Bu yazı Harold Pinter’ın 1988 yılında yazdığı Dağ Dili oyununu incelemeyi hedeflemektedir. Öncelikle Harold Pinter’ın hayatına dair biyografik noktalara kısaca değinilecek, daha sonra oyun metni incelenecektir.

Harold Pinter Hayatı – Biyografik Notlar:

Harold Pinter 10 Ekim 1930 yılında Londra, Hackney’de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. II. Dünya Savaşı sırasında faşizmin yükselmesiyle birlikte 1939’da şehirden ayrılarak Cornwall’a gönderildi. Ailesinin yanından ayrılıp 26 çocukla birlikte deniz kıyısında bir kalede yaşamak zorunda kalmanın Pinter’ın hayatında karşılaştığı ilk büyük travma olduğu söylenebilir. Ancak 14 yaşına geldiğinde, 1944 yılında ailesinin yanına geri dönebildi. Pinter’a o günler sorulduğunda; "Sürekli bombalanıyor olma durumu asla yakamı bırakmadı" yanıtını veriyor.

Londra’ya döndükten sonra öğrenim hayatına 1944’de Hackney Downs Grammar School’da devam etti. Tiyatro ve edebiyata ilgisi bu yıllarda başladı. Tiyatro yaşamında ilk olarak 1947’de okulda Machbet’i oynadı. O yıllarda Franz Kafka ve Ernest Hemingway’in eserlerinden etkilendi.

1948 yılında RADA’ya (Royal Academy of Dramatic Art) katıldı. Aynı yıl askere çağrılan Pinter, bu görevi yerine getirmeyi reddetti. 1949’da iki kere tutuklandı ve mahkemeye çıkartıldı. Babasının kefaleti ödemesi sonucu serbest bırakıldı.

1950’de Harold Pinta adıyla ilk şiirleri Poetry London’da yayınlanmaya başladı. Aynı zamanda BBC radyoda yarı zamanlı aktör olarak çalışıyordu. Aynı zamanda kısa bir süreliğine Central School of Speech and Drama’ya kaydoldu. 1951’den 1952’ye kadar altı ay boyunca Shakespeare Kumpanyası ile birlikte İrlanda’ya turneye gitti ve Shakespeare ve klasik tiyatro oyunlarında oynadı. 1953’te Donald Wolfit ile birlikte Hammersmith’deki King’s Theatre’a katıldı. Aynı zamanda yeni şiirler yazmaya devam etti ve romanı CÜCELER (Dwarfs) üzerine çalışmaya başladı.

Dört yıl boyunca David Baron takma adıyla repertuar tiyatrosunda çalıştıktan sonra oyun yazmaya başladı. İlk oyunu olan 1957’de Bristol Üniversitesi tiyatro bölümü için yazdığı ODA’yı (The Room) dört gün içinde tamamladı. İlk uzun oyunu kabul edilen DOĞUM GÜNÜ PARTİSİ (The Birthday Party) 1958’de Arts Theatre ve Lyric Theatre’da sahnelendi. Bu oyun Sunday Times’daki olumlu eleştirinin dışında, eleştirmenler tarafından tam bir fiyasko olarak nitelendirildi. Yapılan bir röportajda o dönemki eleştirilere dair Pinter, "Eleştirileri bir grup şirin, gereksiz insanın yaptığı işler olarak görüyorum. Seyircilere nasıl düşünmeleri gerektiğini anlatan eleştirilere ihtiyacımız yok" diyor.

Pinter 1960 yılında DİLSİZ UŞAK (The Dumb Waiter) ve ikinci uzun soluklu oyunu KAPICI’yı (The Caretaker) yazdı. Bu oyunlardan sonra eleştirmenler çağdaş, yetenekli genç yazarı keşfettiler ve övgüye boğdular. Bu oyunları sırasıyla İNCE SIZI (A Slihgt Ache) (1961), KOLEKSİYON (The Collection) (1962), CÜCELER (The Dwarfs) (1963) ve SEVGİLİ (The Lover) (1963) izledi.       

