Fırtına/Bahoz üzerine sohbet etmeden önce MKM Sinema Kolektifi üzerine konuşalım istiyoruz. Çünkü Fırtına/Bahoz bir MKM Sinema Kolektifi ürünü. MKM sinema kolektifi nasıl bir yapı, ne zamandır çalışmalarını yürütüyor, kaç kişi çalışıyor? 

MKM Sinema Kolektifi 96-97 yıllarından beri sinema üzerine pratik çalışmalar yapan, eğitim araştırma çalışmaları yürüten ve çeşitli ürünler ortaya çıkaran bir yapı. Biliyorsunuz MKM 91-92 döneminde kuruldu. İlk dönemlerinde de çeşitli sinema çalışmaları vardı. Ama kendini tamamen sinemaya veren kadrolar 96’dan itibaren oluşmaya başladı. İlk yıllarında, 3-4 kişilik bir arkadaş grubunun kurduğu bir kolektifti. 95-97 arasındaki ilk çalışmalar, eğitim çalışmalarıydı. 

Ahmet Soner ve Hüseyin Kuzu’ların olduğu dönem MKM’nin ilk dönemi miydi? 

Yok. O 95-96’daki dönemdi. Hüseyin Kuzu ve özellikle Ahmet Soner öncülüğünde eğitim çalışmaları açılmıştı. Aslında bu tarihten sonra sağda solda sinema üzerine atölye açma furyası başladı. Bizimki bir ilk çalışmaydı. Hüseyin Kuzu’nun da bu çalışmalar içinde olmasından kaynaklı olarak biraz daha dışa açılmış oldu.  Bu eğitim çalışmaları 15-20 öğrencinin katılımıyla başladı ve geriye 4-5 kişi kaldı. Bu kalanlar, biz bir araya gelelim ve bir sinem kolektifi oluşturalım diye karar verdik.  O gün bu gündür çeşitli kısa metrajlı çalışmalar, belgeseller, uzun metrajlı filmler, çeşitli atölyeler yapıyoruz. 

MKM Sinema Kolektifi’ni bir atölye çalışmasından çıkan bir kadronun kurmuş olduğundan bahsettin. Şimdi de kolektif içinde bu tür bir eğitim çalışmaları yürüyor mu? Bizim dikkatimizi çeken şöyle bir şey oldu. Mesela siz cast oluştururken oyuncu arıyorsunuz, buranın üretimlere alt yapı sağlayacak bir kadrosu, mesela yetiştirdiği oyuncular var mı? Sinemanın ayaklarına dair bir kadrolaşma perspektifi ve eğitim araştırma çalışmaları devam ediyor mu? 

Bizde aslında şöyle bir değişiklik oldu. İlk yıllarda daha çok eğitim üzerinden bir örgütlenme anlayışımız vardı. Atölyeler üzerinden bir kadro yetiştirmeye dönük bir politikamız vardı. Aslında zaman içerisinde bu, pratik çalışma içinde bir kadrolaşma oluşturma hedefine döndü.  Mesela sinema oyunculuğu meselesi.  Biz Fırtına öncesinde,  Fırtına’nın casting çalışmasını bir atölye çalışması olarak şekillendirdik. Fırtına’ya aynı zamanda bir eğitim hedefiyle bakmış olduk. Hatta şu anda, film bittikten sonra, bunu bir sinema oyunculuğu atölyesi ve aynı zamanda, sinema oyuculuğu cast ajansı gibi bir yapıya kavuşturmak istiyoruz. Sadece kendi üretimlerimiz için değil, dışa dönük olarak da oyuncu vermeye yönelik bir kurumlaşmaya gittik. Nitekim şimdi bir 20-30 oyuncunun bulunduğu bir yapımız var. Bu daha geliştireceğimiz bir şey, henüz başlangıç aşamasındayız. Önümüzdeki dönem için sinema oyuncuğu üzerine, kamera, görüntü ve film çözümlemeleri üzerine bir eğitim programı hazırlıyoruz. Bunu kısmen uygulamaya da başladık. Mesela bir web sitesi oluşturduk, oyuncularla çeşitli görüşmelerimiz oldu. Tek tük eğitim çalışmalarımız oldu.  Ama bunu biz önümüzdeki dönemde doğru düzgün bir proje olarak hayata geçirmek istiyoruz. Yani buranın sinema oyuncularının bir arada olduğu bir zemin olmasını istiyoruz. Daha önce çektiğimiz filmlerde oynayan oyuncuları, MKM’nin oyuncularını ve çevremizde alternatif işler yapan oyuncuları da bu çalışmaya çağırmayı düşünüyoruz. 

MKM’de sinema bölgesi bir kurumsallaşma, alternatif okullaşma iddiasına sahipti. Biz burada bireylerin buluşmasından ziyade bir ekip, bir altyapı oluşturacağız ve bu şekilde devam edeceğiz, yaptığımız projeleri de buradan yetişmiş ekiple oluşturacağız gibi bir gayret vardı. Hala böyle bir iddia korunuyor mu? Yoksa siz görece bağımsızlaşıp, burada yani Yapım 13 bünyesinde bir altyapı oluşturmaya mı yöneldiniz? Burayı piyasadaki insanlarla paslaşan bir buluşma noktası olarak kurmayı mı düşünüyorsunuz? 

