KÜLTÜREL FAALİYETLER BAĞLAMINDA BAĞCILAR İLÇESİ
(1990'lardan günümüze bir arka plan)
Abdullah Arı 27.01.2008
1993 yılına kadar Bakırköy ilçesine bağlı bir semt olan Bağcılar, artan nüfusuyla 1993 yılında ilçe statüsüne kavuşmuştur. 90'lı yıllara kadar ağırlıklı olarak Karadeniz ve İç Anadolu -Sivas, Giresun, Trabzon, Çankırı- bölgesinden göç alan Bağcılar ilçesi, sınırlı da olsa Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinden -Bitlis, Diyarbakır, Batman, Kars, Van- göç almıştır. 1984 yılında, bölgede başlayan silahlı çatışmalarla beraber, köylerin boşaltılması nedeniyle yaşanan zorunlu göç sonrası Bağcılar ilçesi de yüksek bir sayıda göç alan bölgelerden biri haline gelmiştir.
Çatışmalar ve köy boşaltmaları nedeniyle ne kadar insanın Bağcılar ilçesine göç ettiği yeterince araştırılmamıştır. Bu durumla ilgili verileri; Bağcılar Belediyesi'nin 2005 yılında yaptığı ekonomik, sosyal, kültürel konuları içeren, Bağcılarda ikamet eden nüfusun % 97'sine ulaşılan bir anket çalışmasından elde edilen veriler ve kendi kişisel deneyimlerimiz üzerinden değerlendirebiliriz.
Bağcılar ilçesine 1989 yılından itibaren Bitlis, Diyarbakır, Batman, Kars, Van illerinden yoğunluklu olmak üzere bir göç dalgası yaşanmıştır. Bu göç süreci nüfus yoğunluğu bakımından 1996 yılına kadar sürmüştür. Yukarıda belirttiğimiz illerin dışında, Mardin, Adıyaman, Tunceli, Siirt, Malatya'da bu illere dahil edilebilir. Yaşanan göç ile beraber bazı mahallelerin -Demirkapı, Fatih, Yavuz, Göztepe- nüfusunun % 50 ile % 70 oranında Kürtlerden oluştuğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Belediyenin 2005 yılında yaptığı araştırmaya göre bu illeri esas alarak Bağcılarda [1] 180–200 bin arasında bir Kürt nüfusunun ikamet ettiği söylenebilir.
Ciddi altyapı sorunları -su, ulaşım, temizlik- ve aldığı yoğun göç ile 90'lı yıllarda büyük bir kasaba görüntüsünü sürdüren ilçede, geleneksel ilişkiler –hemşericilik, bölgecilik, Sünni çevrelerde Şeyhin etkisi, Alevi çevrelerde Dede'nin etkisi – etkisini sürdürmüştür. 90'lı yılların sonunda ilçenin altyapı ve çevre gelişimiyle kent kimliğine kavuşmuştur. Ekonomik alandaki gelişkinlik -tekstil yoğunluklu olmak üzere- artan nüfus ve gecekonduların yıkılıp hızla dört beş katlı binaların yapılması bu süreci tamamlamıştır. Genç nüfusun yoğunluğu ilçenin sosyal ve kültürel dokusunda da sınırlı da olsa yansımalarını bulmuştur. Sinema salonları, Kültür merkezleri, Belediye tiyatro salonu, Spor kompleksi, yapılan gezi-parkları gençliğin kendini ifade olanaklarını bulmaya çalıştığı mekânlar olmuştur. 2000'li yılların sonrasında cafe-bar mekânlarının da açılmasıyla sınıfsal ve kültürel eğilimlere uygun yerler açılmıştır.
***
Kürt nüfusunun yoğun göçü, göç edenlerin gerek siyasal olarak gerekse de kültürel olarak kendi kurumlaşmalarının arayışlarını getirmiştir. 1990'lı yıllarda Siyasal eksenli gelişen bu örgütlenmeler, kültürel alandaki yansımaları 90'ların ortasını bulmuştur. Göç eden nüfusun kendi geleneksel alışkanlıklarını sürdürmeleri, göç sürecinin yeni olması nedeniyle, aktivite alanlarında bir canlılık yaşanmaktadır. Yöre derneklerinin yanı sıra daha çok HADEP (Halkın Demokrasi Partisi) ile devamı olan partilerin –DEHAP, DTP- altyapı koşullarının kullanıldığı kültür-sanat komisyonu faaliyetleri adı altında folklor, gitar, bağlama, dil kursu ve dönem dönem de tiyatro çalışmaları yürütülmüştür.
Bu dönem öne çıkan yöre dernekleri olmuştur. Alevi-Kürt kesimlerin örgütlenmesinin bir dinamiği olan bu dernekler aynı zamanda kültür-sanat faaliyetlerinin sürdürüldüğü alanlar olmuştur. Bu dönem öne çıkan iki önemli yöre derneği vardır. Kahramanmaraş ilçelerinin derneği olarak 90'ların başında kurulan SEVDER, 90'ların ortasına kadar aktif bir dernek olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Tiyatro, müzik vb. çalışmaların yapıldığı bu derneğin üretimleri ile ayrıntılı bir belge yoktur. Dernek, aktif üyelerinden ikisinin 1996 yılında öldürülmesiyle birlikte, 2000'ler başından itibaren sadece yöre derneği konumuna dönmüştür.
Bu dönem önemli bir yöre derneği olarak 90'lı yılların başında kurulan KAYY-DER'dir. Bingöl iline bağlı Kiğı, Adaklı, Yayladere, Yedisu ilçelerinin ortak derneği olarak kurulmuştur. Dernek Sivil Toplum Örgütü misyonuyla çalışmaların sürdürmeye çalışmıştır. Birçok toplumsal etkinliklerde yer almıştır. Dernek bu aktivizminin yanında kültürel faaliyetler açısından kendi müzik grubu Kardeşliğin Sesi Grubu -Koma Denge Brati- ile Tiyatro Grubu çalışmalarını 2000'li yıllara kadar sürdürmüştür.
Bunun dışında burada bu dernekleri bir nevi model alan küçük dernekler kurulmuştur. Ancak çoğu günümüze kendini taşıramamıştır. Kültürel faaliyetlerin bir düzeye geldikten sonra, çalışmaların ya dağılması veya yapılan çalışmada niteliğin düşmesi önemli bir sorun olarak kendini göstermiştir. Bu gruplardan ya MKM (Mezopotamya Kültür Merkezi) veya diğer muhalif kültür sanat kurumlarına kadro geçişleri yaşanmıştır. Bu durum derneklerde var olan kültürel çalışmaların bir yerde kendi halinde bırakılmasında etkili olmuştur.
