LCC Tiyatro Okulu nasıl kuruldu, statüsü neydi?

Ayla Algan: LCC, Viyana'da bulunan Reinhardt Enstitüsü'ne bağlı bir dil okulu idi, hala da öyle. Mesut Üstünel'in kurduğu, Viyana ile ilişkili bir kuruluş. Hala Almanca dersleri veriliyor orada. Haldun Taner orada ne yapıyordu bilmiyorum, belki de Almanca ile ilgili bir şey yapıyordu. Bizi davet etti, "burada bir tiyatro okulu kuralım" diye. O sırada biz Şehir Tiyatrosu'ndan istifa etmiştik, Muhsin Ertuğrul, Beklan ve ben. Niye istifa ettik biliyor musunuz? Mezbahadan bir müdür geldi. Bu müdür habire Muhsin Hoca'ya gidip diyor ki, "Baş kemancı var, baş bilmem ne var, o sopa sallayan adama biz niye bu kadar para veriyoruz?" "Lazım efendim" diyor Muhsin Hoca. Birkaç gün sonra gelip Muhsin Hoca'ya diyor ki, "O büyük davulları çalan adam niye arada bir çalıyor, iş kaçağı mı yani?" Muhsin Hoca'nın cevabı şöyle: "Ben ona izin verdim." "Haa" diyor müdür, bilmiyor ki timpani darbuka gibi mütemadiyen çalınamaz. Artık o son oldu, istifa etti Muhsin Hoca. "Siz kalın" dedi ama biz kalmadık. Onun peşinden istifa ettik, çıktık. O sıralar Küçük Sahne araştırılıyor. Ondan sonra Mücap bir grup kurdu, bizi çağırmadı oraya. Zaten biz tiyatro yapmak istemiyorduk, daha eğitimsel bir şey yapmak istiyorduk.

Mücap Ofluoğlu da Muhsin Ertuğrul'dan sonra istifa eden grupta idi değil mi?

Ayla Algan: Evet. Haldun Taner, "gelin" dedi, "ben artık uğraşamıyorum". Beklan başa geçti orada ve bütün eğitim sistemini Haldun Taner ve Muhsin Ertuğrul ile birlikte hazırladılar. Ben de vardım ama onların benden çok daha fazla katkısı vardır. Nurettin Sevin Bey daha önce Ankara'daydı, biz onu İstanbul'a taşıdık. Bir ev bulduk Nişantaşı'nda, Gerede Caddesi'nde. Nurettin Bey evini taşıdı, karısıyla İstanbul'a geldi, LCC'de diksiyon dersi vermeye başladı. Sonra radyoda birisi vardı, şimdi ismini hatırlamıyorum, adab-ı muaşeret dersi veriyordu. Shakespeare zamanında hangi bardak kullanılıyor, nasıl tutuluyor, çatal bıçak var mı, yok mu gibi şeyler öğretiyordu adab-ı muaşeret dersinde. Her hafta çocuklar bir lokantaya götürülüyor, orada yemek yediriliyor ve tatbiki olarak öğretiliyordu. Ondan sonra Reinhardt Enstitüsü'nden -zaten okulun bağlantıları vardı- Koblenzer'i getirdik. Koblenzer, o devrede ilk defa sesin sessizlikte gösterge ürettiği egzersizler öğretti bizlere. O da satıcılardan topluyormuş bu egzersizleri ve istediğin kadar bağır ses kısılmıyor o zaman. İtalya'dan bazı örnekler toplamış. Bizim ev LCC'ye yakındı, otel uzak diye bizde istirahat ediyordu öğlenleri. Pencereden duyulan "Bozacı, boza, boza!" ya da "Yoğurtçiii!" gibi sesleri kaydedip, kodluyordu. Bu satıcıların neden sesleri kısılmıyor, çünkü satacakları yerle kontakt kuruyorlar. Sonra onun farklı egzersizleri vardı, mesela oyuncu birinci kata bağırıyor, ya da diyelim eviniz dördüncü katta, oyuncu dördüncü kata bağırıyor. Bağırdığı zaman çocuk diyafram kullanıyor, şan sesinin altına giriyor. Ben o egzersize bir şey daha ekledim, diyelim pencere kapalı ve oyuncu "annee" diye sesleniyor, seslilerle, eurythmics'i çıkarmış oluyor, eyrythmics yeni sanatlardan biri. Sesli ve sessizlerle doğaçlama yapmak. A-i-o-ü'ler, bir de p-r-s-ş. A-i-o-ü mekan açan sesler, p-r ise toprağa ve daha çok bastığın tabana ait sesler diye ikiye bölüyorsun. O doğaçlamalarda çıkarttığın temaları da daha sonra kodluyorsun, kelime koyuyorsun, sözcükler koyuyorsun, Pavis de kodladı onu.

Koblenzer yurtdışında herhangi bir tiyatro okulunda eğitim vermiş mi?

Ayla Algan: Evet. Max Reinhardt Enstitüsü'nde ses çalışmaları yapıyor ve bu kodlamayı bulan kişi. O egzersize ben bir de pencere ekledim. Örneğin oyuncu düşünüyor, annem mutfakta diyor, ona göre bağırıyor. Önce "Anne, anne" diye normal bağırıyor, o salonda yok. Sonra bir daha bağırdığı zaman "Anneee" diye daha uzağa bağırıyor, imgesine bağırıyor yani.

Mekan oluşturuyor.

Ayla Algan: Evet. Ondan sonra anne geliyor. "Anne. Bana bilmem ne ver." deyince pencereyi açmış oluyor, o sesi de ayarlıyor oyuncu.

Asıl olarak eğitimi siz veriyordunuz ama yurtdışından da uzmanlar geliyordu.

Ayla Algan: Evet, getirdiklerimiz arasında bir de Bonn Enstitüsü'nden Klaus Boltze vardı ki daha sonra onu sık sık getirdik. Hatta bu sene bile getirmeyi düşünüyoruz.

Tepebaşı Deneme Sahnesine de davet edilmişti değil mi?

Ayla Algan: Evet. Oraya da geldi. Sonra bir dönem buraya geldi. Onun sistemini Erol Keskin çok iyi öğrendi. Onu da Muhsin Hoca bulmuştu. İstifa ettiği zaman, gidip seyrediyor çalışmalarını. O getirdi ilk önce buraya Klaus Boltze'yi. Beklan okulda body dersi veriyordu. Ben mekanla ilgili doğaçlamalar veriyordum. Fiziksel aksiyon nasıl sözcüklere dönüştürülür, onu çalışıyoruz. Bu tip egzersizler üretmeye başladım. Muhsin Hoca bana Hayvan Muhayyilesi ve İnsan Muhayyilesi diye bir kitap verdi. Sonra Mengüşoğlu'nun kitaplarını okumaya başladım. İnsan ve hayvan, doğal bir hayvan, yani Hegel'in bitirmediği, bitiremediği olay. Ben bu tip egzersizlere giriştim. İşte o sırada da talebelerimiz Rutkay Aziz, Macit Koper.

