Yirminci yüzyıl tiyatro tarihinin önemli figürlerinden birisi daha aramızdan ayrıldı. Yapılan resmi açıklamaya bakılırsa Boal ölüm döşeğinde bile dramaturjik tercihlerini öne çıkarmış ve son 1 Mayıs’ını görmeden aramızdan ayrılmama konusunda bir direniş segilemiş. Kaleme aldığı son Dünya Tiyatrolar Günü Bildirgesi’nde bahsettiği türden yaşamın tiyatral yönlerinin önplana çıktığı anlardan birisi daha. 

1931 yılında Brezilya’da doğan Augusto Boal, tiyatro serüvenine 1956–1971 yılları arasında Arena Tiyatrosu’nda başladı. Bu grup dâhilinde yürütülen alternatif bir politik tiyatro dili yaratmaya dönük denemelere aktif biçimde katıldı. Ancak 1965’te gerçekleşen askeri darbenin ardından ortaya çıkan politik koşullar onun ve arkadaşlarının ülkede kalmalarını imkânsız hale getirmişti. Bir süre için bu koşullara dirense de 1971 yılında artan baskılar nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Güney Amerika’da başlayıp Avrupa’ya ulaşacak sürgün yolculuğu, onu önemli bir tiyatro kuramcısı ve uygulamacısı haline getirecek, dünya çapında tanınmasına yol açacaktı. 

Boal’in sürgün yolculunun ilk duraklarından birisi Peru’ydu. Brezilya’nın aksine sosyalist bir hükümetin iktidarda olduğu bu ülkede, sanatçılardan geliştirilen yeni eğitim hamlesinde alternatif eğitim sistemleri üretilmesine katkı sunmaları beklenmekteydi. Boal bu dönemde tiyatronun pedagojik amaçlı kullanımları üzerine çalışmalar yapmaya başladı. Elbette ki ilk referansı, aynı zamanda dostu olan devrimci eğitimci Paulo Freire’nın “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı kitabı oldu. Bu yüzden yoksul bölgelerdeki çocuklarla geliştirdiği pedagojik amaçlı teatral etkinliklerini “Ezilenlerin Tiyatrosu” adıyla kuramsallaştırmayı tercih etti ve zamanla bu teknikleri yetişkinlerle birlikte de uygulanabilecek hale getirdi. 1974 yılında tüm bu uygulamalardan yola çıkarak aynı adlı kitabını yazdı. Bu kitap Boal’in hayatının geri kalanı boyunca çok farklı ülkelerde ve çok farklı insan gruplarıyla yapacağı bir uygulamalar zincirinin en temel ilkelerinin ilk kez toplu bir biçimde ortaya konmasına hizmet etti: tiyatroyu ezilenlerin ezilme durumunu aşmasına yardım edecek bir araç haline getirme, kökenleri antik Yunan dramasına uzanan oyuncu-seyirci ayrımını ortadan kaldırarak seyircinin oyunun kurulması ve ilerleyişinde aktif bir unsura dönüşmesini sağlama, tiyatro faaliyetini yaşamda gerçekleştirilecek gerçek eylemlerin bir provası haline getirme. 