Yöre derneklerinin dışında kültürel faaliyetler, katılımın niceliği bakımından HADEP ve sonrası açılan partilerde yoğunlaşmıştır. Bu faaliyetlere katılanların tümü gençler olmuştur. İstanbul ilinde Bağcılar dışında, Ümraniye, Kadıköy, Güngören, Bahçelievler başta olmak üzere 15'e yakın ilçenin parti binalarında kültür-sanat faaliyetleri sürdürülmüştür. Bu faaliyetlerde amaç, gençliği siyasal bir çerçeve içinde tutarak kendi kimliklerini unutmamalarını ve siyasal aktivizmi benimsenmelerini sağlamaktır. Bu faaliyetlere 100–150 arasında, bazı dönemler ise çok daha fazla genç katılım sağlamıştır.
Kültür-sanat komisyonu adı altında yürütülen faaliyetler, uzun yıllar kurumsallaşma ve profesyonel bir çalışma sürdürme perspektifinden uzak olmuştur. Siyaset-kültür ikilemi içinde tercih ‘siyasetten' yana yapılmıştır. Toplumsal alanlardaki örgütlenmede ‘kültür' bir yerde ikinci planda kalmıştır. Bugün özellikle Kürtçeyi bilen ve anadili Kürtçe olan insanların bu alanlarda yeterli düzeyde inisiyatif almamaları bunun güzel bir örneğidir. Bu konuda tartışmaya çalıştığımız DTP Gençlik Kollarındın aktivist bir arkadaşımız; "Bunlar bizim için ikincil çalışmalardır" değerlendirmesini yapmıştı.
Bunun en önemli nedeni olarak bu çalışmaların sadece gençliğin kimlik ve siyasi bilinç kazandıkları çalışma alanları olarak sürdürülmeleridir. [2] Ancak bu çerçeveye rağmen, bu faaliyetler içinde yarı amatör ve yarı profesyonel hedeflerle çalışmaları sürdüren insanlar da çıkmıştır. Tabanda sürdürülen bu çalışmalar tabanda kurumsal bir çalışmaya dönüşmemiştir. Tabanda yürütülen bu faaliyetler içinde yetişen insanlar MKM'ye yönlendirilmiş, bu kuruma dönük ilgi örgütlenmiştir. Ancak bu ilgi, bürokratik bir işleyiş alarak sürdürülmüştür.
Yukarıda çizdiğimiz bu çerçeve 2000'li yıllara kadar böyle sürmüştür. Bu çerçevenin iki binli yıllara kadar bir anlamı olabilir. Ya da, tabanda sürdürülen kültürel faaliyetlerin altyapısı için bir birikim olarak bakabiliriz. Yarı amatör düzeyde de olsa kültür-sanat etkinliklerinin bu şekilde sürdürülmesinin bir karşılığı vardır. O da kültürel faaliyetlerin özellikle gençliğin kendini ifade edebileceği ve tabanda oluşacak aydınlanma kurumlarının altyapısını oluşturmasıdır. 2000'ler sonrası bu yönlü kurumsal çabaların arttığını görmekteyiz.
***
Uzun bir dönem tabanda yürütülen siyaset merkezli kültürel faaliyetler, 2000'li yıllarla beraber kurumsallaşma olanaklarının arttığı bir dönem başlamıştır. Siyasi partinin altyapı (salon, teknik donanım vb.) imkânları kullanılarak yürütülen tiyatro, folklor, bağlama, gitar kurslarına talep yoğunluğu bu faaliyetlerin yürütülmesinde mekân sorununu ortaya çıkarmıştır. Özellikle tiyatro oyunlarının hazırlanması ve sahnelenmesinde yaşanan sorunlar bu durumu tetiklemiştir. Bu durumdan hareketle, kültürel faaliyetlerin yürütüldüğü alanda mekan sorununu da çözerek Bağcılar gibi gençlik potansiyeli yoğun olan bir ilçede bir grup genç, arkalarına geçmiş yıllarında birikimlerini alarak 2004 yılında Lotus Kültür Merkezi'ni açtılar.
Yukarıda belirttiğimiz "siyaset mi? kültür mü?" tartışmaları aşılmaya çalışılmış, bu girişim bu tartışmalar ortasında çalışmalarına başlamıştır. Bu dönem Lotus Kültür Merkezi dışında Ümraniye'de gençliğin kurduğu Hèvî Gençlik Kültür Merkezi ile Küçükçekmece ilçesinde Arzela Kültür Merkezi kurulmuştur.
Burada yürütülmesi gereken önemli bir tartışma, kendi özgün kurumlarını geliştiren bu kültür merkezlerinin çalışma yürüttükleri alanda ne kadar alternatif olduklarıdır. Gençliğin kimlik, ekonomik, siyasal vb. tepkilerinin sonucu olarak ortaya çıkan bu kurumlar canlılığını korumaktadır. Kendini "siyasetin gölgesinden" koparmaya başlayan bu çalışmaların eğitim-araştırma perspektifleri, faaliyet yürüttükler alanlardaki tabanla ilişkileri ve gençliğin sosyal, kültürel taleplerini kültür ve sanat ile kurumsallaştırma pratikleri ayrıca yakından izlenmelidir.
BAĞCILAR LOTUS KÜLTÜR MERKEZİ İLE SÖYLEŞİ
Abdullah Arı, Ayşan Sönmez, Özgür Çiçek, Mehmet Özveren
Arkadaşlar bugün Lotus Kültür Merkezi ve kültür-sanat alanında yürüttüğünüz çalışmalar hakkında sohbet etmek istiyoruz. İsterseniz önce isminizden başlayalım. Neden Lotus ismini seçtiniz? Lotus bir tür bataklık çiçeği, değil mi?
Lokman: Kültür merkezinin kuruluş aşamasında, 2004 yılında, çok isim aradık aslında. Şöyle düşündük: Özellikle varoşlarda yaşanan o kirli yaşama ve burada yapacağımız böyle bir çalışmaya denk düşecek bir isim bulalım. Ben bir yazı okumuştum. Bu yazının bir yerinde lotus çiçeği bir örnek olarak veriliyordu. Araştırdığımızda bunun bize çok denk gelecek bir isim olduğunu düşündük. Pisliğin içinde tertemiz bir çiçek yetişiyor. "Bize bundan daha uygun bir isim olamaz" dedik. Kimileri "Biz hayatımızda ilk defa duyuyoruz" dedi. "Çok acayip" diyen insanlar da oldu ama bu çiçeğin bizim hayatımızdaki anlamı çok önemli. Çünkü onun filizlenmesi bizim filizlenmemize benziyor. Buraya tinerciler geldi, hırsızlar geldi, çok farklı yaşam tarzında olan insanlar geldi ve kendilerine farklı bir alan buldular. Dolaysıyla "biz kirli yaşamın içerisinde temiz bir yapı kuralım" dedik. "Temiz gençler de yetişebilir" dedik. "Tüm pisliklerine rağmen güzellikler üretebiliriz" dedik. Bu yüzden ismimizi Lotus koyduk.