Bakırköy Oyuncuları.

Ayla Algan: Sonra Bakırköy. Halkevi tek bir tane kalmıştı, kapanmamış. "Onu yaşatalım" dedik. LCC'den ayrılmamızın nedenlerini de söyleyeyim. Nurettin Sevin ve Cengiz Tuncer Marat-Sade'ı tercüme etti. Nurettin Bey şarkı yazıyordu. Diksiyonumuzu şarkıyla düzeltiyordu. Ben onun derslerine de gidiyordum. Şarkıyla öğretiyordu, notayla. "Ya istiklal, ya ölüm" diye notaya yazardı. O zaman doğaçlamada unutmuyorsun, müzik gibi kalıyor kafanda, ki modern tiyatroda bu gene çok lazım olan bir şeydir, yani teksti müzik gibi kullanmak, kelime gibi değil de şarkı gibi kullanmak.

LCC döneminiz tam olarak kaç sene sürdü?

Ayla Algan: 4-5 sene sürdü. 65'te başladık. 69'un sonlarında devam ediyordu.

Muhsin Ertuğrul daha erken mi ayrıldı? Yoksa sizle beraber mi?

Ayla Algan: Hep beraberdik.

Haşmet Zeybek: Yıldız Hanım da vardı.

Ayla Algan: Yıldız Kenter vardı ama sonra gitti. "Böyle eğitim olmaz" dedi, "niye çocuklar odada yalnızlar" diye soruyordu. Muhsin Hoca'nın cevabıysa, "inşallah çocukları olmaz". Düşünün odaları kapatıyorlardı konservatuarda. Çocuklar koridorlarda çalışıyorlardı. İmtihan öncesi açmıyorlardı odaları ki yalnız kalmasınlar. Zihniyete bak, bir de RP'ye kızıyorlar. İlle gençler bir şey yapacaklar sanki, yaparsa da yapsın ne olacak? Sokakta yapacağına, orada yapsın, güzel bir yerde yapsın.

Yıldız Kenter'in oraya gelişi şunu göstermesi açısından önemli, o yıllarda bir cazibe merkezi haline geliyor aslında LCC. Yani LCC'de sahneye konan oyunlar büyük beğeni kazanıyor, artı olarak pek çok topluluk için hem yeni hem de deneysel bir sahne açılmış oluyor.

Ayla Algan: O tiyatro nasıl bir tiyatrodur biliyor musunuz? Anlatmak mümkün değil en iyisi çizeyim size, Tuncay Çavdar'ın çizimiyle. Ve dünyada yok böyle bir tiyatro. O salonu yaptırdılar, kiraydı üstelik. Şöyleydi o sahne. (Çizerek anlatır.) İki tane yuvarlak vardı. Bu yuvarlaklar dönüyordu. Yarısına seyirci oturuyor, yarısı sahne. Şu şekilde olduğu zaman, ortaoyunu oluyordu bu sahne, böyle döndüğü zaman sırt sırta kalıyordu seyirci, burada Marat konuşuyordu, burada Sade konuşuyordu. Yukarıda küçük bir balkon vardı, deliler sarkıp aşağıya bakıyorlardı. Aşağıda seyirci oturuyordu bütün. Dolayısıyla ortaoyunu sahnesi oluyordu. Bir burada mekan oluyordu, bir de burada mekan oluyordu. Böyle yapıyordun İtalyan oluyordu, vs. muazzam bir olay. Tuncay Çavdar'dan alın ve onu kayıtlayın.

O planlar Metin And'ın kitabında fotoğraflarıyla yayınlandı. Sonra ne oldu sahneye?

Ayla Algan: Sonra şöyle bir şey oldu. Marat-Sade çok iyi çıktı. Üç seneden sonra mezun olan çocuklar Marat-Sade'ı oynadılar. Sonra ikinci bir Marat-Sade daha koyduk sahneye, 4. sınıflarla. O kadar tuttu ki, paralı bilet satmaya başladık. Tamam imtihanları için paralı bilet satsınlar. Çocuklara hakikaten çok masraf etti adam, her çocuğun 17 hocası vardı ve parasını da Mesut Bey ödüyordu. 17 hoca, işte adab-ı muaşeret, beden, diksiyon, vs.

Öğrenciler okula para ödemiyor muydu?

Ayla Algan: Ödüyorlardı. Ödemeli okuldu ama çoğu ödeyemiyordu. Mesela zavallı Macit elektrikçiydi. İşini mi yapacak, okula mı gelecek? Taner hukuk okuyordu. Rutkay liseyi yeni bitiriyordu. Galatasaray'da gördük zaten, Haldun Taner'le jüriydik. Baktık, iyi oynuyorlardı, "aman" dedik "bu çocuğa burs verelim."

Yaman Okay da o dönemde LCC'de değil mi?

Ayla Algan: Mehmet Çerezcioğlu orada. Sevil orada, LCC'de olanları çok iyi hatırlıyorum. Bu işi yapanları, çoğu da sonra yapmadılar. Mesela Dümbüllü geldi bir gün, "Al bu benim kızım" dedi, tombik bir kız getirdi. İlle de oyuncu olacağım diye tutturmuş kız, nasıl yapalım? Neyse yapmaya çalıştık. Evlendi, oyuncu olmadı tabii, biliyorduk boşuna çaba harcadığımızı.

Şu söylenebilir, LCC aslında alternatif bir eğitim kurumuna dönüşüyor.

Ayla Algan: Tabii. En ileri eğitim kurumu, görsel üstüne en büyük eğitimdi.

Haşmet Zeybek: İzninizle ben de oraya gelişimi bir anlatayım mı?

LCC'de siz de var mıydınız?

Haşmet Zeybek: Vardım. Son döneminde. Orada bağ kurmamış olsak Deneme Sahnesini nasıl kuracaktık? 68 yılının Mart ayıydı. 68 Amatör Tiyatrolar Festivali vardı. Ve festival şöyle bir havaya girmişti. Biz bu kadar masraf ediyoruz, para yatırıyoruz bu amatör tiyatrolar da Yıldız Kenter'in oyununu alıp geliyorlar, mesela Pembe Kadınlar, Buzlar Çözülmeden'le falan. Derken ben kendi grubumla, kendi yazdığım, kendi yönettiğim bir oyunla çıktım geldim festivale.

Nereden?

Haşmet Zeybek: Tarsus'tan. Bir grubum vardı: Tarsus Meydan Oyuncuları.

Ayla Algan: Irgat'la değil mi? İlk oyunun muydu?

Haşmet Zeybek: İlk değildi, dışarıya çıktığım ilk oyundu.

Ayla Algan: Ben de oynadım onun oyununda, hepimiz oynadık.

Haşmet Zeybek: Öyle bir hal oldu ki o dönem içinde, oyun fazla bir önem kazandı.