Pinter’ın ilk dönem yazdığı oyunlar içinde en çok ses getireni şüphesiz 1965 yılında yazdığı EVE DÖNÜŞ (Eve Dönüş) oldu. Bu oyunla Pinter Tony Ödülü, The Whitbread Anglo-American Theater ödülü ve New York Drama Critics' Circle ödülünü kazandı. Oyun kocası tarafından Londra’ya ailesiyle tanışmak üzere getirilen, tamamı farklı kişiliklerde erkeklerle bir arada durmak zorunda kalan Ruth’un öyküsünü anlatıyor. Baskı ve güç ilişkileri önceki oyunlarla benzer şekilde, ancak bu kez cinsiyetçi bir açıdan ele alınıyor.  

Pinter oyunlarının çoğunu İngiliz radyo ve televizyonları için yazdı. 1978’de yazdığı ALDATMA’dan (Betrayal) sonra, 1994 yılındaki AY IŞIĞI’na (Moonlight) kadar uzun bir oyun yazmadı. Bu dönemde daha ziyade kısa oyunlarla tiyatro yazarlığını sürdürdü. 1970’lerden başlayarak Pinter yönetmenlik üzerine daha çok emek harcadı. 1973’te İngiltere’de Ulusal Tiyatro yönetmenleri arasında girdi.
Pinter’ın 1970’lere kadar yazdığı oyunlar ilk dönem oyunları olarak nitelendirilir. Bu oyunlar eleştirmenlere göre daha çok Absürt Tiyatro’nun etkisi altındadır. Pinter’ın ilk dönem oyunları tiyatro dünyasına biçimsel açıdan birçok yeniliği beraberinde getirmiştir.
Pinter bu yıllarda Samuell Beckett’dan oldukça etkilenmiştir. Özellikle karakter ve tema seçimi ve dil kullanımında Beckett’ın Pinter üzerindeki etkisi büyüktür. Öte yandan iki yazarın ayrıştığı birçok nokta bulunmaktadır. Beckett’ın oyunları öykü ve kurgu yoksunudur. Karakterler isimsizdir ve gerçekte var olmayan diyaloglar kullanırlar. Oyunlarındaki ana vurgu, insanın metafizik dünyasına ayna tutarak var oluşundaki absürtlüğü açığa çıkarmaktır. Ancak, Pinter’ın absürtlüğü Beckett’dan tümüyle ayrışır. Pinter’ın oyunlarında açığa çıkarmaya çalıştığı şey toplumsal anlamdaki gerçekliktir. Oyunlarında mutlaka bir kurgu ve öyküleme vardır. Bu anlamda gerçekçi bir yazar olduğu söylenebilir. Öte yandan seyirciye sahne üzerinde tüm cevapları, tüm gerçekliğiyle vermekten kaçınır.

Pinter’ın oyunları insanın yalnızlığı, korkuları ve olan biteni anlayamaması üzerine kurulmuş bir söylev niteliğindedir. Bu duyguları açığa çıkarmak için sahnelemeyi de ona göre geliştirmiştir. Pinter’ın erken dönem oyunlarının çoğu tek bir odada geçer. Bu odadaki kişiler çeşitli güçler veya şahıslar tarafından tehdit edilirler. Oyun kişisinin temel amacını da var oluşunu ya da kimliğini sürdürmeye yönelik eylemler oluşturur. Dil bir iletişim aracı olmaktan çok bir silah olarak kullanılır. Kullanılan dilin yanında korkunun verdiği sessizlik, öfke ve baskı Pinter’ın oyunlarında sıkça karşımıza çıkar. Pinter’ın oyunlarının ana eksenini oluşturan tehdit unsuru eğlendirici unsurlarla bir arada kullanılmaktadır.

Pinter’ın ilk oyunlarının tiyatro dünyasında bir çığır açtığı söylenebilir. Öyle ki, tiyatro literatürüne "Pinteresque" adında bir tekniğin geçmesine neden olmuştur.  Bu teknik oyunlardaki, mahrem ve izole bir hayat süren karakterlerin, "belirsiz" ruh halini betimlemek için kullanır.

Harold Pinter, İngiltere’de sahne üstü diyalog biçimlerine yenilik getirmiştir. Martin Esslin Pinter’ın oyunlarındaki dil kullanımını şöyle değerlendirmiştir: "Pinter’ın oyunlarında kullandığı dil çok sıkışık… Kullanılan her hece, her tonlama,  her kelime ve cümle sıralaması büyük bir incelikle hesaplanmış. Tekrarlar, devamsızlık, bölgesel ve argo konuşmaların döngüselliği burada bir şairin dilsel dansındaki gibi kurallara uygun kullanılmış."