Peki, bu kirli yaşam dediğiniz şeyi biraz açar mısın?
Ayfer: İnanın sokakta o kadar çok pislik var ki, gençler bunlara mutlaka adım atıyor. Şahsen ben de adım attım ama gerçekten kendimi çok çabuk kurtardım. Böyle yerlere gelerek aslımı kaybetmeden değerli şeylerle uğraşmaktan zevk alıyorum. Kuruluş amacımız da sokaktaki gençleri o kötü yollardan döndürmek, örneğin uyuşturucuya ve çetelere bulaşmamalarını sağlamak, buralara çekmek, asıllarını, kültürlerini kaybetmeden yetişmelerine, bir şeyler öğrenmelerine fırsat hazırlamak. Bağcılarda olsun, diğer ilçelerde olsun sokaktaki insanların, biz gençlerin Lotus gibi kültür merkezlerine çok ihtiyacımız var.
Peki, bu uyuşturucudan bahsettin ya. Bağcılar'da çok yaygın mı?
Ayfer: Ben şu anda lise öğrencisiyim. Benim eski ilköğretim okulumun kapısının önüne uyuşturucu getirip satanlar vardı. Bunları duyuyorum. Öğretmenlerim de söylüyor. Artık o kadar ki, okul önünde simit satmaya benzer olmuş bu. Gerçekten. Uyuşturucuyu getirir okulun önünde satarlar. Mesela gidersin bir kafeye eline uyuşturucuyu sıkıştırırlar. Ya bunu alacaksın ya da girmeyeceksin. İlk girdiğin zaman sana bir içecek ikram ederler. O içeceğin içinde mutlaka bağımlılık ilacı vardır. Sen istemeden de onu içeceksin. İçtikten sonra seni hep oraya götürme isteği uyandırır. Gidersin yani. Böyle başlıyor. Hangi kesimden olursa olsun arkadaşını seçtiğin zaman farklı oluyorsun. Ben arkadaşlarımı buraya getirmeye çalışırım çünkü özlerine dönsünler diye. Türk arkadaşlarımı getiririm benim özümü anlasınlar, benim kim olduğumu, benim dilimi anlasın diye. Diğer ortamlara da gittim ama gerçekten döndüm dolaştım burayı buldum. Her ortama da girdim. Çünkü öğrenciyim çok fazla arkadaşım var. Gerçekten burası benim aslım. Burası benim nereden geldim, nereye gidiyorum sorularına cevap alabildiğim yer.
Bağcılar'da ağırlıklı olarak Kürtler yaşıyor. Burada bildiğimiz kadarıyla Aleviler de kalabalık. Başka hangi etnik gruplar var?
Ayfer: Burada Türkler de fazladır. Aleviler de çok fazla. Ama Kürtler kadar değil. Kürtler bu çevreyi hakimiyeti altına almış bir topluluk olarak görülüyor.
Ecmel: Baxcîlar, cihê ku însanên ji gundê xwe dûrketin e, gundê wan hatiye şewitandin e. Ji ber ku sîstema qirêj, evîndariya însanan baş bi ser neketiye. Ji bo civaka Mezopotamya, ji bo civaka Anatolyê cihên wek Lotûsê bi rastî jî girîng in. Yanî li cihekî sîstemek heye û însanan qirêj dike, tu jî li hemberî vê sîstemê, sîstemek alternatîf, lê sîstemek hêja ku însan bikari bin bi rengê xwe bijîn, bi zimanê xwe bijîn, ji bo însan ji xwe hez bikin, ji rastiyê xwe hez bikin tu xebatekî dikî. Ji ber vê yekê jî Lotûs ji me re girîng bû. Me li berê di bin bana partîke siyasî de xebatên xwe berdewam dikir in. Lêbelê demeke wisa hat ku ev pêwîstî bi awayekî eşkere xwe anî di rojevê. Divê ku ev xebata çand û hunerê êdî tenê di bin bana partîke siyasî an jî komelekê de nemîne. Bi serê xwe bibe navendek, bi serê xwe bibe xwediyê gotinekê, bi serê xwe bibe xwediyê bersivekî. Me li navendek damezrand. Vê gavê tenê ciwanên kurd na, ciwanên tirk jî tên li vê derê. Ên Karadenizê, Manîsa, Ordiyê jî tên li vira. Yani ji bo wan jî girîng e. Bi rastî jî belkî civaka wan hinekî dûr ma ne, çandên cuda nas nekirine, tenê çand û huner ji televizyonan temaşe kirine. Lêbelê kesên ku niha xwe di nav vê xebatê de dîtine, poşman ne bûne. Û beşdarbûna wan jî her tim diçe berfireh dibe.
Li vê derê hebûna însanan tê înkarkirin. An jî ji bo tune kirina civakekî siyasetek heye. Yanî hebûna gelekî heye, bi hezar salin li ser vê axê dijî, lê li alikî ve jî sîstema dewletê heye û dibêje "ev gel tune ye". Ji bo pirsgirêkên însanan, civakê bîne zimên bi rastî jî gelek cara sîyaset jar dimîne, an jî rastî gelek astengiya tê. Li vê derê em bawerin ku bi reya çand û hunerê ve zêdetir bala însanan dikşînin û gelek tiştan dikarin bînin ziman. Îro karmendekî avahî çiqas eziyetê dikşîne, gelo ji bo çiqas peran çiqas eziyetê dikşîne?Yanî îro pirsgirêkên van karkeran tenê siyasetmedar dikarin bînin ziman, na!
Îro me bi xwe li vê derê li nav vê xebatê de cih girtiye, lê kesî ji me re tu derfet amade nekiriye. Yanî belkî çend kesan bi serê xwe ev biryar hildane. Tiştekî wisa pêwist dîtine û xebat kirine. Lêbelê li gorî şert û mercên civakên dinê a me qet baş nîne. Lêbelê em wiha bêjin li Ewrûpa an jî derdorê wê, zarok dema dayik dibin ku heta bîst saliya wan têne perwerdekirinê. Ji bîst salî wirde jî hemû saziyên wan derfetên xwe ve wan re amade ne. Lê dema em Tirkiyê dinêrin tu derfet tune ye.
