Namus Oyunları Festivali’nde İbretnüma adlı video işinizi izleme fırsatı bulduk. İbretnüma, ülkenin güneydoğusunda doğmuş bir kızın hayat hikayesini anlatıyor ve bu hikaye ile güncel birçok konuya referans veriyor. İbretnüma’yı yapma fikri sizin icin nasıl gelişti ve işinizin dramaturjik çerçevesini nasıl kurdunuz, bunlardan biraz bahsedebilir misiniz? 

Tabi hiç bir zaman bir sanat yapıtı bir anda yukarıdan zembille inmiyor, yaşanmışlıklar var. Aktivist feminist bir sanatçı olarak özel alanın politik olması düşüncesinden yola çıkarak bütün işlerimi üretiyorum. İbretnüma’ya da baktığınızda yalnızca bir kadının hayat hikâyesi var. Yakın Türkiye tarihi hakkında birçok bilgi veriyor. Bu aslında benim yakın çevreme ait kişisel bir hayat hikâyesi, oradaki hikâyelerin hepsi gerçek. Elbette buradaki hikâyeleri seçerken ben kendi kendimi de sorguluyorum. Hayatım boyunca bir sürü hikâye duyuyorum, neden bunları seçiyorum? Bir kişiye ait olmasına rağmen, o kişiye ait başka hikâyeler de var. Ama bunlar benim süzgeçten geçirdiğim hikayeler, dolayısıyla bana ait de bir şeyler var burada. Kürt kadın olmak, güzel kadın olmak, güzellik tanımı üzerine düşünmek... Foucault’nun Biopolitika kavramı üzerine çoğunlukla çalışıyorum, dolayısıyla burada iktidar alanlarının beden üzerindeki etkisi, beden kontrolünü nasıl yönlendirdiği konusunda bazı noktalara değinmem gerektiğini düşünüyorum. Bu işle de kabataslak bir hayat hikâyesi gittikçe şekillendi. İktidar alanlarının toplumsal cinsiyet inşasında aldığı rol işin ana konusu olarak yer alıyor. 

İbretnüma’da kadın bedeninin neredeyse her bir uzvunun bir temsiliyet nesnesi olabileceği vurgulanmış. Başörtüsüyle, mini etekle, anne ya da koca baskısıyla vs... Bedeninin bir mesajlar alanı olarak kodlanması, çoğu zaman kadının iradeden yoksun ve sessiz olmasını emrediyor. Sizin işinizde de kadın hep susuyor ve iradeden yoksun görünüyor. Kadının neredeyse bu en dipteki halini resmetmeyi tercih etmenizin nedenlerinden biraz bahsedebilir misiniz? 

İbretnüma konusunu yakın çevremden duyduğum kişisel bir hikayeden alıyor. Eğer yalnızca feminist düşünceyle bu işi üretmiş olsaydım, sonunu başka türlü bitirebilirdim. İzleyicilerden de genelde böyle bir tepki geldi, “aaa sonunda hayal kırıklığına uğradık” diye, ama bu gerçek bir hikaye. Burada benim için sanat yapıtının samimi olması önemli ve bence bu iş gerçekten çok samimiydi. Hayal gücüm katıldı elbette, görsel ya da yazınsal olarak ben de kendimi katıyorum. Ama bir gerçek var, o gerçeği ben istediğim şekilde yönlendiremem. Gerçeği olduğu gibi sunmanız gerekiyor. Burada mesela sonuna doğru saygı edinmek isteyen bir kadın var, irade kullanıyor, ama bu irade yine toplumun sunduğu yerden işleyen bir irade. Başka türlü bir iktidar alanı kurma üzerine kurgulanmış bir alan var. Eğer o başörtüsünü, çarşafı giyerse, birileri tarafından saygıyla karşılanacak. Orada bir tercih sunuluyor, hayat boyunca sunuluyor, şunu yapmazsan böyle olur, ve sonuçta kadın kendi kızları üzerinde iktidar sahibi oluyor. Bu kadının hayatı her ne kadar kadın olmanın en dipteki halini yansıtıyor gibi gözükse de ben en üsttekinden an alttaki kadınların yaşamlarından birçok öğe taşıdığını düşünüyorum. Özellikle modern yaşama uyum sağlamaya çalıştığı alanlarda bu anlamda birçoğumuz ile benzer unsurları paylaşıyor. En azından bana ve benim çevremdeki birçok kadına ait unsurlar bu kadının yaşamında var. Bu hepimizin kendi içinde itirafları barındırmasını da sağlayan bir durum. İradeli olduğumuzu düşündüğümüzde, irade sandığımız şeyin ne kadarının bize ait olduğunu sorgulamamızı sağlıyor. İzleyici kadınlardan çoğu kendilerine ait birçok şeyi bu videoda bulduklarını söylediler. Hepsi üniversite mezunu, çoğu feminist teori ile yakın ilişkide olan kadınlar bunlar. 