Ayla Algan: Sen başlamadan ben kaldığım yerden anlatıp bitireyim. Mesut Bey paralı tiyatro yapmak ve oyunculara para vermeden devam etmek istedi. Yani özel tiyatro açmak istedi o kişilerle. Ama çocuklara para vermek istemeyince, Beklan da mesuliyeti alamadı. Yani sınıflarını bitirirken paralı gösteriye izin verdik, ama aslında parasız oynamak lazım. Yüksek bir parayla da oynadık, 500 lira mı ne, o zamanın parasıyla çok yüksek. Aylığımız 1 500 liraydı. Dolayısıyla ayrılmamız biraz da bu yüzden oldu. Yani, biz oyunlar sahneye koyalım istedi kendisine. "Yeterince masraf ettim, bundan sonra da para kazanayım" deyince, ben oradan ayrılıp Rosenberg'ler Ölmemeli'ye geçtim. Bölünmemiz böyle oldu. Muhsin Hoca da Şehir Tiyatrosu'na geçti. Aslında sıhhatli bir dağılmaydı. Tabii adama bakarsan sıhhatsizdi, ihanet etmiştik, sonradan "beni bırakıp gittiniz" diye çok üzüldü. Ayrıca da övmek lazım Mesut Bey'i, çünkü beş sene boyunca herkese aylık ver, kira öde, Nurettin Beyi getirt, apartmanının parasını ver, vs. Özverilerinden de iyi bahsetmek lazım. İşte o fasıl böyle bitti.

Haşmet Zeybek: O aralar Tarsus Halkevi'nde oyunlar yapıyoruz, bir de o zamanın meşhur 141.-142. maddesi var. O maddelerden mahkemeye veriliyoruz. Yaşımız küçük diye kurtuluyoruz ama bu durum buralara çok yansıyor. Muhsin Bey bunları okurmuş gazetelerden. Ben Ortadoğu'ya gelir gelmez, Ergin Orbey'e, Adalet Ağaoğlu'na "Bu çocukları Ankara'da tutun, Ankara'da gösteri yapsınlar, ben geliyorum" diye haber yolluyor. Ankara Sanat Tiyatrosu'na geliyor. Sonra Engin Orbey geldi. Herkeste büyük bir telaş var. Ben de o zamanlar lise öğrencisiyim. "Muhsin Bey'i nereden tanıyorsun?" diye soruyorlar, oysa tanımıyorum. O zamanlar şöyle bir düşünce vardı, şehirler kötü yerler, kırlar iyi yerler. Tabii onlar ortadan kalkınca anlaşmak da zor oluyor.

Ayla Algan: Köy Enstitüleri de kapandı.

Haşmet Zeybek: Kapandı tabii. Muhsin Bey'in karizması var genel anlamda, şimdi daha iyi anlıyorum. Ondan sonra biz AST'a gelip bir gösteri yaptık. Muhsin Bey bütün kordiplomatları topladı oraya: İsmet Paşalar, Ecevitler. Onlara söylemek istediği şuydu anladığım kadarıyla, "Bakın bölge tiyatroları fikri tutar". Ve Muhsin Bey geldi, oyunu seyretti ve hep bu tezi işledi.

Ayla Algan: Ama bu tezi böyle işledi. O sıralarda çıkan bölge tiyatroları var ya, Ankara'dan gidiliyor, Muhsin Ertuğrul "keşke çıkmasaydı" dedi.

Karşı çıkıyordu yani.

Haşmet Zeybek: Yani yerelden evrensele doğru gelişmek üzere olan tezin ben bir anlamda örneği olmuş oldum. 68'in Eylül'ünde, Robert Kolej'in kültür haftasına geldim. Üçüncü haftasıydı, o zamanlar Faruk Pekin fikir klübü başkanıydı. Robert'te oyun oynadığımız gün Ayla ve Beklan'la tanıştım, 1968'de. Ertesi gün Ayla bizi evine çağırdı, ekibimizle beraber gittik. O sırada, ya Muhsin Bey, ya Beklan Bey, ya da Ayla Hanımdı, "size burs verelim, iki kişiye, yani sizin ekipten iki kişiyi eğitelim" dediler.

Ayla Algan: Bir de Eskişehir'den iki çocuk vardı, dört çocuk eğittik. Irgat'ı bir zaman oynadık, Rosenbergler provadayken, provamızı bıraktık biz, sizin oyunu prova yaptık ve oynadık. İşte o zaman bizim evde kalıyorsunuz siz, bir yastık, bir örtü.

Haşmet Zeybek: Robert Kolej'deki Dev-Genç grubu "Biz bu oyunu bütün toprak işgallerine götürürüz" dediler. Tabii ben bu defa Tarsus'tan kızları getiremedim, kız rollerini Ayla, LCC'den Selen, Sevgi vs oynadı.

Ayla Algan: Bilge Şen de oynadı mı? Sevgi Özdamar da bizimle birlikteydi. Şimdi Almanya'da romancı oldu.

Haşmet Zeybek: Şunları söylesem önemli olur sanki. Ayla Algan ve bizim grup sokak tiyatrosu yapmaya, Değirmenköy toprak işgaline gittik mesela.

Nerede bu Değirmenköy?

Haşmet Zeybek: Tekirdağ taraflarında bir yer. Bir çevre devrimciler, bir çevre jandarmalar.

Ayla Algan: Bir de orada tiyatro deyince, kimse oyuna gelmiyor, herkes kahvede oturuyor. Ben gittim dededen birini buldum, "Dede" dedim, "bu okul gibi bir şey yani müsamere". "Ha müsamere desene" dedi, aldı bütün kahveyi oyuna getirdi. Tiyatro deyince göbek, möbek zannediyorlar. Sonra dede bana dedi ki "sen burada kal da bizim çocukları eğitsene". Müsamere deyince sular durdu.

Haşmet Zeybek: Bu gösterimlerden sonra ekip gitti ben LCC'de kaldım. Hatta orada -madem esprili gidiyoruz anlatayım- bir yaz günüydü. Bana bir oda verdi Beklan. Ama odanın her tarafı aynalı. Şimdi ben birinci gün, ikinci gün, "artist olacağız kendimizi görelim" diye aynalara bakıyorum. Bir gün dayanamadım "Hoca" dedim, Muhsin Bey hocama "Kendimden sıkıldım." "Niye?" diye sordu Muhsin Bey o zaman. "Her taraf aynalı." "Yahu sen nerede kalıyorsun?" Meğer, makyaj odaları boşmuş, benim yatağımı oraya yapmışlar. Son dönemine geliyor sanıyorum LCC'nin. Tabii, ekonomik olarak çalışmak da gerekliydi. Ben o sırada Dostlar Tiyatrosu'nun işçi kolunu kurdum. Alpagut Olayı'nı yazdığım zaman, aynı sezon içinde Ayla da geldi orada Rosenbergleri oynadı yine birlikte olduk.

Siz Rosenbergleri nerede çıkardınız?

Haşmet Zeybek: Dostlar Tiyatrosu'nda.