Tenê dike fikrek hebe yanî ya emê bibin wek sistema qirêj û emê xwe înkar bikin…. Wek gotina dewletê a "Elewî li Tirkiyê tune ne, wek gotina Yahûdî tune ne"… an jî "Kurd tune ne"… an jî "Ereb tune ne"... an jî em dê bibêjin "navê wan hene lê tu girîngiya wan tune ne" an jî emê rabin ser xwe tiştekî bikin. Va ye em ji bo vê cihekî waha rê ve dibin, cihekî waha didin jiyandin.Li vê derê însan bi serê xwe dikarin bi rayekî çêkin, bi serê xwe biryar hildin û rabin xebat bikin. Yanî tiştekî pir ecêb e. Bi operasyonekî ve çima derbekî nadine sûçên fuhûşê, tilyakê, diziyê? Çima gelo heta ku rewş tê vê qonaxê em tiştekî nakin, derbazî pêşiyê nabin? Tiştekî mezin, li nav vê de tiştekî balkêş ê mezin heye. Tilyaka ku însanan qirêj dike bi awakî eşkere niha li nava kuçan de tê firotin. Dema mîrov ji mala xwe heta ku tê vê derê Lotûsê, bi rastî jî mîrov dikare li vana gelek ciya bibîne, jinan an jî keçan difiroşin. Ji vana polês jî dibînin dewlet jî dibîne. Gelek caran ew jî di nav wî karî de ne. Lê em dibêjin ku "em vê qirêjiyê re alternatîf in". Belkî vê gavê me gelek tişt nikiribi ye, tenê bi pirsgirêkên damezrandinê re têkil bû ne. Belkî me hinek tişt ne afirand, ji nû ve hinek tişt ne anibi ye rojevê jî, lê armanca me ev e: Ew kesên ku sêzdeh gulan berdidin zarokên sêzdeh salî, wana emê deşîfre bikin. Em girîngiya çand û hunerê li vê derê dibînin. Yanî ew tiştên li zindana Amedê bûne li dinyayê tu deran nehatiye jiyandin. Zarokekî Hîlwanê hebû, navê wî Cemal bû. Ji ber ku bi tirkî nizani bû, ewî dikujin û cenazê wî dixin tûran û çar alan belav dikin. Ji ber vê yekê emê pirsgirêkên wan bînin ziman. An jî mesela dema ji mala xwe der tê çi dibe, weke me got keçan difiroşin. Zarokên divê ku li dibistanê bin li kuçan hatine qirêj kirin. Destmalan difiroşin, benîştan difiroşin, li ber sermê ne, yanî cil li ser wan tune ye, tazî ne. Yanî ev çi ye? Gelo çima dewlet di şevekî de pêncsed kesî digre, an jî operasyon dike bi hezaran însan digre, lê belê nikare di zagona xwe a bingehîn de hinek guhertinan çê bike, li derbazî ber wan bûyeran be? Dikare bike lê dibe ku eva li karê wî tê. Di daxwaziya wê de dibe. Ji xwe zihniyeta dewletê jî ev e. Yanî dewlet bi serê xwe zihniyetek e. Êdî tu daxwaziyê me ji dewletê tune ye. Heta îro gelek tişt bûn, gelek daxwazî çê bûne, gelek daxwaziyên demokratîk çê bûne, lê li ber wan helwestan, li ber van daxwazan tu encam tune ye. Çand û huner, şano, sitran, helbest, çîrok ev jî ziman in. Mîrov dixwaze tiştên herî rast bîne ziman, yanî ez bawerim ji bo mîrov ramanên xwe bîne ziman reya herî rast çand û huner e. Ji ber vê yekê, min tercîha xwe li ser çand û hunerê hilda. Ji bo mîrov van dubendiya û cudabûna bîne ziman, rola çand û hunerê pir girîng e. Hêza me a têra hinek tişta biguhire heye. Niha me hinek kesên ku di kuçan de ji sîstema dewletê dûr xist. Hinek ji wana alkol bikar danîn, di serê kuçan de her roj şer dikirin, şerê çetwariyê.
Bi rastî dewlet jî wek berê ji siyasatê natirse, ji çand û hunerê ditirse. Îro ji me ditirse. Ji bo çi me ditirse? Li vê derê rojê sed heb ciwan tên diçin. Yanî ev ciwan her çiqas jî em bêjin bi gorî armancên xwe bi ser neketin be jî, lê em dikarin bêjin xebatek tê kirin. Ji ber vê yekê banga me ji bo ciwanan, ji bo gel, ji bo gelê Tirkiyê, ji bo dewleta Tirkiyê, ji bo saziyên sivîl û siyasî re gotina me ev e ku xebata em dikin xebateke însanî ye. Xebata herî rast ev e. Emê xebata xwe berdewam bikin. Her çiqas em heremî jî bin, wek cihekî merkezî nebin jî xebata me dê berdewam bike. Yanî em ji ber qirêjbûnê serê xwe natewînin. Ez dikarim evqasî bêjim.
Ecmel: Bağcılar köylerinden uzaklaşmış, köyleri yakılmış insanların göç ettiği bir yerdir. Kirli sistem yüzünden insanların sevdaları iyi sonlanmamıştır. Sevdaları, sevgileri yarım kalmıştır. İstekleri, düşünceleri yarım kalmıştır. Mezopatamya toplumu için, Anadolu toplumu için Lotus gibi yerler gerçekten önemlidir. Yani bir yerde bir sistem var ve insanları kirletiyor, sen de bu sisteme karşı, alternatif bir sistem, ama insanların kendi renkleriyle, kendi dilliyle yaşayabildiği önemli bir sistem kurmak istiyorsun ki insanlar kendilerini sevebilsin, kendi gerçekliklerini sevsinler diye. Lotus bu yüzden de bizim için önemliydi.
Bizler eskiden siyasi bir partinin çatısı altında çalışmalarımızı yapıyorduk. Ancak öyle bir zaman geldi ki kültür-sanat çalışmalarının sadece siyasi bir partinin veya bir cemiyetin çatısı altında kalmaması gerekliydi. Kendi başına bir çekim noktası haline gelmesi, kendi adına söz sahibi olması lazımdı. Biz bir merkez kurduk, şu an burada sadece Kürt gençleri yok, Türk gençleri de geliyorlar buraya. Karadenizli, Manisalı, Ordulu da buraya geliyor. Yani onlar için de önemli. Gerçekten de. Belki onların toplumu biraz uzak kalmışlar, farklı kültürleri tanımamışlardır, kültür ve sanatı sadece televizyondan izlemişlerdir. Ancak şu an kendilerini bu çalışmanın içinde görenler pişman olmamışlardır. Katılımları giderek de artıyor.
Burada insanların varlığı inkar ediliyor. Ya da bir toplumun yok edilmesine yönelik bir politika var. Yani bir halk var, binlerce senedir bu topraklarda yaşıyor, ama bir tarafta da devlet sistemi var ve "bu halk yoktur" diyor. İnsanların sorunlarını dile getirmek için çoğu zaman siyaset gerçekten de aciz kalıyor, ya da birçok engele takılıyor. Burada biz inanıyoruz ki, kültür sanat yoluyla daha fazla insanın dikkatini çekiyoruz ve birçok şeyi dile getirebiliyoruz. Yani bugün bir inşaat işçisi ne kadar eziyet çekiyor, acaba ne kadar para için ne kadar eziyet çekiyor? Bugün bu işçilerin sorunlarını sadece siyaset yapanlar mı dile getirebilir? Hayır!