Bizim 2001 döneminde böyle bir atölye programımız vardı. Sinemanın hemen hemen tüm alanlarına yönelik bir kadrolaşmaya gitmeyi hedefliyorduk. Gerek teknik gerek düşünsel anlamdaki kadrolaşmayı tamamlamak gibi bir proje önümüze koymuştuk. Hatta 6 atölyelik bir program açtık: Prodüksiyon atölyesi, ses atölyesi, kurgu atölyesi vb. gibi. Şimdi sorunuza sondan bir cevap vereyim. (Gülüyor) Ben bu hedefin yarı yarıya uygulandığını rahatlıkla söyleyebilirim. Tamamen hedefimize ulaştığımızı söyleyemeyiz. Bunun tabi ki sebepleri var. Türkiye’de gerçekten daha bağımsız, daha alternatif, daha güçlü bir sinema yaratabilmek için aslında bu kadrolaşmanın sağlanması lazım. Diğer türlü daha zor. Şimdi mesela burada belli bir kadrolaşma oldu ve burada çıkan ürünler, piyasadan insanlar bir araya gelerek oluşturmadı kuşkusuz. Biz her ne kadar piyasadan kurduğumuz çeşitli ilişkilerle bu işi yapıyor olsak da, bunun pratik anlamda öncülüğünü yapan, ilk adımlarını atan, yönlendiren buradaki az çok belirli bir düzeyi yakalamış kadrolaşmadır. Bunun dinamiği burası ama bunun şu anda şöyle bir eksikliği var: Kollarını ayaklarını tam oluşturabilmiş değil. Belli bir düşünsel yapı var, belli bir kadrolaşma, teknik ve düşünsel anlamda belli bir birikim söz konusu. Ama bu tam bir kurumlaşmaya varmış değil. Çünkü bunun önünde çeşitli engeller var. Bu engelleri çok aşamıyoruz. Birincisi, şimdi film ekibi diye bahsettiğimiz büyük bir ekip oluyor. Mesela biz Fırtına’yı sürekli çalışan yaklaşık 60 kişilik bir ekiple çektik. Buna post prodüksiyon aşamasındaki çeşitli branşlarla çalışmayı da eklerseniz, 70-80 kişilik bir ekibe çıkıyor. 70-80 kişilik bir ekibin sürekli olarak bu yapı içinde varlığını koruması zor bir şey. Bu ancak burada çok seri bir üretim olabilirse mümkün olur. Yani biraz piyasaya benzer, karşı alternatif üretimi yapabilirseniz bu sürekliliği sağlayabilirsiniz. Bu nedenle 2002’deki hedefimizden farklı bir noktaya döndük. Temel alanlarda branşlaşmaya ve uzmanlaşmaya gitmeyi, bunun yan desteklerini, teknik desteklerini piyasadan almayı ve bunu yine alternatif bir ilişkilenme üzerinden, yani direk para ilişkisi olarak kurduğumuz bir ilişki üzerinden değil de, dayanışma ağları açarak yapmaya çalıştık. Yani piyasa içerisinde çalışıyordur ama ruhu başka bir sinemayı özlüyordur. Bu tür ilişkileri koruyarak yapalım dedik. AslındaFırtına büyük oranda bu tür bir ilişki ağının bir ürünü. Yani tamamen içimizdeki bir örgütlülüğün değil, biraz dışa açılmış, çeşitli ilişkilerin devreye girdiği, büyük oranda yine inanca ve dayanışmaya dayalı, yine bir kısmı klasik anlamda profesyonel ilişkiye dayalı bir üretim süreci oldu.  Bu konuda aslında dengeli bir ilişkiyi tutturmak lazım. Başka türlü açıkçası pek bir seçenek kalmıyor. Yani ya bireyler öncülüğünde, hatta kurumlardan bağımsızlaşmış bireylerin yaptığı sinema olacak ya da temel alanlarda, belli uzmanlaşmanın ve kadrolaşmanın olduğu ama piyasadan çeşitli ilişkilerle de yürütülen bir çalışma olacak. Bu ikincisi daha mantıklı görünüyor. Ama bir yandan bir okula çevirmek lazım. Biz alternatif bir okullaşma hedefine ne kadar tabloya yakınız? Yarı yarıya hatta belki daha altındayız. Bu dediğiniz şeyin olması için, bizim yan tarafta daha çok eğitime yer veren bir işleyiş kurmamız gerekiyordu. Ama biz bunu yapamadık. 

Ama sen prodüksiyon çalışması içinde atölye çalışmaları örgütlediğinizden de söz ettin. Mesela bu öğrenci tiyatrosunda zaman zaman uygulanan bir yöntemdir. Giriş düzeyinde bir eğitim çalışmasından sonra prodüksiyon sürecine girilir ve prodüksiyon bir eğitim süreci olarak ele alınır. Siz de biraz böyle bir yapı kurmuşsunuz galiba.