İbretnüma’da “annelik”in iktidarı sürdürmedeki rolü oldukça vurgulanıyor. Bu figür Türkiye’deki ya da doğudaki anneliğe dair bir prototip oluşturuyor mu? Bu karakteri nasıl yorumladınız? 

Annenin koruyucu özelliği var, dışarıdaki tehlikelerden korumak istiyor, ama bir yandan da kızının sistemin dışına çıkmasını istemiyor. Çünkü çok iyi biliyor, dışlanan bir insan çok kolay harcanabilir. Dolayısıyla steril bir çerçevede tutmak istiyor. Foucault’nun biopolitika kavramında asıl sorun ilk başta cezalandırma değil dışlama üzerine kurgulanmıştır. Yani bir sürü iktidar alanı bizi izler, izlerken üzerimizde bir denetim mekanizması uygular ve bu denetim mekanizmaları da öyle bir denetim mekanizmasıdır ki sanki denetlemiyormuş gibi gözükür. Kişinin kendi kendinin gardiyanı haline gelmesini sağlar. Anne bunu çok iyi biliyor çünkü, onun da bir yaşanmışlığı var, belli ki mücadele etmiş ve bu mücadelede kazançlı çıkmamış. Aman sen bunları yaşama, daha doğrusunu yaşa ki başına bela gelmesin ki dışlanma, göze batma diyor. Yani asıl sorun göze batmamak, farklılığını ortaya koymamak, o denetleme mekanizmaları içerisinde nefes almaya çalışmak. Hangi alana geçerse geçsin bir nefes alanı yok, seçilen her alan sonuçta sorunlu, çünkü her yerde bir denetim mekanizması var. Bir yandan denetlenirken bir yandan da denetleyici olma olgusu üzerine kurgulanmış bir yapıt. Buradan baktığımızda çare sunmuyor, çareyi izleyici kendisi bulacak. İzleyici kendine ait bir şeyler bulacaktır, ben evrensel bir konudan bahsettiğimi düşünüyorum. Türkiye merkezli yada güneydoğu merkezli gibi algılasak da, köyden kente giden bir birey olarak da algılayabiliriz ya da ülkeden ülkeye göç olarak da. Bu anlamda kurtarıcı rolünü üstlenmek istemedim. Videoyu dokumanter bir video olarak da tanımlayabiliriz. Ben burada raviliğe soyunuyorum, ravi doğu masallarında masal anlatıcısı anlamına geliyor, haberleri duyuranlar ve haberleri aktaranlar diye başlarmış eski doğu masalları. Ben masalların bir çeşit sözlü tarih anlatıcılığı olduğunu ve her masalda da bir gerçek payı olduğunu düşünüyorum. O masal ibret olsun diye, yaşamı belirlemek üzerine kurgulanmış. Çocuk masalları mesela çok korkutucudur, ürkütücüdür, çocuklara anlatılamayacak şeylerdir ama çocuklar o masalı dinlemek ister ve büyükler bunu anlatır. Bir şiddet filmini seyrettirmezsiniz çocuğa ama oturup Kırmızı Başlıklı Kız’ı anlatırsınız, korkunç yani. Maalesef yüzleşmek gerekiyor bunlarla. Burada masalsı bir dil ile bir gerçeğin aktarımı yapılıyor; gerçeklikle bağlantısı yokmuş gibi, ama çok sert bir gerçeklik var bir yandan. İbretnüma Binbir Gece Masalları’nın bir diğer adıdır. Kurgu açısından da baktığımızda başı sonu birbirine geçiyor, masal içerisinde masal, hayat da biraz böyle. 