Bugün burada kendi kendimize bu çalışmaları yapıyoruz ama bize hiç kimse bir olanak sunmamıştır. Yani belki birkaç kişi bunun kararını almıştır. Böyle bir şey gerekli görülmüş ve çalışılmıştır. Ancak başka toplulukların koşullarına göre bizimki iyi sayılmaz. Diyelim ki Avrupa ve çevresinde, çocuklar doğduğundan itibaren yirmi yaşına kadar eğitim görüyorlar. Yirmi yaşından sonra da her türlü olanakları hazır. Ama Türkiye'ye baktığımızda hiçbir olanak yoktur.
Yani biz ya kirli sistem gibi olup kendimizi inkar edeceğiz… Devletin "Türkiye'de Aleviler yok, Yahudiler yok" demesi gibi… ya da "Kürtler yoktur"… ya da "Araplar yoktur"… veya "isimleri var ama herhangi bir öneme sahip değiller" diyeceğiz ya da kalkıp bir şeyler yapacağız. İşte bu yüzden biz böyle bir yeri yürütüyoruz, böyle bir yeri yaşatıyoruz. Burada insanlar kendi başlarına görüş oluşturabiliyor, karar alabiliyor ve kalkıp iş yapabiliyorlar.
Yani çok acayip, çok acayip bir şey. Bir operasyon yapıp fuhuşa, uyuşturucuya, hırsızlığa niye darbeyi vurmuyorlar? Niye durum bu noktaya gelene kadar biz hiçbir şey yapmıyoruz, önleyemiyoruz? Çok büyük, dikkat çekici bir şey var bunun içinde. İnsanı kirleten uyuşturucu şu an sokak aralarında açıkta satılıyor. Evimizden buraya Lotus'a gelene kadar, gerçektende birçok yerde bunu görebiliriz, kadınları veya kızları satıyorlar. Bunları polisler de devlet de görüyor. Çoğu zaman onlar da bu işin içindeler. Ama biz diyoruz ki "biz bu kirlenmişliklere bir alternatif olabiliriz". Belki şu an birçok şeyi yapmış değiliz, sadece oluşumla ilgili sorunlarla ilgilendik. Belki bazı şeyleri yaratamadık, birçok şeyi yeniden gündeme getirememiş de olabiliriz, ama amacımız şudur: O on üç yaşındaki çocuklara on üç kurşun sıkan kişileri biz deşifre edeceğiz. Biz kültür sanatın önemini burada görüyoruz. Yani Amed cezaevinde yaşananlar dünyanın hiçbir yerinde yaşanmamıştır. Hilvanlı bir çocuk vardı, ismi Cemal. Türkçe bilmediği için, onu öldürdüler ve cenazesini torbalara koyup dört bir yana bıraktılar. İşte bu yüzden onların sorunlarını dile getireceğiz. Sokaklarda görüyoruz, okulda olması gereken çocuklar, annelerinin dizlerinde uyuması gereken çocuklar, sokaklarda kirletiliyorlar. Mendil satıyorlar, sakız satıyorlar, soğuktalar, yani üstleri başları yok, çıplaklar… Yani bu nedir? Niye acaba devlet bir gecede 500 kişiyi tutuklayabiliyor, ya da operasyon yapıp binlerce insan yakalıyor, ancak anayasalarında biraz değişiklik yapıp, bu olayların önüne geçemiyor? Yapabilir ama bunlar işine geliyor demek ki. Zaten devlet zihniyeti de bu işte. Yani devlet başlı başına bir zihniyet. Artık devletten bir medet ummuyoruz. Bugüne kadar çok şey yaşandı, çok fazla demokratik talep oldu, ama o talepler karşısında hiçbir sonuç yoktur. Kültür-sanat, tiyatro, türkü, şiir, öykü bunlar da bir dildir. İnsan en doğrusunu dile getirmek ister, inanıyorum ki insanın düşündüklerini dile getirmesinin en iyi yolu kültür-sanattır. Bu yüzden ben tercihimi kültür-sanattan yana koydum. İnsanın bu çelişkileri, bu ayrıklıkları dile getirmesinde kültür-sanattın rolü çok önemlidir. Birşeyleri değiştirmeye gücümüz vardır. Sokaktaki kişilerin bir kısmını sistemden uzaklaştırdık; bazısı alkol kullanıyordu, köşebaşlarında her gün kavga ediyorladı, çete kavgası.
Devlet de eskisi gibi siyasetten korkmuyor, kültür-sanattan korkuyor. Bugün bizden korkuyor. Niçin korkuyor? Buraya gelip giden yüz genç var. Yani her ne kadar bu gençler kendi hedefleri doğrultusunda tam anlamıyla başarılı olamadı desek de bir çalışma yapıldığını söyleyebiliriz. Bu yüzden gençlere, halka, Türkiye halkına, Türkiye devletine, sivil ve siyasi kuruluşlara da diyeceğimiz şu ki yaptığımız çalışma insani bir çalışmadır. En iyi çalışma budur. Biz çalışmaya devam edeceğiz. Her ne kadar yerel de olsak, merkezi bir yer olmasak da çalışmamız devam edecek. Yani biz başımızı kirliliğe karşı eğmeyeceğiz. Bu kadarını söyleyebilirim.
Ağırlıklı olarak şu noktaları vurguluyorsunuz: "Asimilasyon", "bireycileşme", "çeteleşme" ve "yozlaşma". Lotus Kültür Merkezi bunlar karşısında durabilmek için bir imkan yaratıyor.
Yüksel: Biraz daha geniş bir yelpazede değerlendirdiğimiz zaman, bütün bu bahsettikleriniz 12 Eylül askeri faşist darbesi ile gelişen olgular. Darbe yapıldığından bu yana tamamıyla asimilasyona ve yozlaşmaya yönelik bir çalışma yürütülmüştür. Bu sadece Kürt gençlerini değil, genel olarak politize olan gençliği apolitize hale getirmeyi amaçlamıştır. Bunun en büyük araçlarından bir tanesi, İspanya'daki Franko rejiminin 3F mekanizmasının işletilmesidir. Bir, fuhuştur. İki, futbol denilen afyondur. Üç, çeteleşme ile insanları tamamıyla kendi öz yapılarından koparmaktır. Bu gettolaşmış alanlara, Bağcılar gibi, Esenler gibi varoşlara baktığımız zaman insanlar kendi özlerinden, kendi değerlerinden koparılmış, apolitikliğe entegre edilmiştir. Aslında Türk toplumuna baktığımız zaman onun da kendi öz toplumuna dair bir inancı var mıdır, yok mudur? Aslında sorulması gereken soru budur. Onlar da koparılmıştır. Asıl dayatılan şey, insanları bu kapitalist sistemin geliştirildiği yapının içine alıp, o çarkın içerisinde eritmek ve çürütmektir. Lotus gibi, Arzela gibi Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) gibi kültür merkezlerinin de amacı insanları bu dönüşüm içerisinden kurtarmaktır. Bizim asıl hedefimiz budur.