Şüphesiz bu pratik, aslında 1960’lı yıllardan sonra Batı’da yaygınlık kazanan “tiyatroyu araçsallaştırma” girişimlerinin politik bir türevi olarak da görülebilir. Ancak Boal’in kendisi yaptığı işi “tiyatronun kökenlerine dönüş” olarak görmekteydi. Ona göre tiyatro dythirambostörenlerinde kolektif bir politik eylem biçimi olarak doğmuştu. Ancak Yunan site devleti bu kontrolsüz eylem biçimini denetimi altın almak ve ehlileştirmek için tragedya ve komedyayı üretmişti. Sonra Aristo çıkıp bu yeni tiyatro modelinin kuramsal çerçevesini belirlemiş, böylece onu kalıcı hale getirmişti. Boal’e göre bu model, seyircileri “oditoryum” adlı bir bölgeye sıkıştırarak etkisizleştirmiş ve asıl eyleme yetkisini -aynı zamanda devlet memurları olan- oyuncuların tekeline vermişti. Trajik kahraman-özdeşleşme-katharsis kavramlarına dayalı bu model ufak tefek değişimler geçirerek yirminci yüzyılın başına kadar hâkim tiyatral anlayış olmayı sürdürmüştü. Sonra Brecht çıkmış ve bu modele ilk devrimci darbeyi vurmuştu. Onun kuramında yeni bir üçleme önplana çıkmıştı: nesne karakter-yabancılaştırma-toplumsal eleştiri. Bu çok önemli bir kazanımdı ancak Aristo’nun baskıcı poetikasından kurtulmak için hala atılması gereken son bir adım vardı: Seyirci-oyuncu ayrımını sona erdirmek ve kolektif gösteri modelini yeniden canlandırmak. Boal kendi tekniklerini tümüyle bunu gerçekleştirme amacı üzerine inşa etmişti: İmge Tiyatrosu, Forum Tiyatrosu, Gazete Tiyatrosu, Görünmez Tiyatro vs… türünden Ezilenlerin Tiyatrosu’nun bilinen tüm tiyatral teknikleri bu ilkeyi merkezine almaktaydı. 

Boal Peru sonrasında Avrupa’nın refah devletlerinden Asya’nın en fakir bölgelerine kadar dolaştı ve milyonlarca insanla yıllar boyunca birçok atölye ve çalışma yürüttü. 1986 yılında ülkesine döndüğünde adı uluslararası tiyatro camiasında tanınan bir tiyatrocu haline gelmişti. 1990’lı yıllarda bu deneyimlerini diğer insanlarla paylaşmak için o güne kadar geliştirdiği çeşitli tekniklerin bir sunumu olan “Oyuncular ve Oyuncu Olmayanlar İçin Oyunlar” ve daha çok kendi tekniklerinin psikotörapatik kullanımına dönük deyimlerini içeren “Arzu Gökkuşağı” adlı kitaplarını yazdı. Aynı dönemde politikaya atıldı ve İşçi Partisi’nin politik kampanyalarında önemli roller üstlendi. Seçmenlerden Lula’dan istediklerini tiyatral teknikler aracılığıyla dile getirmelerini istedi, Ezilenlerin Tiyatrosu’nu politikanın hizmetine soktu. Bu durumu bir konuşmasında şöyle değerlendirmişti: “60'larda tiyatro politikleşmişti; bugün 90'larda politikayı tiyatrallaştırmanın zamanı gelmiştir.” İşçi Partisi’nin seçim zaferinin ardından Ezilenlerin Tiyatrosu yaklaşımına dayalı tiyatro girişimleri kurumsallaşma yolunda önemli adımlar atma fırsatını buldular. Rio’daki Ezilenlerin Tiyatrosu Merkezi geniş bir ağ şeklinde ülke çağında örgütlendi ve Boal tiyatroyu politika yapmanın bir aracı haline getirmek için “Yasama Tiyatrosu” adını verdiği teknikleri üretmeye girişti. Boal yapılan işi politikanın demokratikleştirilmesi olarak görmekteydi. “Ezilenlerin Tiyatrosu” tiyatroyu, “Arzu Gökkuşağı” psikoterapiyi demokratikleştirmişti ve şimdi de politika tiyatro yoluyla demokratikleştirilmeye çalışılmaktaydı. 

Augusto Boal tüm yaşamını tiyatronun politik bir araç olarak yaşamı değiştirmek için kullanılması için teknikler üretmeye adamış bir tiyatro adamıydı. Ve şüphesiz onun eksikliğinde bu konudaki idealizmimizin de eksildiğini hissedeceğiz. “Seyirci kalmaya” karşı çıkmış birisi olarak onun artık oyuna katılamayacağını düşünmek üzücü. Eskilerin dediği gibi: Ruhu şad olsun.