İbretnüma Karagöz-Hacivat atmosferine yakın diyebileceğimiz bir atmosferde anlatıyor hikayesini, bir yandan de görsel kullanımlar Osmanlı hat sanatı ve minyatürleri andırıyor. Anlatım olanaklarına dair bu sanatsal seçimleriniz ve nedenlerinden biraz bahsedebilir misiniz? 

Görsel sunum benim için çok önemli. İçerik evet çok önemli, ama bir yapıtın görsel olarak da ayrıca bir söz söylemesi gerektiğini düşünüyorum. Burada üretilen bu coğrafyaya ait bir sanat var. Ama maalesef Türkiye’de ya da doğudaki sanat tarihi başka türlü yazılıyor. Kolonyalist bir bakış açısı var. Batı’da üretilen sanata sanat diyoruz, yazılan tarihe sanat tarihi diyoruz. Burada yazılan, burada yazıldığı bile şüpheli olan bir tarih ise İslam Sanatı olarak tanımlanıyor. Minyatürlere baktığınızda bu bir İslam sanatı değil, konuları sadece İslam’a bağlı değil. Ortaçağ’a baktığınızda İslam ülkelerinde üretilen sanatla Hristiyan ülkelerinde üretilen sanat eşdeğer olarak üretiliyor. Ama oradaki sanat Hristiyan sanatı olarak tanımlanmamış, buradaki sanat İslam sanatı olarak tanımlanmış. Orada bir egemenlik var ve kendini merkeze koyup buradaki sanatı farklılaştırıp atıyor, ötekileştiriyor ve oryantalist bir bakış açısına sahip oluyor. Sadece Batı bu oryantalist bakışı sağlamıyor, biz de kendi içimizde modernleşme sürecinde kendi kendimize bir Doğu yarattık ve kendi içimizde bir oryantalist bakış açısı da yarattık. Dolayısıyla minyatür aslında ötekileştirilmiş ve muhafazakârların eline de bırakılmış tü kaka edilmiş bir sanat dili ve ben görsel bir değişiklik yapmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu coğrafyaya ait başka bir dil var, başka bir söz var, dolayısıyla görsel olarak da başka bir dili olmak zorunda. Sanat yapmayı öğrenirken ya da bunun üzerinde üretim dili oluşturmaya çalışırken ister istemez bir Batı taklitçiliği ortaya çıkıyor, ama ben farklılaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda görsel olarak da öteki dili kullanmam gerektiğini düşünüyorum. Eğer ben tamamıyla bugüne ait fotoğraflarla bunu yapmış olsaydım, bu kadar etkili olmayacaktı. Doğu ve batı kavramları karmakarışık ve herkes kendini bir yere göre tarif ediyor. Bizim doğumuz Güneydoğu, daha da ilerisinde Ortadoğu, gittikçe gidiyor. Burada doğudan gelen bir kadın var, bir minyatür, sonra fotoğraflanmaya başlıyor ve tekrar minyatüre dönüyor. Görsel olarak ayrıca bir söz söylemeliyiz diye bu kurguyu yapmayı tercih ettim. İçeriğinde bir politik söz var, ama sunumda da ayrıca bir politik söz söylemeyi tercih ettim. Modernleşme sürecini kritik etmeye başladığınız zaman, kültürel değişim getiriliyor ama bu tepeden inen ve belli bir sürece yaymadan kesilerek yapılmış ve eski ile yeni arasındaki bir bağlantıyı da kopartarak yapıyor. Dolayısıyla ben yakın Türkiye tarihinin eleştirisini yaparken, tek taraflı yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Sanatı, dili, görselliği sorgulamak lazım, hepsinin bir arada yapılması gerektiğini düşünüyorum. Yapıtın içerisinde orijinalinden dönüştürülmüş yaklaşık 20 tane Osmanlı minyatürü var. Bazılarını reprodüksiyon olarak kullandım, bazılarını manipüle ederek kullandım. Bu ülkede yaşayan insanlar olarak bu minyatürlerden bihaberiz. Yargılamak için söylemiyorum, ben de bu konuda çalışmıyor olsaydım, ben de bilmeyecektim. Daha sistematik bir şey, yani eğer öğretilmiyorsa ve başka bir düzeyden bakılıyorsa, o zaman gerçekten kimsenin haberi olmuyor. Ama bilinmesi gerekir, bir önceki tarihi okumak için sadece yazılı tarihi değil görsel ve sözlü tarihi de bilmeniz gerekiyor. 