1969'a gelmiş olduk.

Haşmet Zeybek: Sanki biri burjuva kolu, biri işçi kolu. Onlar seyirciye oynuyorlar, para kazanıyorlar, biz de gidip işçilere oynuyoruz. İşçi Tiyatrosunun kuruluşları var o dönemlerde.

Ayla Algan: İşçi Tiyatrosunun ilk kuruluşu Mehmet Ulusoy'la başladı, hatta oradan bir işçi büyük bir aktör oldu. Sobalı bir salonları vardı.

Haşmet Zeybek: Dursun Ali Sarıoğlu.

Ayla Algan: Evet. Dursun oradan çıkma işte, Mehmet Ulusoy'un kurduğu İşçi Tiyatrosundan. Sonra Mehmet Paris'e gitti. İkinci İşçi Tiyatrosunu Haşmet kurdu.

Haşmet Zeybek: Bu sezon içinde Rosenberglerden sonra Havana Duruşması diye bir oyun oynadı Dostlar Tiyatrosu. Bu sizi ilgilendirmeyebilir ama bir hikaye anlatayım. Oyundaki tiplerden bazıları Ortega, Fidel Castro, Che Guevera, vs. Bir gün bir baktım, bir adam geldi, "Ben Ortega" dedi, sahnede bir Ortega, ortada bir Ortega. Küba'nın ataşesiymiş adam. Sovyetlere giderken bakmış ki Havana Duruşması diye bir oyun oynanıyor Türkiye'de, bu ne acaba diye gelmiş adam. O sırada adamı otele götürüyoruz, getiriyoruz, Alpagut Olayı'nı seyrediyor, bütün o Kartal'daki grev işçileri gelmiş, kıyamet kopuyor. Bu yetmedi, adamı aldım ben TİP'in 10. Yılı kuruluşu var, oraya götürdüm. Kıyametler kopuyor, işte sosyalizm.

Ayla Algan: Ferit Edgü de çok çalıştı orada.

Haşmet Zeybek: Sonra bu da yetmedi onu aldım Ağıt'a getirdim. Şimdi düşünün, Küba'lı bir ataşe Türkiye'ye geliyor, içeri bir giriyor kapıda Che Guevera, yanında Fidel Castro, Gerilla taktiği kitapları satılıyor, Ortega'nın iyice kafası karıştı. Artık Ortega'yı yolcu ediyorum, döndü "Haşmet Zeybek devrim mi oldu burada" diye sordu. Dedim ki "Ortega, devrim olmadı ama yakın", arkasından 12 Mart geldi, herkes dağıldı.

TİP'in kültür politikası anlamında bir desteği var mıydı?

Haşmet Zeybek: Şimdi o dönemle, bu dönemi karşılaştırırsak, o zamanlar TİP'in aydınlar üzerinde büyük bir etkisi vardı ve onların sıcak destekleri vardı. Mesela o zamanlar Alpagut Olayı'nı görmemek devrimci bir eksiklikti, Gorki'nin Ana'sını okumamak devrimci bir eksiklikti. Yani böyle bir kültürel baskı vardı.

Ayla Algan: Brecht'in tiyatrosunu bilmemek bir eksiklikti.

Haşmet Zeybek: Evet, Brecht'i bilmemek bir eksiklikti. Şimdi bunlar kalktı. Sosyalizm çöktü diyerek bu kültürel baskılar da ortadan kalktı. Orhan Kemal, Yaşar Kemal okumamak ayıptı. Şimdi çocuklar "aman ağabeycim onlarla uğraşmak zor" diyorlar.

Ayla Algan: LCC'de gerçekleştirdiğimiz bir olay vardı. Bütün aydınları çağırdık, o sırada Köy Enstitüleri kapanmış, tabii ben de bunlardan yanayım, burjuva aydınlardan yana değilim. Ve kalktım dedim ki "1402'den korktuğunuz için başımıza Camus'leri, Sartre'ları, bilmem neleri getiriyorsunuz. Çünkü bu sizin için daha sağlam, hapse girmemek için." Onlar şöyle bir kaldılar orada, düşündü taşındılar, doğruydu çünkü söylediklerimiz.

Haşmet Zeybek: Evet, bunalım edebiyatı yerine daha köktenci bir edebiyat.

Ayla Algan: Şimdi biz bir batı değiliz ki, Camus'nün bunalımıyla uğraşalım. Benim daha kişiliğimde, toplumsal yaşam, konak yaşamı, kırsal ilişkiler varken, kalkıp şimdi ben ölmekten intihardan mı bahsedeyim, yoksa çok mu yaşayayım. Köy Enstitüleri bir yerde kapandıysa, o zihniyetten kapanmıştır. Aslında bizim gayet milli burjuvayı tutan bir halimiz vardı, mecburduk çünkü. O günlerde montaj sanayi başlıyordu. Karanlıkta Uyananlar filmi, biz koyduğumuz zaman milli burjuvayı tutuyordu. O film kaç kere sansüre girdi, bir şey bulamıyorlardı ki ne diyecekler? Milli burjuva fabrikatör olmasın mı? Amerikalılar mı gelsin, burada montaj sanayi kursunlar? Tabii bir şey yapamıyorlar, beş kere sansüre girdi o film, şimdi oynuyor festivalde. Karanlıkta Uyananlar'da oynayan işçilerin hepsi gerçek işçidir.

Genel olarak baktığımızda, şöyle bir tablo çıkıyor ortaya: 1960'lı yıllardan itibaren ciddi bir politizasyon var. Ve bugüne kalmış, bugün tiyatrocu dediğimiz insanların çok büyük bir kesimi o dönemde politik olarak angaje durumdalar.

Ayla Algan: Evet, angaje bir tiyatro yapıyorduk.

Bunun aslında teyatral anlamda ciddi bir motivasyon kaynağı da olduğunu düşünüyorum. Yani tiyatronun politizasyonu birçok lisede, derneklerde tiyatronun yaygınlaşmasını sağladı.

Ayla Algan: Görsel tiyatroya neden katkısı oldu biliyor musun? Mütemadiyen sol yayın yollamaları yapıyorduk. Mesela bir kırmızı gül çıkarıyorduk ya da başka bir şey yapıyorduk. Yani saklı bir iletişimimiz vardı seyirciyle. Tekstin ötesinde bir sub-tekst geliştiriyorduk ki bu modern tiyatronun daha evrenselini yapıyoruz şimdi, sadece Marksist yönden yapmıyoruz. Sadece Brecht'in Marksizmi üzerine yapmıyoruz, yani insana sadece işçi olarak değil, bütün evrensel olaylarına yollama yapmaya mecburuz bugün. Ama başlangıçta çok iyi yollama yapıyorduk. Beklan zaten hapse o yüzden alındı. Bakırköy'de sahneye koyduğu Hamlet 70'te çerçeveler koymuştu sahneye, devrimler var 15. asırdan başlıyor, bir tanesi de boş. Baş MİT'çi "Bu boş" diyor, "ne demek istiyorsun?", "O boş çerçevede hangi devrimden bahsediyorsun?" "Bilmem, estetik olarak güzel" diyor Beklan. Ne desin? Bir hafta yatmıştı hapiste.