1970’lerle birlikte Pinter politikayla daha görünür bir şekilde ilgilenmeye başladı. Özellikle insan hakları konusuyla yakından ilgilendi. Politik olaylar hakkında çeşitli demeçler vermeye başladı. Bu dönemlerde Pinter’ın mektupları sık sık The Guardian ve The Independent gibi sol tandanslı günlük İngiliz gazetelerinde yayınlandı.

1985 yılında Amerikalı oyun yazarı Arthur Miller ile birlikte Türkiye’yi ziyarete geldi. Siyasi baskılara uğramış, sırf yazdıklarından ötürü hapse girmiş kişilerle tanıştı. Aynı yıl BİR TEK DAHA (One For Road) isimli kısa oyununu yazdı. Türkiye’deki baskılar ve Kürt dilinin yasaklanmasına dair gözlemlerinin verdiği esinle Pinter 1988’de bir başka kısa oyunu olan DAĞ DİLİ’ni (Mountain Language) kaleme aldı.

Bir Tek Daha ve Dağ Dili eleştirmenler tarafından politik duruşu nedeniyle şimdiye kadar yazdığı oyunlardan ayrıştırıldı. Yapılan röportajların birinde Pinter bu iki oyunun temeli itibariyle "otoritenin kötüye kullanılması" ile ilgili olduğunu ve bu yönüyle diğer oyunlarıyla ayrışmadığını ancak öte yandan bu oyunlarda farklı olarak bir ironinin kullanılmadığını söyler. Bir Tek Daha’nın, yaşanan işkenceyi doğrudan anlatarak, kurbanların durumunu ortaya koyan bir oyun olduğunu söyler ve ironiyi kullanmamasının sebebini şöyle anlatır; "…evet şakanın ötesine geçiyor… Yine de, hala eğlenme duygusu olduğuna inanıyorum, ama buradaki konuya uygun düşmez bu. Bir Tek Daha’da geçen olaylar, benim seyircinin bilmesini, kavramasını istediğim olaylar. Oysa daha önceki yıllarda aynı amacı gütmüyordum."

Pinter oyunlarının politik olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayrılmasına karşıdır. Pinter’a göre eleştirmenler önceki oyunlarını daha çok biçimsel olarak değerlendirmeyi tercih etmişlerdir. Ona göre önceki oyunları da toplumsal ilişkileri masaya yatırdığı için politiktir.
Harold Pinter 90’lı yıllarda da politikayla ilgilenmeye devam etti. 1999'da NATO'nun Kosova'yı bombalamasına açıkça karşı çıktı. ABD'nin 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgallerine karşı çıktı. 2005'te Nobel Barış ödülünü aldı ve bu tarihten itibaren artık oyun yazarlığından emekliye ayrıldığını ve kendisini siyasal mücadeleye adadığını açıkladı.

Pinter’ın oyunları ve şiirleri dışında, filme dönüşmüş birçok senaryosu da bulunmaktadır.

Dağ Dili oyunu ve Sahne Analizleri:

"…1985 yılında Arthur Miller ile birlikte Uluslararası PEN ile birlikte Türkiye’deki yazarların durumlarını incelemek için Türkiye’ye gittik. Birçok açıdan canlı ve oldukça aydınlatıcı bir seyahatti. Oradayken öğrendiğim şeylerden biri Kürtlerin gerçekten kötü durumda olduğuydu. Gerçekte var olmalarına ve kendi dillerinde konuşmalarına bile izin verilmiyordu. Örneğin, sırf Kürtlerin tarihini yazdığı için 36 yıl hapse gönderilen bir yayımcı vardı. Türkiye’den döner dönmez Dağ Dili’nin birkaç sayfasını yazdım, yazdıklarımdan emin olamadım ve onları rafa kaldırdım. Aslında tümüyle yok etmeyi düşünüyordum ancak eşim böyle yapmamam konusunda beni ikna etti. Üç yıl boyunca üzerine hiçbir şey yapmadım, sonra, bir gün, bu yılın başında konuyu tekrar ele aldım ve oyunu tamamladım. Sorunuza cevap olarak oyunu yazarken çıkış noktasının Kürtler olduğunu söyleyebilirim, ancak oyunun tümüyle Türkler ve Kürtlerle ilgili olduğunu söylemek doğru olmaz. Demek istediğim, tarih boyunca birçok dil yasaklanmıştır. Bildiğiniz gibi, İrlandaca ve Welsh dili bu yasaklamalardan zarar görmüştür; Urduca ve Estonyalıların dili yasaklanmıştır, Baskça yasaklanmıştır…