Kendi kültüründen kopartılmaktan bahsettin. Akla ilk önce ana dil kullanımı geliyor. Buradaki Kürt gençleri ana dillerini kullanıyorlar mı?
Yüksel: Kürt gençliği kendi dilini konuşuyor mu? Hayır konuşmuyor. Çünkü bu ortam yaratılmamıştır ona. Örneğin bir iş ortamında, bir tekstil atölyesinde (ağırlıklı olarak tekstilde çalışır insanlar) ortamda sadece Kürtler de olsa aralarında konuştukları tek bir dil vardır: Türkçe. Çünkü bu yapısal olarak artık onların beynine işlenmiştir. Küçükken evde Kürtçe konuşur. Bir anda hiç tanıdık olmadığı bir dille eğitim almaya başlar. Bu aşamada yozlaşmıştır işte. Kendi kültüründen uzaklaştırılmıştır. Gençlik kendini bulamıyor. Çünkü kendi bulacak ortamı yaratamamıştır. Bugün konfeksiyonda çalışan arkadaşlarımız ne dinliyor? Genellikle arabesk müzik dinliyor. Çünkü tek bir alternatif vardır orada. Tekstil atölyelerinde Kral TV dinleme alışkanlığı yaratılmıştır. Düşünsenize, 16-17 saatini orada geçiriyor insanlar, gece gündüz televizyon açık, evinden çok o ortamda yaşıyor. Ve ister istemez Kral TV kültürü beynine enjekte ediliyor. Çünkü devletin kendi politikasıdır bu. Bizim burada yaratmaya çalıştığımız kendi kültürümüzü, kendi özümüzü, kendi yapımızı var edebilmektir. Ne kadar Kürtçe konuşabiliyoruz kendi aramızda? Mesela ben Kürdüm. Ben bir Kürt olmama rağmen Kürtçeyi doğru dürüst bilmiyorum. Çünkü bu asimilasyondan ben de etkilenmişim. Kendimi daha yeni yeni ortaya koyabilme şansını yakalıyorum. Sen hiç Kürtçe konuşamıyorsun. Kürtçe eğitimin yok, kültür alanların yok, müzik alanların yok. Tamamıyla sistemin içindesin ve sistemin bir parçası haline gelmişsin. Kendini nasıl ortaya koyabilirsin? Benim cezaevinde başıma geldi. Cezaevinde annem geliyor Kürtçe konuşuyor. Ben fazla Kürtçe bilmiyorum. O Türkçe bilmiyor. Konuştuğumuz üç beş Kürtçe kelime. Bu bile cezaevinde görüşümüzün kesilmesine neden oluyor. Yani bu kadar cendereli bir süreçtir. İşte bu kurumların en büyük anlamlarından biri de dili ve kültürü yaşatmaktır.
Peki arkadaşlar, Bağcılarda, sizinle benzer yönelimleri olan başka kültür merkezleri var mı?
Ecmel: Kesên mînanî me tune ne, lê kesên dişibine me hene. Hinek wanan herêma Elewiyan temsil dikin. Bi rastî komeleyên deveran li vê derê zêde hene. Nêzî 12-13 komeleyên deveran hene. Ê Sêwazê, Bilîsê, Amedê, Betmanê, Meletiyê... Komeleyên devera Karadenizê jî hene.
Ecmel: Bizim gibi olanlar yok, bize benzeyenler var. Bazıları Alevi bölgesini temsil ediyorlar. Yöre dernekleri burada oldukça fazla var. 12-13 civarında yöre derneği var. Sivaslılar, Bitlisliler, Diyarbakırlılar, Batmanlılar, Malatyalılar… Karadeniz yöresinin dernekleri de var.
Yüksel: Bağcılar'da kültür-sanat alanında çalışma yapan Üç Karanfil Kültür Merkezi ve Tohum Kültür Merkezi var. Bunlar da ağırlıklı olarak devrimci sanat üzerine çalışma yürütüyorlar ama Kürt kültürüne hizmet ediyorlar mı diye sorarsanız, etmiyorlar. Kürt kültürüne hizmet eden Lotus Kültür Merkezi var. İstanbul geneline baktığımız zaman yanılmıyorsam 5 tane kurumumuz mevcut. MKM, Lotus, Arzela, Gençlik Kültür Merkezi (GKM) ve Hèvî Kültür Merkezi.
Lotus kurulmadan önce kültür-sanat çalışmalarınızı Demokratik Toplum Partisi (DTP) içinde yürüttüğünüzden bahsettiniz. Sonra siyasetten bağımsız, kendi ayakları üzerinde durmayı hedefleyen bir kültür-sanat anlayışının ihtiyacını hissediyorsunuz ve Lotus kültür merkezi kuruluyor. Bu ihtiyacı biraz daha açar mısınız?
Ecmel: Yanî ez bi xwe jî ji baskê ciwanên DEHAP' ê de bûm û ez qomisyona ji zarokên HADEP' ê de gîhiştim. Wê demê ew qas derfet tune bû. Min bi çalakiyên çand û hûnerê li Gungorenê ji pê xebata şanoyê ve dest pê kir. Li nav re çend sal derbas bû ez tev li baskê ciwanan bûm, paşê ez bin bandora muzîkjenan û muzîkê de mam, û min biryar da bi tembûrê lêxim. Di wê demê de jî ez hatibûm bajêr. Însanan li ser saziyeke ser bi xwe difikirî, gufto dikir in. Damezrandina Lotûsê bi giştî biryareke bi cih e. Li vê derê hemû ciwan in. Êdî pewîst bû ku em karê xwe baş û ser rast bikin, me dixwest ne kesek di bin bandora me de bimîne û ne jî em di bin bandora kesî de bimînin. Me xwest ku em venêra siyaset û birokrasiyê dûr kevin. Ji ber vê yekê pêwîstiya cihekî ku siyasetê dûr wisa derket holê.
Ecmel: Ben DEHAP'ın gençlik kollarındandım ve HADEP'in çocuk komisyonundan yetiştim. O dönemde bu kadar imkan yoktu. Ben kültür-sanat faaliyetlerine Güngören'de tiyatro çalışmasıyla başladım. Aradan birkaç sene geçti gençlik kollarına katıldım, müzisyenlerin, müziğin etkisinde kaldım ve bağlama çalmaya karar verdim. İşte o dönem de şehre gelmiştim. İnsanlar bağımsız bir yapılanmayı düşünüyor, tartışıyordu. Lotus'un kurulması tamamiyle yerinde bir karardır. Burada herkes gençtir. Artık işlerimizi düzeltmemiz lazımdı, daha sağlıklı götürmek istiyorduk, ne kimseyi etkimiz altında bırakmak ne de kimsenin etkisi altında kalmak istiyorduk. Siyasetin denetiminden, bürokrasisinden uzaklaşmak istedik. İşte bizim siyasi faaliyetlerden ayrı bir yer kurmamızı gerekli kılan buydu.