Evet, kesinlikle öyle oldu. Özellikle bu Fırtına sürecinde, oyuncuları büyük çoğunluğu, daha öncesince hiç deneyimleri olmayan oyunculardır. Özelikle ana rollerdeki pek çok kişinin ilk deneyimleri. Biz bunun adını koyup bir atölye çalışması demedik ama oyuncuları bir yaz boyunca bir eğitim çalışmasına soktuk. Gerektiğinde bir film çözümledik birlikte, deneysel çalışmalar yaptık, videoya kaydettik, kurguladık, izledik ve tartıştık üzerine. Bu oyuncular için tamamen bir eğitim süreciydi. Daha sonrasında bunu devam ettirmek istememizin nedeni de aslında bu çalışmanın varlığıydı. Yoksa bir cast ajansı gibi, “oyuncuları bir araya getirelim tamam” gibi bir yaklaşıma dayalı değildi. Belki bir okul programı şeklinde bir eğitim çalışması uygulanmadı ama hayatın içinde, pratiğin içinde, hatta film çekerken ve film bittikten sonra bu zemini kullanmaya çalıştık.

Filmde de böyle bir replik var. Her şey “pratik içinde gelişiyor”. (Gülüşmeler) Şu anda sinema kolektifinde kaç kişisiniz? 

Şu an tam kadro olarak çalışan 6-7 kişi varız. Burada bir çalışma olduğunda bizimle ilişkilenen yaklaşık 15 kişi oluyor. 

Filme yavaş yavaş girelim istersen. Filmin çıkış sürecinden biraz bahseder misin? Sizin yaptığınız diğer filmlerde de Kürt meselesinin yakıcı konuları ele alınıyor: Köy boşaltmalar gibi, iç savaş gibi ya da yerel kültürel öğeleri yansıtan belgeseller gibi… Burada da öğrenci örgütlüğü anlatılıyor. Bu senin de birebir içinde olduğun bir konu.

Aslında bu projenin başlangıcı bayağı eskiye dayanıyor. İlk kısa hikayesini sinemaya ilk başladığım yıllarda, 97’lerde yazmıştım. O dönem yazdığım kısa hikayelerden biriydi. Bu açıdan baktığında insan biraz umutsuzluğa düşüyor. 10 yıl önce düşündüğüm bir şeydi ama ancak hayata geçirebildim. (Gülüşmeler). Sinema böyle bir şey ama hakikaten. Bir yanıyla çok nankör aslında. Çok uzun vakit ve emek istiyor. Ama bu sinemada genel olarak böyle. Birçok yönetmenin otobiyografilerini okuduğumuzda ya da üretimleri incelediğinizde, uzun yıllara dayanan bir geçmişi varmış çoğunun. İlk yıllarda düşünülen ama 30 yıl sonra çekilen çalışmalar da var. 
Fırtına 97’lerde yazılmıştı. O dönem nasıl bir atmosfer olduğunu, az çok tahmin edebilirsiniz. Savaşın çok şiddetlendiği, 28 Şubat süreçlerinin yaşandığı ve çözümsüzlüğün artık çok belirginleştiği bir dönemdi. Ben de bu dönemde öğrenciydim. Bunun otobiyografik bir yanı da var tabi. Aslında biraz yaşadığımızı yazmışım. Bunu sanıyorum bir sorumluluk gibi ele aldım. 90’lı yıllarda biliyorsunuz dünya kadar insan savaşa katıldı. Benim açımdan bu insanları anlatma kaygısı vardı. Bir diğer yanı da sinema kültürüyle buluşmamızdı. Sinema yapmaya çalışıyoruz ve sinemayı sadece bir eğlence kültürü olarak da düşünmüyor, dünyayı değiştirme aracı olarak da görüyorsunuz. Sinema diğer bir yandan çok kutsadığın bir şey, bir hayat biçimi olarak ele aldığın bir şey oluyor. Dolayısıyla bütün bunlar bir araya geldi. 

Filmin anlatıldığı dönem olarak 91-92’yi seçmenin nedeni şuydu: Bu yıllar Kürtler açısından bir dönüm noktasıydı açıkçası. Yani sadece ulusal açıdan Kürt bilincinin şekillendiği bir dönem değil, dünyaya bakış açısından da bir bilinçlenmenin başladığı, Kürtlere yayıldığı, bunu kitleselleştiği bir dönemdi. Bu açıdan da hikayeyi 92’lere taşımayı tercih ettik. 97’lerde geçirmek bizim için çok daha rahat olabilirdi. Ama 91-92 bir kırılma dönemi olduğu için daha iyi olabilirdi. Bu hikayeyi tetikleyen, bu dönemde çekmek istememin bir diğer nedeni de sinemayla ilgiliydi. Özellikle bu devrimci karakterler meselesi. Devrimci karakterler Türkiye sinemasında aslında çok çarpık biçimde işlendiler. Tıpkı Türk sinemasında uzun yıllar Kürt karakterlerin işlenişine benzer şekilde Türkiye sinemasında devrimci karakterler işlendi. Bu başlı başına bir tartışma konusu. Benim buna karşı da bir tepkim vardı. Şimdi biz tabi ki Türkiye’de bir devrim oldu diyemeyiz. Hiçbir zaman gerçek sol iktidara gelmedi. Her zaman bir yenilgi tarihi de söz konusu ama Türkiye devrimci tarihi içinde büyük kahramanlıkların olmadığını veya tamamen inançsızlığı egemen olduğunu söylemek imkansız bir şeydir. Dolayısıyla, bir sinemacı olarak, yenilmeyen karakterlerinde de sinemada işlenmesi gerektiğini düşünüyordum. Bütün bunlar bir araya geldiğinde, böyle bir projenin zorunluluğu benim açımdan ortaya çıktı diyebilirim. 

