstünde Damdağan'ıoynuyoruz ama Ayakta Durmak İstiyorum'uda oynayabilecek durumdayız. Nalbur Ali Bey'e dedim ki: "Beyefendi komünistler yüzlerce oyun oynuyor, gelip gidiyorlar; biz size milliyetçi oyun getiriyoruz, mektup yazıyoruz, haber veriyoruz ama siz hiç ilgilenmiyorsunuz. Ondan sonra da Türkiye'de komünizm ayağa kalktı, herkes uyuyor diyorsunuz. İşte oyun!" dedim. Adam baktı baktı: "Tamam kardeşim, ne zaman oynamak istiyorsunuz?" dedi. Defterimi açtım baktım bomboş. "Sadece onaltısı olur" dedim. "Diğer günler doluyuz". Sinemaya telefon etti. Onaltısı doluymuş. Düğün varmış galiba. Düğünü bir gün erteletti. Çünkü sözde ben on altıyı on yediye çekemiyorum. "Oyun kaç lira?" dedi. "İki bin beş yüz lira" dedim. "Avans olarak yüzde elli alıyoruz". "Tamam" dedi. Bir anlaşma yaptık. 

Masaya bin iki yüz elli lira koydu. Mahmut'a baktım, heyecandan bayılacakmış gibi bakıyor bana. Ben soğuk kanlıyım. Hiç renk vermiyorum. "Mahmut Bey lütfen parayı alın, makbuzu da kesin" dedim. Kapıdan çıktık. Mahmut boynuma atladı: "Kurtulduk!" dedi. "Altan kurtulduk". Tiyatro gerçekten zor iş...