Siyasi bir yapı içinde kültür-sanat çalışması yürütmekle, bağımsız bir kültür-sanat yapısı içinde yer almanın açılımları çok farklı tabii. Siyasete endeksli olunca hareket alanı ister istemez daralıyor.
Ecmel: Tabî. Wê demê HADEP'ê de xebatên çand û hunerê hebûn, lê ew wek navgînekî dihate dîtin. Ji aliyê gel ve jî wisa dihate dîtin. Yanî gumanî digotin "zarokên me herin wê derê, ji bin qeyda tembûrê an jî şanoyê de, dê tev li siyasatê jî bin". Çi dibû, xebatên çand û hunerê ew qas zêde dilkêş ne dibû. Tiştekî din jî hebû, li partiyê de pirsgirêka nasnamê li ser çalakiya siyasetê re tê nav kirin. Ji ber ku partî, saziya çand û hunerê nîn e, saziya siyasî ye. Bêguman li wê derê çand û hunera ku me dikir gorî xwezaya xwe diket plana duwem. Bi diyarî me zêde encam jê ne distent.Hevalên ji wilayetê dihatin navçê, wana digotin ku "emê werin tembûrê", hevalekî din jî dihat em rexne dikirin, digote ku "hûn hevalê min ji siyasetê vediqetînin çand û hunerê didin". Mesela li wê derê çi dibû, şer derdiket. An jî mesela hinek hevalên me dihatin tembûrê, an jî dihatin lîstikên gel, di demekî şûnde di bin bandora siyasetê de diman ji çand û hunerê dûr diketin, diçûn diketin siyasetê, ev car em aciz dibûn. Yanî hevdû asteng dikirin. Me dema ku dest bi vî karî kiri bû li hişê me de ev hebû; ji bo me çand û huner bingeh e, plana yekem de ye. Her waha gel jî ev yek dît, hevalên niha xebata siyasî dikin jî ev yek dît, qonjektûra siyasetê jî eva pêwîst dît. Kesên siyasetê dikin jî xwestin ku xebatên çand û hunerê pêş bikeve. Xwestin ku bila bi xeynî siyasetê be, yanî di bin bandora siyasetê de nemîne, bila bi serê xwe bibe civatek, bi serê xwe bibe saziyek.
Çand û huner li bin siya siyasetê de mayînê heq nake. Dema ku mîrov li mîtolojiyê dinêre, kevneşopiya dîroka rojhilata navîn dinêre çand û huner berî herî tiştî tê. Mesela hemû kirinên ereb an jî musilmanan jî perçekî çand û hunerê ye. Yanî rojîgirtin, nimêjkirin, bawerî jî perçekî çand û hunerê ye. Waha ji ber vê yekê dema mîrov lêkolîn dike, difikire, dibîne ku çand û huner çiqas girîng e. Ji me re qonjektûra siyasetê girîng e, lê çand û huner ji me re hîn girîngtir e, em wisa dibînin. Yanî em na bêjin ku em ji siyasetê re alternatîf in, yanî niha tekoşîna tê kirin, siyaseta tê kirin, ji wêya tu acizayiya me tune ye.
Ecmel: Tabi. Ben HADEP'teyken kültür-sanat çalışmaları vardı ama bu bir araç gibi görülüyordu. Halk tarafından da bu böyle görülüyordu. Yani muhtemelen diyorlardı ki "çocuklarımız oraya gidecek, bağlama ya da tiyatro kaydı altında siyasete de karşacaklar." Ne oluyordu, kültür-sanat çalışmaları bu kadar cazip gelmiyordu. Başka bir şey daha vardı, partide kimlik sorunu siyaset faaliyeti üzerinden tanımlanır. Çünkü parti, kültür-sanat kurumu değil siyasi bir kurumdur. Bizim yaptığımız kültür-sanat çalışması bu nedenle, doğası gereği ikinci plana itiliyordu. Açıkcası çok fazla sonuç alamıyorduk. İlden ilçeye gelen arkadaşlar, diyorlardı ki "bağlamaya geleceğiz", başka bir arkadaş da geliyor bizi eleştiriyordu, diyordu ki "siz arkadaşımızı siyasetten uzaklaştırıyor kültür-sanata bulaştırıyorsunuz". Mesela orda ne oluyordu, kavga çıkıyordu. Ya da mesela bazı arkadaşlarımız bağlamaya geliyorlardı, ya da halk oyunlarına geliyorlardı, bir süre sonra siyasetin etkisinde kalıp kültür-sanattan uzaklaşıyorlardı, gidip siyasete giriyorlardı, bu sefer bizim canımız sıkılıyordu. Yani bu ikisi birbirini engelliyordu. Bu işe başlarken aklımızda şu vardı; bizim için kültür-sanat esastır, ilk plandadır. Halk da bunu gördü, şu an siyasi çalışma yapan arkadaşlar da bunu gördüler, siyasi konjonktür de bunu gerekli kılıyor. Siyaset yapanlar da istediler ki kültür-sanat çalışmaları gelişsin, siyaset dışında olsun, siyasetin etkisi altında kalmasın, bağımsız bir kurum olsun istediler.
Kültür-sanat siyasetin gölgesinde kalmayı hak etmiyor. Mitolojiye baktığımızda, Ortadoğu'nun geleneksel tarihine baktığımızda kültür-sanatın her şeyden önce geldiğini görüyoruz. Mesela Araplar ya da Müslümanların yaptıkları herşey kültür-sanatın bir parçasıdır. Yani oruç tutmak, namaz kılmak, inançlar da kültür-sanatın bir parçasıdır. İşte bu yüzden insan araştırma yapınca, düşününce, kültür-sanatın ne kadar önemli olduğunu görüyor. Siyasetin konjonktürü bizim için önemlidir, ama kültür-sanat bizim için daha önemlidir. Yani demiyoruz ki biz siyasete alternatifiz, yani şu an yapılan mücadele, yapılan siyaset, bundan her hangi bir rahatsızlığımız yoktur.