İbretnüma şimdiye kadar nerelerde, ne kadar sergilendi? 

Çok yeni, çok taze bir iş. Bienal’in açılış gününe kadar üzerinde uğraştığım ve son dakika taze taze fırından çıkartıp Bienal’e koyduğum bir iş. Bunun ardından Garajistanbul’da Namus Oyunları’nda oynandı. Şu anda yurt dışında gösterimleri var, ama daha yeni dolaşıma girdi. 

İbretnüma seyirciden nasıl tepkiler alıyor? 

Çok olumlu. Olumsuz hiç tepki almadım, bir iki tane var içerik ile ilgili, yani ilginçtir hem çok muhafazakâr kesimler hem cumhuriyetçi ya da militarist kesimler diye tanımlayabileceğimiz taraflar, algılamak istediği şekilde algılayıp ona göre eleştiri getirenler oldu ama çok uç noktalar bunlar. Ben şaşırıyorum, demek ki insanlar böyle de algılayabiliyormuş diye. Ama tabi hiçbir zaman sanat yapıtının okuması bir sanatçının istediği şekilde olmak zorunda değil. Herkes kendi algısı üzerine okur ama bir genel okuma da vardır. Bunun dışına çok çıkılıyorsa, oradaki kişinin ya da o mantalitenin düşünme tarzını biraz sorgulamak lazım. Ama onun dışında çok olumluydu, ben de bunu gerçekten çok samimi bir iş olmasına bağlıyorum. 

Video, resim, enstalasyon gibi çok çesitli tarzlarda işler üretiyorsunuz. Toplumsal cinsiyetin kuruluşu, kadın bedeni esas meselelerinizden, ve kendi bedeninizi de işlerinizde kullanıyorsunuz. Feminist kadın sanatçılar açısından kendi bedenini sanat eserleri içerisine dahil etmek avant-garde sanat ile birlikte karşımıza çıkan bir kullanım. Siz kendi bedeninizi işlere dönüştüren bir kadın olarak bu performanslar ile ilgili politikanızdan/düşüncelerinizden/hissettiklerinizden bahsedebilir misiniz? 