Haşmet Zeybek: Ben şöyle bir şey söylemek istiyorum. Siz nasıl yazarsınız bilemem. 1950'ye gelinceye kadar aydın olmak, solcu olmak, halkçı olmaktı. Zaten tüketici aydın diye bir aydın yoktu o zamanlar. 50'lerden sonra da tüketici aydın yoktur, yani ürettiğinden fazlasını tüket yani ne kadar tüketirsen o kadar var olursun felsefesi yoktu. O aradaki denge de gerilim ve stres yaratır. Bir de 50'den sonra bastırılmış düşünce vardı. Daha doğrusu varmış. Anti-komünizm çok fazla bastırınca, 60 devrimi sonrasında, darbe mi diyeyim, ihtilal mi diyeyim herkes nasıl yorumlarsa yorumlar ama sol düşüncenin bir patlaması oldu, yasak yayınlar yayınlanmaya başladı. Aramızda belki çok yaş farkı vardı ama ideolojik yaşımız aynıydı. Yani ben 20 yaşındaydım, Mete 50 yaşındaydı ama ideolojik yaşımız aynıydı. Aynı kitapları aynı anda okuyorduk mesela. Behice Boran'la aynı kitapları aynı sürede okuyorduk. Türkiye'nin böyle bir yanı vardı. Şöyle diyelim: Batı toplumlarında Kapital, çok sattı az sattı olmaz, Kapital Kapitaldir, ne kadar satıyorsa satar. Türkiye'de öyle olmadı. Mizantezler birden bire karaborsaya girer mi, yok satar mı?

Mizantezler nedir?

Haşmet Zeybek: Bir kitap. Varolan çelişkiler üzerine bir kitap. Bu kitaplar bir günde biten kitaplardı. Batılı aydınlar bunu anlayamıyorlardı. Onu biz anlıyorduk, hem yasaklanıyor, hem de yasaklar birden bire açılıyor. Yani Türkiye böyle bir kalp damarı gibi, bir atıyor, bir kapanıyor. Bunu biz de özel hayatımızda çok yaşıyorduk. Yani bazı dönem gelir, ölmüşüz gibi kimse bizi aramaz, bilirsin ki sıkıyönetim var. Bir dönem gelir açılır. Bakarsın ki bir arayış var. Çok yanlış şeyler söyledik biz, burada da söyleyeyim. Şimdi bir konservatif eğitim var, hap gibi bir şey. Şimdi insanların eğitimi.

Ayla Algan: Konserve gibi. Konservatuar. Duymasınlar.

Haşmet Zeybek: Şimdi mesela çocuklarla biz beraber oynuyoruz, onlar konservatuardan. Çocukların hepsinin özü Yıldız Hanım, kendisi bütün Çehov'ları oynadı. Oynadı da ne oldu? Yani ne kaldı? Halbuki Yıldız Hanım'ın bir Fadik Kız'ı, bir Pembe Kadın'ı, belki çok çok daha iyi.

Ayla Algan: Nalınlar.

Haşmet Zeybek: Yani Türk tiyatrosuna bunlar kalacak.

Ayla Algan: Yaşar Kemal'in Ağrı Dağı Efsanesi.

Haşmet Zeybek: Çocukların bundan haberleri yok ama.

Ayla Algan: Muhsin Hoca bize oynatıyordu. Nazım oynadık biz. Çetin Altan oynadık.

Altın Çağ.

Ayla Algan: Gerçekten Altın Çağ.

1970'e geldiğimizde, artık Türkiye'de yeni anlayışları temsil eden sanatçılar hep sol eğilimli.

Haşmet Zeybek: Tabii, şöyle bir şey var. 74 yılında, Muhsin Bey Şehir Tiyatrosu'na geldiğinde, "Yahu Hoca biz gericileştik mi de sen bizi buraya çağırıyorsun?" dedik. Şehir Tiyatrosu ve Devlet Tiyatrosu, resmi ideolojinin bir tiyatrosuydu. Mesela biz 75 yılında Nazım Hikmet oynadık, ben o zamanlar Yazarlar Sendikası genel sekreteriydim. Aziz Nesin de başkandı. Gecesini yaptık diye 8 yıl yargılandık. Şimdi Devlet Tiyatrosu'nda oynuyor, yani özel tiyatroların o dönemde üretken oyunları da şu an -benim Alpagut Olayı hariç- hepsi resmi ideolojinin oyunları oldu. Nazım oynanabiliyor, Aziz Nesin oynanabiliyor.

Şimdi siz o yıllara baktığınız zaman bir LCC deneyimi var, aynı dönemde sendikalar ya da derneklerde yer alan gençlerin çok aktif olarak yer aldığı bir tiyatro faaliyeti sürüyor. Daha henüz 12 Mart gelmedi, daha henüz baskı dönemi gelmedi...

Haşmet Zeybek: Toplumda şöyle bir görünüm vardı: Türk ordusu devrim yapacağım diye kalkmış, sendikalar öyle, gençlik öyle, herkes bir devrim peşinde. 9 Mart'ta radikal subayları alaşağı ettiler, öbürleri geldiler, bu sefer terse döndü. Yani bunlar artık gizli şeyler değil, ayrıca artık herkesin anlamasında da bir sakınca yok bana sorarsanız. Celil Gürkan'ın başını çektiği olay.

Peki o eğilim tiyatro bölgesinde de yaygın mıydı? Çünkü bu Türkiye sol hareketinin bir eğilimi, sol Kemalist bir eğilim başka bir deyişle. Ordunun ilerici bir işlev görebileceği fikri, bu çok hakim bir eğilimdi.

Haşmet Zeybek: Tabii. "Ordu-Gençlik elele Milli Cephede" diye slogan vardı. Devrimci Güç Birliği vardı. Doğan Avcıoğlu MDD'yi savunuyor, Mihri Belli MDD'yi savunuyor, Doğu Perinçek MDD'yi savunuyor, Hikmet Kıvılcım MDD'yi savunuyor ama MDD'yi savunmak için güçleri mevzilerken herkes farklı mevzular koyuyor. Yani devrime doğru bir yönelim var ama hangi devrimin ne olacağı da belli değil ki. Bir tek fonksiyon göz ardı ediliyor, dış güçler meselesi. Amerika evet diyecek mi?

O büyük bir yanılsama olmuş. Tabii bugünden bakıp bunu söylemek kolay.

Haşmet Zeybek: Tabii iç dinamikten baktın mı haklısın ama dünyadan bakmak lazım. Mesela köylüler yürüyor, işçiler yürüyor, tütün işçileri yürüyor, işçiler grevde hatta grevler bitmiş işgaller başlamış, üniversiteler böyle, bir yere doğru gidiyoruz. İşte tiyatro da burada.