…Evet hayatımda ilk defa Türkiye’deyken işkence görmüş kişilerle bizzat aynı ortamda bulundum. Bildiğiniz gibi işkence ve bu tür muameleler sadece kişinin kendisini değil, tüm ailesini mahveder. Örneğin, İstanbul’da çok kötü bir şekilde işkence görmüş bir sendika lideriyle tanıştım. Hapishaneden çıkmış olmasına rağmen hala zayıftı ve titriyordu. Ancak esas ilgimi çeken karısıydı. Tümüyle dilsiz kesilmiş, sanki konuşma gücünü tümüyle kaybetmişti. Sanıyorum kocasını hapishanede gördüğünden beri tek kelime konuşmamıştı…"

  1. Sahne:

Kişiler: Genç Kadın, Yaşlı Kadın, Çavuş, Subay

"Sahne hapishane duvarının önünde geçmektedir. Hapishanedeki kocalarını ziyaret etmek isteyen bir grup kadın, kar altında dört saattir ayakta beklemektedirler. Bir çavuş ve bir subay tarafından sorgulanmaya başlarlar. Kadınlardan yaşlı olanı askerlerin üzerlerine saldığı bir köpek tarafından ısırılmıştır. Subay kadınlara konuştukları dilin dağ insanlarının dili olduğunu, yasaklı olduğunu ve kocalarının devlet düşmanı olduğunu söyler. Subaya karşılık veren genç kadın cinsel tacize maruz kalır. Daha sonra genç kadının dağ insanlarına ait olmadığı anlaşılır ve içeri girmesine izin verilir."

Subay ve çavuş askeri kişilerdir. Dolayısıyla buradan bu hapishanenin sıradan bir hapishane olmadığını ve askeri bir hapishane olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Subayın kadınlara kocaları için zikrettiği "devletin düşmanları" ithamı politik bir ifadedir. Dolayısıyla hapishanedeki mahkumların politik nedenlerle orada olduklarını söyleyebiliriz. 

İlk sahne doğrudan bir çekişmeyle başlamaktadır. Çavuş hapishanedeki kocalarını ziyaret etmek için sırada bekleyen kadınlara isimlerini sorar ve kadınlar defalarca daha önce isimlerini verdiklerini tekrarlarlar. İnatla aynı sorunun sorulması, inatla aynı cevabın verilmesine neden olmaktadır. Sahnenin uzunca bir bölümünü kapsayan bu tarz diyaloglar, sorgulama eyleminin resmi prosedürünü alaya alır niteliktedir. Sahnenin ilerleyen bölümlerinde de bu alaya alma devam eder. Özellikle subayın köpeğin ısırmadan önce ismini verip vermediğini sorguladığı sırada yazarın aynı üslubu sürdürdüğünü görürüz. Köpeğin ailesi tarafından isimlendirilmesi veya ısırmadan önce resmi usule göre ismini söylemek zorunda kalması saçmadır. Burada subay kadınlarla dalga geçmek için bunları söylüyor olabilir. Her halükarda bu durum askeri prosedürlerin saçmalığını gösterir niteliktedir.

Subay ve çavuşun sahne boyunca kadınlar üzerinde iktidarlarını kullandıkları iki an vardır. Bunlardan ilki, subayın konuştukları dili aşağıladığı andır. Subayın dilin yasaklı olduğunu ve kocalarının "devlet düşmanı" olduğunu söylemesi şüphesiz askeri bir söylemdir. Bu söylem gücü elinde bulunduran otoritelerin ürettiği bir politikadır. Bu politika da bir kültürün üzerinde baskı kurmaya yöneliktir, çünkü dil bir kültürü ve kimliği ifade etmenin en temel aracıdır. 