Düşünce biçimiyle alakalı, biopolitika kavramından bahsediyorum, beden kontrolünden bahsediyorum, doğal olarak bedenimin işimin kolu olması çok doğal. Bu benim bedenim olmak zorunda değildi, başka bir beden olabilirdi ya da başka bir bedensel kontrol üzerinde olabilirdi. Kendi bedenimi malzeme olarak görüyorum, çok yakından tanıdığım, çok kolaylıkla yoğurabileceğim, kontrol edebileceğim bir alan. Üstüne üstlük, ben bütün üretimlerimde ikinci bir el istemiyorum, asistan kullanmıyorum, kullanıyorsam çok daha farklı alanlarda kullanıyorum. Üretirken tamamıyla yalnız olmayı tercih ediyorum. Dolayısıyla bir fotoğraf çekeceksem de kendi fotoğrafımı çekiyorum. Fotoğrafımı çeken bir fotoğrafçı ya da videomu çeken bir kameraman yok. Dolayısıyla yalnız kaldığımda kullanabileceğim en kolay kişi benim, işin gerektirdiği zamanlarda, eğer başka bir şey gerekiyorsa, mesela oyuncaklarla da çalıştım, çizgiyle de çalışıyorum. Eğer bedenim yetersiz kalıyorsa ya da başka bir şey anlatmak istiyorsam o zaman başka materyallere de başvuruyorum. Sunum biçimi de aynı şekilde, genelde performatif öğeler var, çoğunlukla aynı işlerin içine giriyorum çıkıyorum ama her zaman da böyle olmak zorunda değil. Eğer o işin içeriği performatif olmasını gerektiriyorsa performans yapıyorum, videoysa video yapıyorum. Tabii çok yorucu bir şey, çünkü her seferinde yeni bir teknik öğrenmem gerekiyor, her seferinde bunun için enerji sarf etmem gerekiyor, ama içime de siniyor. Bir işin içime sinmesi çok önemli. İbretnüma’ya mesela iki senemi harcadım. Daha önce hiç yazı yazmıyordum, bu sefer oturdum yazı yazmayı tanıdım, ki en korktuğum alandı. Genelde kadınlara öğretirler ki sen yazamazsın. Ve ben gerçekten yazma konusunda çok özgüvensiz olduğumu fark ettim. Çok geriye gittiğimde hafızamda işte aman sen yazma, resim yapmaya devam et dediklerini hatırlıyorum. Bu bende öyle bir şey yaratmış ki yazmaktan korkmuşum, ama öyle de bir yere geldi, bu masal olmak zorunda ve bir metni olmak zorunda ve ben bu metni başka kimseye yazdıramam. O zaman kolumu sıvayıp oturup yazmam gerekti. Bu özgüvensizlik ilk başta benim için sorun oldu, çünkü yazdığımdan emin olamadım. Okuyorum beğeniyorum ama başka bir kulağın da duymasını istiyorum. Sonra birkaç kişiye okutunca olumlu geri dönüşler alınca gelişti. Görsel sanatları da görsel sanatlar diye ayırmamak gerektiğini düşünüyorum. Belki 20 sene sonra sanat denilen alan tamamıyla bir bütün olacak, o yüzden faklı disiplinleri içine sokmayı ve buradan, illa çok profesyonel olması gerekmiyor ama, o söylenen sözün içeriği gerektiriyorsa o alanları kullanmayı seviyorum. Bilinmeyen alanlarda mücadele vermek, belki de sadece o mücadele süreci bile beni tatmin edici bir süreç. 

Cinsellik ve çıplaklık içeren işlerinizde sansüre uğradığınız olmuş sanırım, Almanya’da “Görmedim, Duymadım, Bilmiyorum” adlı işiniz sansürlenmiş. Başka işleriniz için de böyle olaylar oldu mu? Bu sansür girişiminden ve varsa başka sansür vakalarından bahsedebilir misiniz? 