Tiyatrocular olarak sizin oluşturduğunuz bir çizgi var Dostlar Tiyatrosu içerisinde.

Haşmet Zeybek: Dostlar Tiyatrosu'nda "Alpagut Olayı'nı oynayalım" dedikleri zaman aramızda ayrılıklar çıktı. Ve o oyundaki çocuklara kota koydular. Hiçbirisi burjuva tiyatrolarında oynamayacak. İşçi Tiyatrosu yapmak için eğitilen çocuklardı onlar, Ulvi Alacakaptanlar, vs.

Muhsin Ertuğrul'un böyle bir yönelim karşısındaki tavrı nasıldı? Yani biz onun çok demokrat bir insan olduğunu biliyoruz ama bu gidişata nasıl bakıyordu?

Haşmet Zeybek: Muhsin Ertuğrul'un şöyle bir tavrı vardı açık koymak gerekirse, ben bunu sinemada da gördüm. Muhsin Ertuğrul, "benim elimin altında olsun, herkes olsun" diyordu. Onun ne kadarı denetim, ne kadarı destek tartışmalı. Öyle sanıyorum ki son yıllardaki deneyimlerinde, Muhsin Ertuğrul için tiyatro biçimi önemli değildi, sokakta olsun, parkta olsun, işçi de olsun, köylü de olsun, yeter ki tiyatro olsun. Bir de tabii Muhsin Ertuğrul'un üzerinde çok büyük bir baskı vardı. Batıcı ve aktarmacı Muhsin Ertuğrul diye.

Türkiye'den oyun çıkması için çok çaba sarf etmiş bir insan, aktarmacılığa çok karşı çıkmış bir zamanlar. Yani adaptasyonlara.

Haşmet Zeybek: Adaptasyona karşı çıkmadı.

Adaptasyona karşı çıkıyor ilk formasyon döneminde ama derdi batı standartlarında bir tiyatro oluşturmak. Modernist bir yönü var.

Haşmet Zeybek: Burada iki tane tez var. Onlar çok önemli. Metin And'ın ve Özdemir Nutku'nun tezi, Muhsin Bey üzerine. Bunun birisi modern tiyatroyu kurdu diyor, birisi sadece aktardı diyor.

Metin And aktardı diyor.

Haşmet Zeybek: Özdemir Nutku da kurdu diyor. Cumhuriyetin kurucu kuşağı kültür konusunda şuna yönelmişler mesela, bu topraklar üzerindeki Sümerler de bizim soyumuz deyip Sümerbank'ı kurmuşlar. Etiler de bizim soyumuz deyip Etibank'ı kurmuşlar, İstanbul Bizans ve Osmanlı başkenti olduğu için hiç dokunmamışlar. Onun için Ortaoyunlarına, İstanbul'da üretilen şeylere redd-i miras etmişler. Yeni bir şehir kuracağız diyerek. Yani Hititlere sahip çıkan Bizansa niye sahip çıkmaz anlamak zor. Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu tartışmasız yönetmen tiyatrosudur. Yönetmen tiyatrosu oyuncu yaratımına pek fırsat vermez. Daha çok kültüre bakmalıyız, tek tiyatroya bakarsak çözemeyiz. Mesela Cumhuriyet kültüründe aydınlanma çağı diyoruz, bunun Bonapartist bir tavrı var, yani tepeden tabana. Veya Jakoben tavrı diyelim, her konuda var. Tiyatrosunda da var, edebiyatında da var. Yani batılı gibi olursan adam olursun!

Tiyatronun Jacobeni de Muhsin Ertuğrul oluyor.

Haşmet Zeybek: Kesinlikle. Siyasette Mustafa Kemal neyse tiyatroda da Muhsin Ertuğrul odur.

Bir yandan böyle ama diğer yandan da Muhsin Ertuğrul'da çelişik bir yön var aslında. O da şu, bir yandan Cumhuriyet devriminin kültürel kazanımlarını, modern bir Türk ulusu yaratımında tiyatronun rolünü sürekli ön plana çıkartan bir insan, ama bir yandan da bizzat sistem karşıtı olan insanların yaptıkları tiyatroya da her zaman içinde bulunduğu kurumlarda yer vermeye çalışmış bir insan.

Haşmet Zeybek: Bu yenilenmeden kaynaklanıyor. Bence bahsettiğiniz 60'tan sonraki Muhsin Ertuğrul. Dönem, dönem ayırmak gerekiyor. Mesela 1950'ye kadar sinemada ve tiyatroda kesin hakimdir. 50'den sonra bu alanlar tekelinden çıkıyor. Çünkü çok yönlü bilgilenmeye başlıyor toplum. Bir de 46'da kurulan Köy Enstitülerinin ve Halkevlerinin getirdiği bir yeni kültür var, bunlar sürekli değil, ama parça parça, tabii Şehir Tiyatrosu sürekliliği var, 80 yıllık bir süreklilik sağlamak çok başka bir şey.

Bu bir seyirci tavrı mı? Mesela Vasfi Rıza'nın oyunlarının çok beğenildiğini biliyoruz.

Haşmet Zeybek: Daha halka yakın o, daha halkçı, alaturka bir adam. Sağa kayan bir adam da diyebiliriz.

Popüler tiyatronun temsilcisi ama, enteresan bir çelişki çıkmıyor mu buradan?

Haşmet Zeybek: Çıkıyor.

Muhsin Ertuğrul halka yaygınlaşan bir tiyatroyu savunuyor, ama Jacoben bir tarzda yapmaya çalışıyor, yani kurumsal bir tiyatro olacak ve Hamlet oynayacak mesela. Vasfi Rıza'nın tavrı ise daha Osmanlı'ya yakın bir tavır gibi geliyor.

Haşmet Zeybek: Yani birisi daha elit, birisi daha popüler. Bunlar aslında birbirini çok dışlayan şeyler değil, bana sorarsanız.

Peki buraya angaje olanların tavrı neydi? O dönemde popülerleşme devrimcilerin de derdi, halkla birlikte olmak, halka yakın olmak.

Haşmet Zeybek: İşte orada şu var. Muhsin Bey şunu yaptı mesela burada 60. yılı kutlaması vardı, direkt gecesine gelmedi, Ulusoy'un İşçi Tiyatrosuna gitti, oradan geldi. "Şimdi genç olsaydım sokak tiyatrosu yapardım" dedi. Bunlarda hem iyi niyet var, hem başka bir baskı da var. Mesela bu gençleri buraya toplarken, insanlara el uzatırken "Bakın ben her şeyden yanayım demek" istiyor. Buraya geldiği zaman, benim Düğün-Davul oynuyordu seyirlik Vasıf'ın oyunu epik aynı yıl çıkıyor, Tepebaşı'nda deneme oyunu, ama Muhsin Bey'in kafasında bunlar birbirinden önemli, birbirinden geri değil, önemli olan perde açılsın, her şey bulunsun. O bir demokrat tavrıydı diye düşünüyorum ben.