97’de hikayeyi yazdın. Filme yakın dönemde ne zaman başladınız? 

97’den beri bu projeye çalışmıyoruz tabi ki. (Gülüyor) Proje zor bir projeydi, bunun farkındaydım. Bunun için biraz daha beklemek gerekiyordu, biraz daha pişmek gerekiyordu. Proje içerik olarak önemli olmasının yanı sıra prodüksiyon olarak çok ağır bir işti. Bir dönem filmi çekiyorsunuz, kalabalık bir hikaye, karakterleri fazla, kitlesel sahneleri var vb. Normal bir işi 10 katına çıkaracak bir potansiyeli vardı. Bu nedenle biraz daha deneyim kazanalım diye projeyi hep erteliyorduk. Şartlarımız da uygun değildi. Bu iş için büyük bir bütçe toparlamak gerekiyordu. Projeyi 2003 yılında, Rotterdam Film Festivali’nin bir yarışması vardı, oraya gönderdik. Oradan senaryo desteği aldık. Ondan sonra yavaş yavaş projenin çalışması başladı. 2005’de başladık. 2006’da çektik. 2007’de montajı oldu. 2008’de de gösterimi oluyor. 

Filmde senin otobiyografik dediğin yönle de paslaşan Kürt-Alevi bir karakter var: Cemal. Burada etnik kimliğin açığa çıkarılmasına veya bastırılmasına yönelik bir eleştiri de söz konusu. Kürt kimliğine dair bilinç edinme sürecini Alevi-Kürt bir özneden başlatmışsın.

Şunu en baştan söyleyeyim. Şimdi “Cemal otobiyografik olarak siz misiniz?” diye soranlar çok oldu. Aslında otobiyografik derken, ben o dönemin tanığıyım bunu kastediyorum. Belki birçok anlamda benzerlik vardır ama birebirlik yok aslında. Birçok karaktere kendimden bir şeyler katmışımdır. 

Kürt kimliği bilinçlenmesini Kürt-Alevi bir karakter üzerinden tartışmaya açmak iyi bir fikir. Cemal Dersim’de yaşıyor, ailesi Kürtçe konuşuyor ancak kimlik bilinci Alevilik üzerinden şekillenmiş. 

Evet. Bu bir dönüşüm hikayesi sonuçta. Filmin başındaki Cemal ile sonundaki Cemal arasında büyük fark var. Bunun bir uçtan diğerine gitmesi hikaye açısından daha güçlü olacaktı. Kendim de aynı zamanda Alevi ve Kürt olduğum ve o bölgeyi iyi tanıdığım için, ulusal bilincin kazanılması sürecini böyle bir kimlik üzerinden göstermenin daha iyi olacağını düşündüm. Örneğin, belli bir ulusal bilinçle gelip bir değişim gösteren bir karakterin hikayesinin anlatmak bu kadar güçlü olmayabilirdi. Bir de tabi, bu Alevilik-Kürtlük meselesi Alevilerde çok geleneksel bir şeydir. Aleviler “ben Aleviyim” der. Hareket bu yaklaşımı biraz sarstı aslında. Türkiye’deki bütün ulusal, etnik kimliklere yeni bir boyut kazandırmış oldu. Sadece Alevilik meselesi değil ki. Lazlar da Lazlıklarının farkına 90’lardan sonra vardı aslında. Kürt hareketinin verdiği mücadelenin Türkiye’deki kültürel mozayiğin ortaya çıkmasını, kendini korumasını ve yaşatmasını tetikleyen bir yaklaşımı oldu bence.

Filmde ayrıca Türkiye sol hareketiyle de ciddi bir bağlantı kuruluyor. Mesela Deniz Gezmiş figürüyle, Halil karakteri özdeşleştiriliyor, bir ortaklık yakalanıyor. Ve Kürt hareketinin bir geleneğinin taşıyıcısı, bir devamı olduğu gösteriliyor. Deniz Gezmiş figürü, son dönem özellikle “sol ulusalcı” kanatlar tarafından, ulusal “anti-emperyalist” söylemlerin bir taşıyıcısı ve götürücüsü olarak sunuluyor. Ama senin filmde bir karşı tavrın var. 