Burslu olarak Almanya’ya gitmiştim. Kaldığım yerin galerisi vardı ve kamusaldı, yani galerinin içinde değil dışarısında göstermeniz gerekiyordu işlerinizi, sokaktan geçen insanla direk temas halinde olacak yapıt. Kamusal alanda iş yapmak hem etik sorgulama hem de sorumluluk gerektiren şeyler. Ben bir aile kritiği yapıyordum, sunulan bir mutlu aile tablosu var asla sorgulanmayan, ama aslında sistemin temel taşı, beden kontrolü üzerinde bir numaralı denetleyicisi, sevgi ile parlatılmış, sistemin devamlılığını sağlayan bir alan ve sorgulanması gereken bir alan. Aile içi şiddet, aile içi cinsel istismar üzerine kurgulanmış yapıtlarım vardı. Mor Çatı’ya gönüllü olarak gidiyordum çok çok eskiden, bu hikâye orada tanıştığım bir kadının kişisel hayat hikayesi, nedense aklımda kalmış işte. Bunu da ben sorguluyorum neden bazı öyküler aklımda kalıyor neden bazıları kalmıyor, burada başka türlü hassasiyetleri ortaya koymak lazım. Kızım o sırada küçüktü, oyuncaklarla çok içli dışlıydı, gerçi Barbie’lerle ben tanıştırmak zorunda kaldım, Barbie eleştirisi yaparken kızıma kötü örnek olmuş oldum. Bir yandan da bunu çok sorgulamıyorum, siz ne kadar Barbie’leri göstermeseniz de sosyal çevresinde aldığı o rol, anne rolü, kadın rolü, onlar değişmediği sürece onun kafasındaki yargı çok değişmiyor. İşin niteliğine gelince, sorunlar ortaya çıktı. Bir yandan çocukların görmemesi gereken bir iş, belki de görmesi gerekiyor, orasını tam olarak bilemiyorum. Gözetleme ve gözetleme ile kontrol altına alma, denetlenme üzerine kurguladığım bir şey. Aile de bu açıdan çok isteyerek denetleme altına alınan bir alan, dolayısıyla kişisel hayata müdahaleyi gözetleme delikleriyle yapmayı tercih ettim. Bir boyayla alanı boyayıp sadece küçük gözetleme delikleri açtım ve bu delikler çocukların ulaşamayacağı alanda. Tabi ben bu kadar etik davranırken, sergilenen salonun hemen arka tarafında sex shop var, orada cinsel fanteziler için kullanılan oyuncaklar var ve onlar aleni olarak sergileniyor, onu da belirtmem gerekiyor. Muhafazakar bir kasaba olmasına rağmen, hemen yakınında böyle bir dükkan da var. Açılışı yaptıktan sonra, orada yaşayan insanlar şikâyetçi oldular, sadece polise şikayet değildi, bedensel olarak bana müdahalede bulundular, o anlamda sistem benim tanımladığım şekilde işlemeye başladı. Polis devreye girdi, yasal bir dayanağı olmadığı halde. Çünkü Alman kanunlarına göre oradaki fotoğraflar pornografik değil, pornografik olabilmesi için organların görünmesi gerekiyor; polis kendi inisiyatifini kullanarak sergiyi kapattı. Bir hafta sonra zaten avukatlar aracılığıyla açtık. Ama polisin müdahalesi orada yaşayan insanlara bir güç verdi. Polis yasaklıyorsa buradaki işler kötüdür. Ensesti savunduğum ya da aile içi şiddeti savunduğum gibi bir şeyin okunabileceğini düşünmüyorum, ama hedef haline geldim. Gerçekten ağır bir dışlanma ile karşılaştım, üç ay boyunca da buna maruz kaldım. Türkiyeli sanatçı olmanın da getirisi olabilir. Yaşarken çok zordu ama üzerinden bir süre geçtikten sonra insan farklı okuyabiliyor, oradaki insan psikolojisini, sosyal yaptırımları... O açıdan da benim için farklı bir deneyim oldu. Türkiye’de kamusal alanda yine bir işim sansüre uğradı. Kendi internet kafemiz vardı, onun tabelasına başka bir bilgisayar markasının reklamını yapmak yerine sanat alanının sergileme alanı olarak kullandık. Bir yandan da oradan ekmek parası kazanmaya çalışıyoruz. O zaman hamileydim, heyecanla günlük tutuyordum, ve o tabelaya “Nihayet İçimdesin” yazıp astım. Bu günlüğüme yazdığım ilk cümleydi. Bunun cinsel bir ima içerdiğinin farkındaydım tabi. Ama sonuçta işleri provakatif olarak üretiyordum. Günlük hayata ait her şey bu kadar saklanırken, ama herkes yaşarken, sunmanın gerektiğini düşünüyorum. İlginç bir deneyim oldu, herkes için, çünkü onun bir sanat yapıtı olduğunu çoğunlukla insanlar bilmiyordu. Oradan geçerken bazıları güldüler, bazıları eleştirdi ama yine aynı şey oldu. Mahalledeki bazı insanlar belediyeye şikayet etti rahatsız oluyoruz diye, ve belediye çevreye zararlı buldu çok komik bir şekilde. Ruhsatımızı almakla tehdit etti. Biz de o alanı kapatmak zorunda kaldık, yani bir çeşit sansürdü bu da. 