Muhsin Ertuğrul Tepebaşı Deneme Sahnesini, ya da sizin denemelerinizi, tiyatronun kan değişimini sağlayacak denemeler olarak mı yorumluyordu?

Haşmet Zeybek: Öyle yorumluyordu. Mesela 17 maddelik bir şey açıklamıştı, stadyumlara kadar tiyatro. Böyle bir görüşü vardı. Tiyatro her yerde yapılmalıdır ve devam etmelidir, onun tiyatro gönüllülüğü yönü vardı, bir biçime angaje değildi bana sorarsanız. Tiyatro olsun da, ne olursa olsun. İlle de şu olsun, şu olmasın değildi mesele.

77'lere doğru ortam iyice sertleşecek ve tiyatro gerçekten büyük bir yara alacak yani geniş kitlelerin kendilerini savunmaya başladıkları, insanların ölmeye başladıkları vs. bir döneme girilecek. Bence 1971'le, Muhsin Ertuğrul'un ayrıldığı 1976 senesi arası, o beş senelik dönem aslında hem bir tepe noktasını temsil ediyor, hem de ondan sonra bir düşüş başlıyor.

Haşmet Zeybek: Doğru, evet. Ben kendi adıma söyliyeyim. 12 Mart'tan sonra ben Ulvi Uraz Tiyatrosuna profesyonel oyuncu oldum. Sonra Gazete tiyatrosuna katıldım. Kurmaktaki derdimiz, günlük olayları güncel olarak aktarabilmekti, Erdal Özyağcılar vs vardı orada. Bitirmemizin nedeni de gene Muhsin Bey'in gelip bizi Şehir Tiyatrosu'na çağırmasıdır. "Artık beraberiz, burada yaparız ne yapacaksak" deyince bitirmiş olduk.

Muhsin Ertuğrul o dönem, Şehir Tiyatrosu'nda "bu oyunculuk tarzlarıyla, bu sahneleme tarzlarıyla, tiyatroda bir adım ileriye gidilemez" diyor, aslında kendi kadrosunu tekrar toparlamaya çalışıyor. Beklan Alganlar, Ayla Alganlar, vs gibi, o kadroyu tekrar toplamaya çalışıyor, bir de sizleri tabii.

Haşmet Zeybek: Bizleri de topladı çünkü "yenilere karşı değilim" demek istiyordu.

Ama mesela tartışma konusu olmuş. Vasfi Rıza diyor ki "kardeşim ne kadar boşta gezen, hapisten çıkmış, iki karış sakal uzatmış adam varsa, hepsini tiyatroya doldurdun."

Haşmet Zeybek: Zaten şimdi yıl, yıl gitmeye çalışıyorum. 12 Eylül olduğu zaman Vasfi Bey'in yazısı var, müfettiş olarak geldiği yıl. "Bütün komünistleri tiyatrodan temizledim, artık tiyatro yönetilebilir" diyor.

Onun siyasi tavrı çok bilinen bir şey.

Haşmet Zeybek: 70 dönemlerinde mesela, gerek Adsız Oyun'u çalışırken, gerek diğer oyunları çalışırken, tiyatronun içinde de o atmosferden kaynaklanan müthiş bir okuma vardı. Bayağı ciddi eğitimler yapılırdı öğleden önce, öğleden sonra.

Siz Şehir Tiyatrolarında Adsız Oyun'da yer aldınız. Cromwell'i oynamıştınız yanlış hatırlamıyorsam.

Haşmet Zeybek: Evet.

Sizin tarihinizi özetleyecek olursak, tiyatroya girişiniz 1968'de Irgat'la başlıyor.

Haşmet Zeybek: Kamuoyuna çıkışım onunla oluyor.

Ondan öncesi de var öyleyse.

Haşmet Zeybek: Tarsus'ta. Ama onlar çok yöresel şeyler. Fazla bilinen şeyler değil.

1969'da LCC'de bir sene çalışıyorsunuz herhalde.

Haşmet Zeybek: 1968-70 sezonu Dostlar Tiyatrosu İşçi kolundayım.

İşçi kolunda çalışıyorsunuz. Orada Alpagut Olayı sahneleniyor. Ondan sonra da Ulvi Uraz da.

Haşmet Zeybek: Ulvi Uraz, Gazete Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu.

Onlar beraber mi yürüdü? Ulvi Uraz Tiyatrosu'ndaki çalışmalarınız ve Gazete Tiyatrosu.

Haşmet Zeybek: Bir sezon Ulvi Uraz'la çalıştım. Hemen o dönemde, Ulvi Uraz'la beraber çalışırken, Seden Kızıltunç, Erdal Özyağcılar'la beraber bir gazete tiyatrosu yapalım deyip ayrıldık.

Gazete tiyatrosunu nerede yaptınız, mekan olarak?

Haşmet Zeybek: İki yerde. Yapı Endüstri merkezi vardı, Genco'nun tiyatrosunun orada, bir de Kerem sineması vardı Beşiktaş'ta.

Yapı Endüstri Merkezi nerede? Şimdi var mı hala?

Ayla Algan: Evet, hala salondur, Harbiye'de.

LCC galeri oldu galiba, Mobilya galerisi.

Ayla Algan: Evet. O galeri oldu.

74'te Tepebaşı Sahnesi'ne gidiyorsunuz değil mi?

Haşmet Zeybek: Evet çünkü 74 seçimleriyle birlikte geri geldi Muhsin Bey Şehir Tiyatrosu'na ve bizleri topladı, programlarını sundu.

Ve Adsız Oyun'da oynuyorsunuz.

Haşmet Zeybek: Evet. Adsız Oyun'da oynamaya başladık.

Peki orada ücretli mi çalıştınız?

Haşmet Zeybek: Evet, tabii Muhsin Bey'in torpili vardı. Şöyle dedi "Hemen Haşmet'i kadroya alın. Bunun böyle arabası falan yok." Sonra da bana şunu dedi, ne kadar iyi ne kadar kötü bilmiyorum, "Müsahipzade Celal'den sonra aldığım ikinci yazarsın tiyatroya, ona göre oyunlarını yaz. Bir de bana sormadan evlenme. Biz, zeytin-ekmeği zor bulduk. Seni biliyorum ben, sen onu da bulamayacaksın." Ben de "hocaya bak amma atıyor" dedim ama altı sene sürdü, dediğinden beter olduk.

Ayla Algan: Biz de annem ve babamla oturuyorduk. Ama babam iyi burjuvaydı. Ben şimdi "komprodorum değil mi?" diyordu. Komprador o zaman çok moda laftı.

Muhsin Ertuğrul'un şöyle bir işlevi oluyor diyebilir miyiz, 1970'li yıllarda tepe noktasında yenileşmeyi de temsil eden bir tiyatro var, ve bununla resmi tiyatro bölgesi arasında bir uzlaşma noktası oluşturmaya çalışıyor. Ben bunu asimile etmeye çalışıyor vs. anlamında söylemiyorum, ama resmi tiyatrodaki değişim ihtiyacını görüyor ve bunun yerine sol bölgedeki tiyatro faaliyetlerini ikame etmeye çalışıyor diyebilir miyiz?