Dediğiniz doğru. Filmde bunu vurgulamaya çalıştık. Bunu böyle olmasını istediğimiz bir olgu olarak değil, gerçekte de böyle olan bir olgu olarak ortaya koymaya çalıştık. Bu durum, Kürt hareketinin çıkışından 90’lara kadar olan döneminde çok daha bariz bir şekilde vardı. 90’lardan sonra bir dönüşüm yaşanmıştır. Bunun sadece Kürt hareketiyle de ilgisi yok. Dünyada genel gelişmelerle çok büyük ilgisi olan bir boyutudur. Özellikle ilk dönem özelinde konuştuğumuzda, Kürt hareketi, Türkiye devrimci hareketinin bir taşıyıcısıdır aslında. 70’lerin devrimcileri Kürt hareketinin açık ya da gizli kahramanlarıdırlar. Bu filmde de bunu göstermeye çalıştık. Çünkü 90’larla birlikte, dünyadaki bu çözülmeyle birlikte ciddi bir milliyetçilik de hortlamaya başladı. Bu ideoloji tanımadı. Solu, sağı herkesi etkiledi. Türkiye’de de çok ciddi yansımalarını buldu. Tarihi de çarpıtan bir yaklaşım ortaya çıkmış oldu. Bu yaklaşım içinde düşünerek baktığımızda, bugün Kürt Hareketinin önderlerini bile, 20-30 yıl sonra kendi yedeklerine alabilir, kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilecekleri öğeler haline getirebilirler. Mesela Nazım Hikmet’i ne hale getirdiler, değil mi? Hakikaten zamanında Nazım Hikmet’i savunan, destekleyen, radikalinden liberaline kadar bütün solcular tereddüt içinde kalıyorlar şimdi. Yani o kadar başka bir malzeme haline getiriliyor ki! Aslında Deniz Gezmiş’e de böyle yapmaya çalışıyorlar. Bu bir çarpıtma tabi. Deniz Geçmiş idama giderken bu ülkenin çok önemli bir gerçeğini haykırmıştır: “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” demiştir. Yani bundan daha açık bir şey söylenemez ki! Kaldı ki bu çarpıtma sistemin bilinçli bir şekilde örgütlediği bir şey. Deniz Gezmiş’i bir tarafa bırakalım. Atatürk’ün söylediği sözleri bile ne kadar sansürlemişler. Mustafa filminde buna vurgu yapıldığı için, işin bu kısmı ortaya çıkarıldığı için nerdeyse linç edeceklerdi. Ama bizim açımızdan bu şekilde göstermek önemliydi. Belki de bu, milliyetçiliğe karşı bir tavır olarak da önemli, içimizde de bunu tartışmak önemli. Kürt hareketi sonuçta ulusal bir hareket aynı zamanda ama Türkiye’deki devrimci hareketle, Türkiye’deki demokrasi güçleriyle birlikte hareket etmeye çalışan, felsefesi, ideolojisi milliyetçilik üzerine kurulmayan bir harekettir. Bu açıdan Che Guevera’da buradaki dinamik güçlerden biridir, Mazlum Doğan’da. Deniz Gezmiş de böyle bir öğedir.  Bunu açık bir şekilde filmde olmasının doğru olacağını düşündük. 

Filmde dönemin öğrenci hareketinin nerdeyse tüm temsilcilerini görüyoruz: Solcular, İslamcılar, Kürtler… Kürtler kendi aralarında örgütleniyorlar, belli bir düzey yakalandıktan sonra, silahlı direnişe katılma durumu söz konusu oluyor. Solcular işçi grevlerine destek arayışındalar. İslamcılar Filistine destek kampanyası yürütüyorlar. Aslolarak üniversite dışına dönük bir üniversite örgütlenmesi gibi bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. Film buna eleştirel bir gözle bakıyor mu, bu net değil. Bunu nasıl değerlendirdiniz?

Bir açıdan eleştirel bir gözle baktığını söyleyebiliriz. Diyalogların bu şekilde yazılması bir tesadüf değildi. Mesela yurtseverler, öğrenci temsilcileriyle yapılan toplantıdan çıkarken kendi aralarında konuşuyorlar: “Eleştirilere cevap verseydin iyi olurdu” diyor biri. Öteki de “ben de senden bekledim” diyor. “Bunlar dünyayı üniversiteden ibaret sanıyor” diyor. Onun da cevabı ise “Denizleri niye astılar, çünkü üniversiteye sığmadılar”. Ötekinin cevabı da “ama onlar üniversiteyi gerçekten doldurdukları için sığmadılar”. 90’lardaki öğrenci hareketlerinde böyle bir sığlık vardı. Tabi ki, üniversiteleri doldurursun, taşabilirsin. Ama çok küçük, dar, marjinal örgütlenmeler, yani üniversiteyi bile, kendi bulunduğu alanı bile örgütlememiş örgütlenmeler dışa dönük, tüm dünyayı, tüm işçi sınıfını örgütlemeye kalmış oluyor. Hatta Filistin’e kadar örgütlemeye kalkmış oluyor. Bu bir yönüyle biraz traji-komik bir durum aslında. Kürtler açısından da böyle bir yönü var ama Kürtlerin o dönemki örgütlenmesi içerisinde daha haklı sebepleri de olabilir. Burada hakikaten üniversite meselesini de aşan, ulusal bir mesele var ve tabi bir de savaş durumu var. Onları sürükleyen ve çok fazla düşünmeye de fırsat vermeyen bir savaş sürüyor yanı başlarında. Ama bunları hepsi tartışmaya açık. Bütün bunları tartışmaya açılması içinde filme koyduk. Tartışma bizi belki daha iyi bir noktaya da götürmüş olacak. Kürtler açısından bugün üniversiteleri terk etmek mi doğru, yoksa üniversitelerde örgütlenme yapmak mı doğru? Bunlar hep tartışılagelen şeyler olacaktır aslında. Aslında tüm sol örgütler, siyasi örgütler üniversiteyi bir kadro potansiyeli ve buluşma alanı olarak görür. Hatta zamanında derslere girmek bile büyük eleştiri konusu olan bir şeydi. Filmde de bir sahne vardı, Cemal ders başladı diye gitmeye kalkarken Helin nerdeyse bir tokat daha atacaktı. 