Mart 2009’da Haksız Tahrik sergisinin küratörlüğünü yaptınız. Bu sergi ile ilgili olarak en çok vurguladığınız nokta feminist sanatçıların kolektif bir iş içinde olmasına verdiğiniz değer. Siz kendinizi feminist aktivist bir sanatçı olarak tanımlıyorsunuz. Feminist sanatçıların birlikte iş üretmesi veya en azından iletişim halinde olmasının sizin için öneminden bahsedebilir misiniz? 

Feminizm bir siyasi mücadele biçimi. Çok basit bir açıklaması var: Kadınlar ayrımcılığa uğruyor. Özel alanın politikliği ortaya çıkıyor burada. Biz ayrımcılığa uğruyoruz, cinsiyetimizden dolayı; sanatçı da olabilir, işçi de olabilir, hayatın her alanında çalışan insanların bir araya gelip örgütlülük içerisinde bir söz üretmesi gerekiyor. Güncel sanat alanı maalesef popüler bir sanat alanı olmadığı için, çok ilgi çekmeyen bir alan, yani daha elit bir kesime hitap ediyor. Galerilerde sergileniyor, galerilerde kapatılıyor ve biz birbirimizden habersiz olarak işler üretiyoruz. Sergileniyor ve kapatılıyor. Sadece birilerinin el yordamıyla bunu bulması gerekiyor. Bu sanatın da kendi içerisindeki bir sorunu tabii ki ve kolay kolay çözülemeyecek bir sorun gibi geliyor. Ama biz sanatçı kadınlar olarak, kadın sanatçı diye tanımlanarak zaten birçok anlamda da mağduriyet yaşıyoruz, ve mücadele etmemiz gerekiyor, güçlerin birleştirilmesi gerekiyor. Ama bunun da sadece sanat alanında yapılmaması gerektiğini de düşünüyorum. Feminist örgütlerin de sergide yer almasını istedim, profesyonel mükemmel işlerin olması gerekmiyordu. Buna rağmen çok çok iyi işler çıktı. Mağdur olmuş, daha fazla şiddet gören, daha az eğitimli kadının sözcüsü olmak yerine kendi sorunlarını da işin içine katarak buradan bir söz üretmek ve mücadele biçimi geliştirmek temel konularından bir tanesiydi bu sergiyi yaparken. Farklı kesimlerden insanlar geldiler resimlerini koydular, oradan bir söz üretildi ve çok önemliydi benim açımdan. Çünkü Türkiye’de kadın sergileri yapıldı, ama söylenmek istenilenin tam tersine, daha naif, daha incelikli, kadın eli, kadın duyarlılığı diyerek yumuşatılan, daha doğrusu dışlanan bir söz üretiliyordu ya da tepeden bakan, kendini kurtulmuş kadın olarak tanımlayan cumhuriyet mantığının oluşturduğu suret üzerinden daha alt seviyede gördüğü bir kadının sözcülüğüne soyunmuş bir kadın prototipi oluşturuluyordu. Naif bir tanımlama yapılıyordu, 8 Mart’ta olduğu gibi, kadınlara çiçek verelim, o gün kadın sergisi açalım, bir sürü kadınlar gelsinler el işlerini göstersinler, cennet annelerin ayaklarının altındadır vs... Ama biz kendi adımıza söz üretebilirdik, ben bir sanatçı olarak bunun ihtiyacı içerisindeydim. Feminizm, evet tarihte bir yerlerde bir hareket olarak var, 70’lerde kalmış, modası geçmiş diye bakılan bir alan dışarıdakiler açısından. Oysa Türkiye’de, özellikle doğulu ülkelere baktığınızda feminist mücadele daha da güçlü olarak çıkıyor. Batı’nın feminizm anlayışından da farklı okunması gerekir. Biz burada Batı’da üretilen bir sanat tarihiyle, onun üzerine bir şey koyamayız. Kadın sanatçılar olarak kendi tarihimizi yazmak zorundayız. Çok ilginç, bir tane feminist sergi yapılmamış sanat alanında, feminist hareket kendi içinde farklı alanlarda feminist sergiler yapmış. Bunun eksikliğini hissediyorsak burada bir sorunlu alan var deyip, buraya soyunmak zorunda kaldım açıkçası, çünkü öyle bir eril iktidar var ki sanat alanında da, özellikle de feminist söylemli işler üretiliyorsa... Uzaktan hani hafif aşağılama, hor görme ya da o kadın sanatçının düşünsel boyutunun yetersiz olduğunu ima etme, değersizleştirme. Bu şekilde bir ayrımcılık içten içe hissediliyor, direk yapılmıyor, en tehlikelisi budur ya zaten. Şiddetin bir görünür tarafı vardır, bunu yargılamak çok kolaydır, ama daha aşağıda olduğu zaman, gizli gizli yapıldığı zaman bunu ortaya çıkartıp yargılamak çok çok daha derinlikli ve incelikli bir bakış açısı gerektirir. Aynı şekilde sansür mekanizması da öyledir, mesela polis gelir sansürler, ama bir sanat yapıtı mesela hiç sergilenmiyorsa burada ağır bir sansür vardır ama hiç söz edilmez, Türkiye’de sansür yok denir. Özellikle bir çok kadın sanatçı üzerinden yok farz etme var. Kadınlar görünmezler. Her alanda olduğu gibi sanat alanında da görünmezler. Dolayısıyla dert görünür olmak, ama bu görünürlüğü yaparken bir yandan da feminist hareketin üzerinde mücadele ettiği bir alandan ve kadının o alanın ister cinsel olarak, ister politik anlamda, ister sanatsal malzeme olarak sürekli bir tahrik nesnesi olması üzerinden bir söz geliştirerek sergi kurgulandı. 