Haşmet Zeybek: Diyebiliriz. Onun da örneği şu bana sorarsanız, geleneksel tiyatro yapan, Marksist-Leninist, hatta Mao düşüncesinde olan beni tiyatroya almaktan çekinmiyor. Epik tiyatrocu olarak Vasıf da orada. O zaman, ilk oyunlarını yazan oyun yazarlarıyız, her birimiz ayrı yerlerdeyiz, birbirimize sığmıyoruz tartışmalarda, her gittiğimiz yerde taraftarlarımız birbirine giriyor. Sadece tiyatro gibi değil, başka bir şeydi o zaman, bir cümle söylüyorsun kıyamet kopuyor. Vasıf geliyor, Başar Sabuncu geliyor, Beklan Bey geliyor deneme yapıyor. Tüm bunlar Muhsin Ertuğrul şemsiyesi altında oluyor. O yaptıklarımızı bugün yapabilir miyiz, yapamayız. Bugün bir görüş açıklıyoruz, "İşçi Partisine oy veriyoruz" diyoruz, soruşturma açıyorlar. Ya da İşçi Partisi diyor ki "bizi destekleyen aydınlar şunlar, şunlardır". Yukardan diyorlar ki, "Ne oluyor, 657 sayılı devlet memurusun sen. Nasıl yaparsın?" Canım ben görüşümü açıklıyorum, demeç veriyorum.

Dolayısıyla Muhsin Ertuğrul'un önemi biraz buralardan geliyor galiba.

Haşmet Zeybek: Şimdi burada bir şey daha söylemek istiyorum. Yanlış söylüyorsam Ayla Hanım düzeltsin. Muhsin Bey'in tiyatro ve sanat konusunda estetiğe uygun olsun, hangi sanat olursa olsun çok umurunda değildi, ideolojisinden bakmazdı işin.

Eğer Muhsin Ertuğrul, tiyatronun o dönem Türkiye'deki yapılış tarzı ile bir adım bile ileri götürülemeyeceği gibi bir saptamadan hareket ediyorsa o zaman yeniliği aradığı yer sizler oluyorsunuz.

Haşmet Zeybek: Tabii öyleyiz.

Dolayısıyla ideolojik olarak da bir tercih kullanıyor.

Ayla Algan: Evet, mesela o sırada hükümete karşı kontra-tuluatlar yapanlar vardı, söylemezdi zavallı kendi giderdi mahkemeye.

Yani size yansıtmazdı.

Ayla Algan: Hayır. Yansıtmazdı. Şimdi bir hikaye anlatacağım. Muhsin Hoca'nın gizli eğitim yöntemleri vardı. Biz 1960'da Amerika'dayız. Amerika'dan dönüşümüzde satın aldığı kitaplar için yeri olmadığını söyledi ve onlar bizim dönüşümüzden sonra Türkiye'ye gönderildi. Büyük bir valizi vardı. Bütün bu kitapları alabilecek kadar büyük. Bunu kendisine söylediğimizde, yalnızca "dolu" dedi. Bu bizi içindekiler konusunda meraklandırdı ama daha sonra unuttuk. Türkiye'ye döndükten bir süre sonra Beklan'dan kendisini Beklan'ın arabasıyla Ankara'ya götürmesini istedi. Ve Ankara'ya gittiler. Beklan daha sonra bana anlattı. Ankara'ya yaklaştıklarında Muhsin Bey kendisinden Ankara yakınlarındaki bir köy yoluna sapmasını istemiş. Köyün ortasına gelince insanlar "hocam geldi" diye bağırışıyorlar. O valiz açılıyor. İçinde bir sürü hasırdan yapılmış malzeme, hediyelik eşya falan var. Köy halkı süpürge yapıyor, hasır dokuyor, geçimlerini böyle sağlıyor. O da onlara yeni modeller getirmiş. Bunları taşımış Amerika'dan. Yani böyle vatansever bir adam.

Bir önemli hikayede şu: Ben Paris'te Olimpia'dayım, Yunus Emre'leri yaydığım devrede. Recamier Tiyatrosu'nda, o zaman Jean Louis Barrault var tiyatronun başında, Peter Brook'a da alan açmış "gel buraya seminer yap" diye. Küçük bir tiyatro. Ben telefon ediyorum seminerlere katılmak için, bir gün geç kaldım, hiç alacaklarını tahmin etmiyordum ama bir şansımı deneyeyim dedim, "İstanbul'dan geldim ve geç kaldım, ben seminere girmek istiyorum." Kız "Türk müsünüz?" dedi, "Evet, Türküm" dedim. "Bir dakika" dedi, Jean Louis Barrault telefonu aldı, "Türk müsün? Hemen gel." Dedim Türkleri seviyor adam, bir bağlantısı oldu herhalde. Gittim, bana dedi ki "sen Muhsin'i tanıyor musun, Muhsin Ertuğrul'u?" "Evet hocamdır, zaten ben de oradan geliyorum, yani Şehir Tiyatroluyum." Meğerse ne yapmış Muhsin Hoca biliyor musunuz? De Gaulle Türkiye'ye gelmişti. Fransızlar Legion d'Honor vermiş Muhsin Ertuğrul'a, onu da bilmiyorduk, söylemez çünkü. De Gaulle'e saklıdan bunu geri yollamış, "Jean Louis Barrault'ya tiyatro vermeyen bir devletin Legion d'Honor'ünü geri çeviriyorum" demiş. Jean Villar'ı da Avignon'a yollayan Muhsin Hoca'dır. Burada durduğu yerde etkiliyordu dışarıyı. Ondan sonra ödülü De Gaulle'e geri vermeye kalkınca, De Gaulle demiş ki "Jean Louis Barrault'nun tiyatrosu yok mu yahu?" "Evet demişler attılar tiyatrodan". Ve Recamier Tiyatrosunu geri veriyorlar Barrault'ya, iyi mi? Ben de seminere gidiyorum. Geldim Muhsin Hoca'ya anlattım bunu. "Sana kim söyledi?" dedi. "Jean Louis Barrault'nun kendisi" dedim. Hi-hi-hi-hi gülüyor. Vilar'ı da öyle götürmüş Avignon'a. O sırada Kültür Bakanı "Avignon'a festival açacağız ama oraya gidecek çocuk görmüyorum ben, sen görüyor musun?" diye sormuş. "Orada bir çocuk gördüm ben", demiş Vilar için, "sen onu yolla oraya, o becerir." Vilar'ı öyle Avignon'a yolladı. Mesela Rumeli Hisarını da kurdu. Orada keçiler dolanıyordu. Sağcılar diyorlardı ki "Hamlet'le bilmem kim öpüşüyor, camiinin bilmem neresinde". Neler çekti o adam.