Kürt hareketi toplumsal cinsiyet alanını da tartışmaya açıyor. Filmde bunu da göstermişsiniz. Hikayesi anlatılan gruba baktığımızda kadın profillerinin çok çeşitli olduğunu görüyoruz: Bölgeden gelen, Türk solu içinden katılan, şehirli ve Türk veya milletvekili kızı var. İşbölümlerindeki cinsiyetçiliğe dair kadınların karşı çıkışları gösteriliyor veya örgüt eşini döven bir erkeği uyarıyor. Bu dönem öğrenci hareketleri içinde toplumsal cinsiyet bilinçlenmesine dair bir yön de var. 

Filmden sonra aslında bunlarla ilgili bayağı bir tartışma oldu.  Kürtler içinde de tartışıldı. Hatta filme dönük ağır eleştiriler yapıldı. Özellikle Ali ile Helin arasındaki duygusal ilişkiyi gösteren sahneler, burada gizli bir şekilde yaşanan bir durumu açıkça gösterdiğimiz için çok eleştirildi. Gizli bir şekilde yaşanmasına rağmen başkaları tarafından yargılanması ve yargılayanların da bunlar olması çok eleştirildi. Bir taraftan kendisi yaşarken, bir başkasını yargılaması tartışma yarattı. Bizim çevre içerisinde belli bir tartışma ve tepki de yarattı. Yani aslıdan şöyle bir durum var. Bu konuda kağıt üzerinden çözülmüş bir yaklaşımla hareket edilemez aslında. Kürt hareketinde zaman zaman böyle bir yaklaşım söz konusu oluyor. Hani sanki bu kadın erkek meselesi kağıt üzerinde çok güzel bir şekilde çözülmüş, çok sağlam bir perspektif var ve bu tıkır tıkır uygulanırsa her şey çözülecekmiş gibi bakılıyor. Gerçekte öyle değil tabi ki. Bu büyük çelişkileri olan bir durum. Şahsen benim kafamda bile çok çözmediğim bir şeydir bu. Belki de çözülmeyecek bir şeydir bu. Bazı şeylerde sonsuzluk vardır ya hani. Belki de kadın erkek arasındaki çelişki de hep devam edecektir. Burada kadının bir mücadelesi var, bir uyanış var, bir cinsiyet savaşı aslında söz konusudur ama öyle abarttığımız kadar büyük bir yol da alınamıyor. Maalesef şöyle bir durum vardır. En değme solcusu devrimcisinde bile, kadınla erkek eve girdiğinde, mutfaktaki kadın oluyor. Bunu da görmemiz gerekiyor. Bu filmin şöyle bir şeyi var.  Biz dönemi anlatırken propagandaya dönük, tanıtmaya dönük bir şey yapmak da istemedik aslında. İşte “şu kadar iyiyiz, biz şöyleyiz” gibi bir yönelimle hareket etmek istemedik. Daha objektif davranan, bir takım olguları, zamanında yaşanan bir takım olayları, bu günde biraz devam eden yönleriyle tartışmaya açabilmeyi istedik aslında. Kadın meselesi açısından da durum böyle. Yani şöyle bir yanılgı var. Sanki Kürt hareketinde de kadın sorunu tamamen çözülmüş, kadın özgürleşmiş gibi bir yanıldı var. Bu da gerçekçi değil yani. 

Filmde, MKM’nin kuruluşunda, Musa Anterler, Ahmet Kayaları görüyoruz. Kurumsallaşma çalışmasına ön ayak olmaya çalışan aydınlar… O dönemim Kürt aydınları sayıca bir elin parmaklarını geçmiyorlardı belki ama çok cesaretli ve öncü adımlar atıyorlardı. Filmden bir parça dışarı çıkıp, Kürt aydınının bu günkü duruşuna dair neler düşünüyorsun? Diğer alanları veya kendi bulunduğunuz alanı nasıl değerlendiriyorsun?