Kendi feminist olma tarihinizden ve feminizmi nasıl tanımladığınızdan bahsedebilir misiniz? 

Bir çok feminist kadın gibi ben de ilk başta feminist olmayı reddederek başladım. Çoğunlukla bihaber oluyoruz, el yordamıyla, hissederek buluyoruz. Bir yanlışlık var ama, insan o ayrımcılığa uğradığını kolay kolay dile dökemeden, içgüdüleriyle buluyor. Aslında çok bariz bir şey, neden bu kadar zor oluyor onu algılamakda da zorluk çekiyorum. Sonra bir yerde özel alanın politikliği kelimesini duydum, çok öfkelendim bu laftan, nasıl öfkelendim ne demek özel alan nasıl açık olabilir demiştim. Bütün kişisel tarihim böyledir, eğer bir konu üzerine çok öfkeleniyorsam onu sonra sahiplenirim. Tabi bu öfke onun üzerine düşünmemi gerektirdi, ilk başta teorik olarak çok yabancıydım, daha pratikte çözümlediğim bir şeydi, sonra gittikçe bir tanımlama yapma ihtiyacı hissettim, biraz okudum, biraz örgütlendim, daha farkına vardım. Kişisel tecrübelerimle baktığım zaman, diğer alanlardaki aktivisitlerin yaş ortalaması 20-25 ise feminist aktivistler 35-40-45-50 diye çıkar. Bu yaşanmışlık, buna karşı bir mücadele yöntemi geliştirmek, maalesef ağır bir süreç geçirdikten sonra ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Feminizm içinde çok farklı görüşler olabilir ama feminizm esas itibariyle muhalif bir yapıya sahiptir. Yerleşik ideolojileri, pratikleri dönüştürmeyi hedefleyen politik bir zemine dayanmak zorundadır. Sadece cinsiyetçiliğe değil, her türlü ayrımcılığa, ırkçılığa, militarizme karşı olmadığı sürece o kadın hareketini feminist bir hareket olarak tanımlamak mümkün değil bana göre. Bu düşünceden yola çıkınca zaman zaman kendimi sosyalist feministlere, zaman zaman da anarko feministlere daha yakın buluyorum. Yine de bununla birlikte bu coğrafyaya ait bir feminizm tanımının oluştuğunu, yerel bazda ayrıca bir tanımlamanın da yapılması gerektiğini düşünüyorum. 

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. 

Daha fazla bilgi için sanatçının kişisel web sitesini ziyaret edebilirsiniz.