Askeri gücün ve baskının temsil edildiği bir diğer nokta da çavuşun genç kadını taciz ettiği andır. Çavuş, genç kadını kalçasından tutarak "Hangi dili konuşuyorsun kıçınla" diye sorar. Genç kadın daha sonra ismini söyleyerek kendisinin dağ insanlarına ait olmadığını belirtir. Bu noktada genç kadının tavrına dair birkaç tespit yapmak mümkündür. Sahnenin önceki bölümlerinde "dağ insanları"yla aynı söylemi tutturan bu kadın, subayların cinsel tacizi sonrasında söylemini değiştirmiş ve o sırada bulunmayı reddetmiştir. Öte yandan, kadının kocası hapishanede yatan siyasi bir mahkumdur. Bu sebeple, her ne kadar diğer tarafa geçsin askerler tarafından aşağılanmaktan kurtulamaz; "Kadın da dağlıya pek benzemiyor. Siktiri boktan bir aydın bence."

  1. Sahne:

Kişiler: Mahpus, Gardiyan, Yaşlı Kadın

"Sahne ziyaretçi odasında geçmektedir. Yaşlı bir kadın oğlu olan mahkûmu ziyaret etmektedir. Gardiyan kadına ana diliyle konuşmamasını söyler ve kurala uymadığında, ona sopayla vurur. Gardiyan kendisine yardımcı olmayan mahkumu bir soytarı olarak nitelendirerek, durumu çavuşa rapor eder. Bu sırada anne-oğul farklı bir düzlemde bir araya gelip konuşurlar."

Oğlunu ziyarete gelen yaşlı kadın ilk sahnede köpek tarafından ısırılıp elinden yaralanan kadındır. Bu sahnede kendi diliyle konuştuğu için gardiyandan sopa yemesi kadını aşağılayan bir diğer eylem olarak karşımıza çıkar. Kadın aşağılanma karşısında tıpkı ilk sahnede olduğu gibi sessiz kalır, kendisini savunmayı veya bir açıklama yapmayı tercih etmez. İlk sahnede onu koruyan genç kadınken, bu sahnede oğlu onu korumayı dener. Yaralı, konuşulan dili anlamayan ve yaşlı bir kadına şiddet uygulamak gaddarca ve insafsızcadır. Kısacası gardiyanın uyguladığı eylem, insanlık dışı bir eylemdir. Yaşlı kadının sessiz kalması da bu insanlık dışı eylemi vurgular.

Gardiyan, annesini koruyan mahkumu "soytarı" olarak nitelendirmektedir. Durumu çavuşuna rapor ederken de aynı kelimeyi tıpkı bir şifre gibi kullanmaktadır. Bu kullanım gizli servislerde veya ordularda operasyon sırasında kullanılan şifreli dili anımsatır.

Anne ile oğlun bir araya geldiği anda sahnedeki diğer öğeler donmuş ve ışık yarıya inmiştir. Burada yazarın bu buluşmayı seyircinin empati kurduğu bir an olarak kurguladığını söyleyebiliriz. Anne ve oğlun diyalogu birbirlerine duyulan özlemi dile getirdiği gibi, içinde bulundukları zor koşulları da betimler nitelikledir.

  1. Sahne:

Kişiler: Kukuletalı Adam, Gardiyan, Çavuş, Genç Kadın

"Sahne bir koridorda geçmektedir. Gardiyan ve çavuş kollarında kukuletalı bir adamla yürümekte, genç kadın da onları takip etmektedir. Kadın olmaması gereken bir yerdedir ve ona yanlış kapıdan içeri alındığı söylenir. Bu sırada farklı bir düzlemde kadın kocasıyla buluşur. Düzlem kaybolduğunda kadın kukuletalı adamın kocası olduğunu ve feci şekilde hırpalandığını görür. Çavuş kadına bir dahaki sefere yanlış yapmaması için uyması gereken prosedürleri anlatır. Kadının ödeyeceği bedeller arasında cinsel ilişkiye girmek de yer alabilir." 

Sahne çavuşun küfür etmesiyle açılır ve kısa bir süre sonra çavuşun küfür nesnesinin yine genç kadın olduğu anlaşılır. Tıpkı ilk sahnede olduğu gibi çavuş genç kadını taciz etmektedir. Burada yine ezen ve ezilen ilişkisi vurgulu bir biçimde betimlenir.