Bu bence önemli bir tartışma konusu. Filmden hareketle öncelikle şunu söyleyebilirim. Özellikle 90’lı yılların ilk başlarında, özellikle Kürtlerdeki bilincin yayılmasıyla birlikte, aydının rolü bence çok daha önemliydi. 90’lı yıllarda MKM’nin İsmail Beşikçiler, Musa Anterler, İbrahim Gürbüzler ve benzeri çeşitli aydınların öncülüğünde kurulması bir tesadüf değildi. Aslıda o dönemdeki aydının bir gerçeğini biz burada görmüş oluyoruz. Aydınlar ile toplumsal mücadele yürüten hareketlerin bir buluşması söz konusuydu. Bence 94-95’ten sonra bu buluşma pek yaşanamadı. Bireysel şeyler vardır ama şu an siyasal hareketler ile aydınlar dediğimiz kesim arasında büyük sorunlar olduğunu görüyorum ve bunların karşılıklı olduğunu da düşünüyorum. Burada siyasi hareketlerin de çok zaafları ve eksiklikleri olduğunu, çok dar yaklaştıklarını görüyorum ve bunun biraz bu noktaya getirdiğini düşünüyorum. Çünkü bu örgütlenmenin içerisinde artık çok da fazla aydınlar yok, kurumlarımızda çok aydın yok. Şu an MKM’de kim var? Dönüp baktığımızda gerçekten çok az insanız. Şöyle diyeyim, belki de çok ihtiyaç duyduğumuz, MKM’de olması durumunda belki de çok büyütecek, farklı bir vizyon kazandıracak, sanatsal üretim açısından çok daha büyük gelişmelere yol açabilecek aydınlar aslında aramızda yoklar. Son 10-15 yıldır en fazla dostluk ilişkisi kurabiliyoruz. Ama MKM’nin açıldığı ilk dönem de böyle değildi. Kültür kurumlarını kuran ve öncüsü olanlar aslında aydınlardır. Bence bu hale gelmesi sanatın gelişimi açısından ciddi bir darbe vurmuş oldu.  Bazı aydınlar belki de küsmüş oldu. Belki bunun da faturasını ödüyoruz şimdi, çok zor hareket edebiliyoruz. Aydınlar ile siyasal hareketler arasındaki ilişkinin tartışılmasını gerektirecek bir durumun var olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bugün itibariyle, böyle örgütsüz, dağınık, uzaktan birbirini seyreden bir ilişki biçimi söz konusu. Bunun dışında, ben olumlu bir şey pek göremiyorum. Tabi ki kurumlar var, bu kurumlarda çalışan insanlar var ama bunlar ciddi eksiklikleri olan, eğitim sorunları olan, yani sadece bir görevi yerine getirme kaygısıyla veya samimiyetiyle bir şeyler yapmaya çalışan insanlar var kurumlarda. Ama sanat bu şekilde iletilebilir mi? Yani mahalledeki bir siyasal partinin bürosunu açarak veya sadece bir kültür merkezi açarak sanat olmuyor tabi ki. Böyle bir yanılgı içine girildi mesela son 10 yıl içerisinde. Sol hareketlerin hepsi böyle. Kürt hareketi de aslında biraz böyle oldu. Yani bir yerde gidip bir caddede yer tutup, şirket kurup adına da kültür merkezi koyunca sanıldı ki orada kültür üretiliyor. Hatta bazı yönleriyle belki de kültür oralarda katledildi. Şu an geldiğimiz nokta çok pozitif değil, bunların tartışılması gerektiğine inanıyorum. 

Filmin finaline dair bir şey sormak, söylemek istiyoruz. Filmin uzun bir serim bölümü var: Karakterler tanınıyor, bir hikaye başlangıcı var, yeni gelinen bir üniversite ortamı var… Bu ortamda çeşitli odakları görüyoruz. Belli bir derinlik yakalamak ve karikatürleştirmemek için odaklar ayrıntılı olarak tanıtılıyor. Ardından olaylar gelişiyor ve final geliyor. Ancak bize final biraz sıkıştırılmış bir finaller dizisi gibi geldi. Özellikle vurulma ve operasyondan sonraki bölüm sinopsisler şeklinde ilerliyor ve bizi en son tabloya taşımaya çalışıyor. Sence vurulmadan finale kadar olan bölümde gerek kurgusal olarak, gerek yapısal olarak bir dengesizlik var mı? 

Birincisi hakikaten konu bir filme sığmayacak kadar büyük. Hikaye de aslında biraz böyle. Sonradan dönüp baktığımda bu filmi Fırtına 1-2-3 diye çekebilirdik diyorum. Çünkü dediğiniz kaygı çok önemliydi. Odakları sadece görüp geçmek karikatürleştirecekti. Mesela İslamcıları görüp geçebilirsin, hikayenin kenarında duruyorlar. Ama hikayenin merkezinde duran kişileri bu şekilde gösteremezdik.  Bazılarından vazgeçmek tercih edilebilirdi. Film sadece Cemal’in hikayesi olabilirdi. Ya da odaklara girince de az çok onları işlemek gerekiyordu. Bunun yarattığı sıkıntılar filmde var. Zaten ben de filmi çekerken onları görüyordum. 

Ancak şunu da söyleyebilirim. Filmi biraz da sizin takip ettiğiniz gibi yapmaya çalıştım. Film yarısına kadar durgun gitsin diye düşündüm. Fırtına hikayesini filmin genelinde yansıtmak istiyordum. Operasyon, artı örgütün işin içine girmesiyle birlikte, yaklaşık 60.-70. dakikadan itibaren çok daha hızlı bir şekilde olayların gelişmesini tasarlamıştım.