Lokman: Ben de aslında parti gençliğinden gelen bir insanım. Özellikle 98'ler itibariyle sanat çalışmalarında, gençlik içerisinde ciddi anlamda bir kurumsallaşmaya gidilmesi ihtiyacı kendini yoğun bir biçimde hissettirmişti. Aslında gençlik zorlamıştı. Ama o günkü koşullarda bunun önünde birçok engel vardı. Bir savaş süreci vardı, çatışmalar vardı. Ve ideolojik anlamda bazı şeyler daha katıdır. Savaş sürecinde kültür-sanat çalışması çok farklı algılanır; akademik bir bakış açısından ziyade bu alanın bir araç olarak kullanması gibi bir durum söz konusudur. Ama 2000'lerle birlikte farklı bir döneme girildi. Dönem değişti, halkın istek ve talepleri değişti. Kültür-sanatta bu işin daha ciddi, daha akademik, gençliği aydınlatıcı tarzda yapılması gerekiyordu. Mesela 2003 yılında böyle bir pratik vardı ama farklı bir ilde: Antalya'da. Biz aslında parti gençlik kollarında olmamıza rağmen bağımsız bir kültür-sanat çalışmanın başlaması, bir kurumun açılması için 6 aylık bir çalışma yapmıştık. Ama sonra devam edemedi. O dönem tabandan gelen böyle bir istek vardı orada. Antalya'da bizlerden önce bir gençlik kültür merkezleri deneyimi vardı. Ama bu elit bir tabakaya hitap ediyordu; daha çok öğrenci kesim içerisinde örgütlenmiş bir çalışmaydı. Emekçi gençlikten, varoşlardan biraz kopuk bir çalışmaydı. Dolayısıyla varoşlardaki gençlik içinde kendine yer bulamıyordu; onların duygularına hitap edilmiyordu. Şimdi İstanbul'da da aynı şeyle karşılaştık. İstanbul'da DTP ilçe binasında yoğun katılımlı bir kültür-sanat faaliyeti vardı. 200'e yakın gençten oluşan bir kitle vardı ama kültür sanat çalışmalarını daha ileriye götürmek düşüncesi yoktu. Yani sonuçta kültür-sanat çalışması yapan MKM vardı, isteyen gidip MKM'de de yapabilirdi. Ama buradaki istemler biraz farklıydı. Yani burası MKM değildir, Taksim değildir. Aynı halktan da olsak duygularımız değişiyor. Yaşam tarzı değişiyor çünkü. Ben uzun süre MKM'de de çalıştım ama kendimi MKM'ye ait hissetmiyordum. Kendimi daha çok buraya ait hissediyordum. Sonuçta ben de bir emekçiyim. Buradaki emekçi gençlerden, varoşlardaki insanlardan biriyim; bu yoz yaşamın ve çeteleşmenin yoğunca yaşandığı yerdenim. Savaş döneminde bu yozlaşmanın bir sınırı vardı. Bu kadar pervasızca yapılmıyordu. Ama 2000'lerden sonra ciddi anlamda zirveye çıktı. İnsanlar bunca pisliğin arasında bir farklılık arıyorlardı ama bu farklılığın kendi içinden çıkmasını istiyordu. Lotus da böyle başladı. Tabandan yoğun bir istek vardı. Aslında biz sadece istemlere bir nevi öncülük ettik.
Lotus ilk kurulduğunda hangi çalışmalarla başladınız? Bu yeri nasıl buldunuz?
Erkan: İlk başlarda çok az arkadaş vardı, 4-5 kişiydik. Kendimize küçük bir oda yapıp enstrümanımızı bir yere kadar geliştirebilmek için çalışmaya başladık. Tiyatro çalışmaları için Lokman arkadaş da geldi. Onun bize çok katkısı oldu. Lotus aslında tamamen kendiliğinden doğdu. Hiç kimsenin fikri değildi diyebilirim. Buradaki insanların çok isteği vardı ve elimizde küçük bir oda vardı. Halkın istekleri çoktu. Çocuklarını gönderenler oldu. Umutlar doğdu daha doğrusu. Burada hep bunun ihtiyacı vardı aslında ama gecikti. Destek olmayınca yapamıyorsun. Gençtik o zaman, ben 16 yaşında başladım. Ecmel arkadaş öyle, hepimiz öyle. 16-17 yaşındaki bir gencin bunu başarabilmesi de zor. Bizimle çalışan bir hocamız vardı, Nazım Hoca. O tek başına kalıyordu mesela. Birikim lazımdı bize. Metropol yaşantısının, yoz yaşamın içerisinden geldik biz. Kendimizi biraz geliştirme boyutu vardı. Sanatla siyaset devamlı çarpışıyordu. Çarpıştığı için biz de arada kalıyorduk. Arada gidip geliyorduk.
Lokman: Partiye bağlı olmanın getirdiği birçok sıkıntı vardı. Hala o 2000'lerdeki anlayışın kendinin dayatması vardı. Kültür-sanat alanında kendi başına kurumsallaşmaya gitmeye pek sıcak bakılmadığı oldu. Ama tüm bunlara rağmen arkamızdaki istemler, bizi zorlayan taban, gelen talepler tüm bunlara karşı koymamızı da beraberinde getirdi. İnadına bir savaş diyelim buna. Buradaki birçok şeye karşı bir savaş döndü aslında. Çünkü biz hepimiz çalışıyorduk ama çalışmamıza rağmen müthiş bir heves vardı. Biz başlarken aslında yerimiz yoktu, seyyardık. 7 genç arkadaş bir araya geldik. Biz bu işi yapacağız dedik. Bir gün Esenlerde ders alıyoruz, bir gün Bağcılarda, bir gün mahallede alıyoruz. Çok sonra bir oda tuttuk ama ne elektrik var, ne de su. Burası daha çok tinercilerin takıldığı bir yerdi. Odayı tuttuk, ışığımız olmamasına rağmen şarjlı elektrikle ders aldık. O da bitince mumla devam ediyorduk. Bir sürü giysi var üzerimizde, çünkü kış, hava soğuk. Ama buna rağmen bir şeyler yapma isteği vardı içimizde. Aslında belki burayı yaratan o istekti. Üçtür, beştir derken sayının gün geçtikçe artması aslında ne kadar doğru bir şey yaptığımızı bize gösteriyordu. Adımlarımızı daha büyük atmaya çalıştık. Çünkü gün geçtikçe sayı kabarıklaşıyordu, öyle bir hale geldi ki biz yer bulamıyorduk, Mekan sorunumuz çıktı ama ekonomik sıkıntı da var. İlkemiz bizim için çok önemliydi: Hiç kimseden destek almadan, kendi öz dinamiklerimizle bir şeyler yapmak. Yani illa birilerine güvenerek bir şeyler yapmak değil. Bugüne kadar yaptığımız birçok çalışmayı ya bir yerlere havale ettik ya da bir yerlerden destek bekledik. Ama artık "bunun özü, dinamiği biziz" dedik, "ayakta tutacak olan da yine biziz". Bu işe başlarken çok az şey biliyorduk ama "bildiğimiz kadarını yapalım" dedik, "yaptıkça başka şeyler öğreniriz".
Lotus'ta öğrenciler olmakla birlikte ağırlıklı olarak tekstil işçileri ve inşaat işçileri var dediniz. Bu mesleklerin çok yoğun bir iş temposu var. Mesela tekstil işçileri hangi koşullarda çalışıyorlar ve buraya nasıl zaman ayırabiliyorlar?
Lokman: Lotus'a gelenlerin