Genç kadının aşağılandığı bu anda, farklı bir düzlemin kurulduğunu ve kadının kocasıyla romantik bir buluşma yaşadığını görürüz. Genç kadın bu noktada bulunduğu durumdan kendini soyutlayarak aşağılanmanın getirdiği yıkımdan kurtulmaya çalışır. Ancak bu çok uzun sürmez. Genç kadın kukuletalı adamın kocası olduğunu ve muhtemelen işkenceye maruz kaldığını görür.

Çavuş kadına eğer kocası hakkında daha fazla bilgi almak istiyorsa uyması gereken prosedürleri anlatır. Bu prosedürler arasında cinsel ilişkiye girmek de imalı bir şekilde yer almaktadır. Bu noktada ilk sahneden beri iktidar öğelerine baş kaldıran bu güçlü kadının yıldırıldığını ve kocası hakkında daha fazla bilgi edinmek adına kendisine önerilen fahişe rolünü kabullendiğini görürüz.

  1. Sahne:

Kişiler: Mahpus, Gardiyan, Çavuş, Yaşlı Kadın

"Sahne ziyaretçi odasında geçmektedir. Bu sefer yaşlı kadının kendi dilinde konuşmasına izin vardır ancak kadın sessizliğini korumaktadır. Mahkum olan oğlu sandalyesinden düşer ve şiddetle titremeye başlar. Çavuş kızmıştır."

Bu sahne ikinci sahneyle aynı mekanda geçmektedir. İkinci sahneden sonra çavuş da gelmiş ve mahpus olan oğul fena halde hırpalanmıştır.

Bu sırada gardiyan yaşlı kadına kuralların değiştiğini, yeni bir emre kadar oğluyla kendi dilinde konuşabileceğini hatırlatır. Ancak kadın oğlunun yalvarmalarına rağmen bile tek kelime etmez. Annesinin durumunu gören mahkum titreme krizine tutulur. Her iki karakter de durum karşısında güçlü fiziksel tepkiler üretmektedir. Bu yaşadıkları duygusal yıkımın bir sonucudur.

Öte yandan gardiyan duygusuz bir makine gibi hareket etmekte ve arka arkaya aynı kelimeleri tekrar etmektedir. Aynı şekilde çavuş da insanlık dışı bir yaratık olarak çizilmiştir. Mahkumun geçirdiği titreme krizinde bile onu hor görmeye devam eder.

Oğluyla kendi dilinde konuşma yasağının kaldırılmasına rağmen yaşlı annenin sessizliğini koruması yazarın bir tercihi olarak durmaktadır. Harold Pinter, kendisiyle yapılan çeşitli röportajlarda da belirttiği gibi 1985 yılında Türkiye’yi ziyareti sırasında işkence görmüş kişilerle tanışmıştır. Pinter, tanıştığı bir işkence mağdurunun karısından oldukça etkilenmiştir. Kadın kocasını hapishanede gördüğü günden beri dilsiz kesilmiş ve tek kelime etmemiştir. Bu sahnede yazar yaşadığı bu deneyimi aktarmaktadır. Yapılan işkencenin ve yasaklamaların sadece uygulanan kişi üzerinde değil ailesinin ve yakınlarının üzerinde de büyük yıkımlara yol açabileceğini vurgulamak istemektedir. Bu sahnede yaşlı kadının sessizliğini koruması yaşadığı travmanın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Pinter, 1995 yılında Writing for the Theatre için yaptığı bir konuşmada tiyatroda sessizliğin kullanımıyla ilgili şu ifadelere yer vermiştir: "İki tür sessizlik vardır. Birinde tek kelime konuşulmaz. Diğerinde ise adeta bir konuşma seli devreye girmiş gibidir. Gerçek sessizlik çöktüğünde, hala yankılarını tüm çıplaklığıyla duyarız. Dağ Dili’nin en büyük keşiflerinden biri şudur:  eğer dil bir baskı aracıysa, sessizlik çok daha samimi ve çok daha fazla özgürleştirici olabilir"

 

[1] Martin Eslin, The People Wound, 1970

[2] Harold Pinter, "Bir Tek Daha / Dağ Dili", Kavram Yayınları, 1989

[3] The Listener, Harold Pinter ile Söyleşi, Anna Ford, 27 Ekim 1988

[4] Harold Pinter, "Bir Tek Daha / Dağ Dili", sayfa 40, Kavram Yayınları, 1989

[5] Harold Pinter, "Bir Tek Daha / Dağ Dili", sayfa 41, Kavram Yayınları, 1989