Bir diğer şey olarak, filmi kısaltmaya çalıştığımızı söyleyebilirim. Bahsettiğiniz, fark etmediğim bir şey olabilir. Film 165 dakika olacaktı. Fakat ben bir 10 dakika daha kestim. Kesintilerin büyük bir çoğunluğu da son bölümlerde oldu. Yani bu açıdan orada bir dengesizliğe de yol açmış olabilirim. 

Biz aslında filmin ilk bölümüyle ikinci bölümü arasındaki farka ilişkin bir soru soracaktık fakat sen cevaplamış oldun. Filmin ilk bölümünde ağır, dingin akan bir ritim söz konusuyken, ikinci bölüm birbiri ardına olayların geliştiği bir ritme kavuşuyor. 

Dediğim gibi o aslında özellikle tasarlanmış bir şeydi. Şimdi yeniden montaja otursam filmin ilk bölümünün ritmini biraz daha ağırlaştırırım. Hatta seyirciyi sıkacak, “ne oluyor?“ dedirtecek kadar. Ben sanıyorum filmin ilk bölümünü de hızlandırdım. Bir 10-15 dakika gitti ama 10-15 dakika filmin içerisinde önemli bir süre. Filmin eslerini filan alınca olaylar tasarladığımızdan daha hızlı bir biçimde gerçekleşmiş oldu. Biz filmi durgunluk ve ardından kaos şeklinde tasarlamıştık. Yani ilk bölüm biraz da fırtına öncesi dinginliği ifade ediyordu. 

Devrimcilere ilişkin bir şey söylemiştin: “Ya yenik bir şekilde ele alınıyorlar ya da karikatürleştirilerek.” Sen bu figürleri daha farklı bir şekilde ele almış, dünyevi ve insani yönlerine vurgu yapmaya çalışmışsın. Arazları olan, örneğin çok uyuyan, ailesine yalan söyleyen, rol kesmeyen figürler daha gerçekçi duruyor. Bu insanlar hayatın içinden, inançları ve umutları olan insanlar olarak resmedilmiş. Öte yandan Fırtına filminin geneline bakıldığında karikatürleştirilen öğeler var mı? Örneğin üniversitedeki apolitik orta-sınıf odak ve Cemal’in bu odakla kurduğu ilişki. 70’li yılların filmlerinde de sıkça kullanılan “fakir Anadolu çocuğu, burjuvaların dünyasına uyum sağlayamaz” klişesini hatırlatıyor. Üniversiteye giden öğrencilerin büyük bir bölümü alt orta sınıf ve orta sınıf insanlardan oluşuyor. Kürt hareketi içerisinde de sınıfsal bir çeşitlilik söz konusu. Filmde de olan bir şey bu. Köylü çocuğundan milletvekili çocuğuna kadar varan bir çeşitlilik var. Bu açıdan bize orta sınıfa tavır önemli gibi gelmişti.

Doğru, o bahsettiğiniz yer biraz öyle kaldı. Aslında senaryoda orta sınıf grup daha fazla yer alıyordu. Hatta zaman zaman biz o grubun içine giriyorduk. Cemal’in üzerinden biz o grubun hikayesini de filmde takip ediyorduk. Tıpkı Türk solcusunun hikayesini takip ettiğimiz gibi. O grubun bazı sahnelerini atınca bir iki sahne kaldı ve onlar biraz sırıtmış oldular. Sanki karikatür, iğrenç küçük burjuvalar gibi bir cümle çıkıyor. 

Filmde orta-sınıf odaktan Emel’in Cemal’de aradığı aslında naiflik oluyor. Kendi çevresinde bulamadığı naifliği Cemal’de gördüğü için ısrarla onunla ilişki kurmak istiyor. Ancak Emel’in yaşadığı dünya da çok iğrenç ve grotesk çiziliyor. Öte yandan bu bölgeyle tartışmaya girildiğinde bir dayanışma ilişkisi de kurulabilir. Şu anda gördüğümüz haliyle Allah ıslah etsin bunları gibi bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. 

Bu eleştiriyi kabul ediyorum.  Özeleştirimi veriyorum heval. (gülüyor.)

Buradan istersen izleyicilere geçelim. Siz filmin izleyici kitlesi olarak kimleri tasarladınız? Kimlere yönelik bir film çektiniz? 

Ben bir filmi çekerken hedef kitle dediğimiz şeyi düşünmüyorum. Düşünmek de istemiyorum. Bu kavrama biraz uzağım. Bu bana çok planlamış, hesaplanmış bir şey gibi geliyor. Çok ticari bir yaklaşımı da içeriyor sanki. Filmi Türkiye’de bir şekilde bu soruna ilgili olan kesim izleyebilir tabii ki. Uzağında olup sorundan etkilenen kesim izleyebilir. Normal bir sinema seyircisi nasıl herhangi bir filmi izliyorsa bunu da izleyebilir. Çünkü içerik olarak şu ana kadar öne çıkan baskın bir yönü olsa da filmin sinematografik bir çabası da var. Çeşitli anlatım yöntemleri denenmiş. Türkiye de çekilen başka filmlerde ne kadar bu dil zorlanıyor bilmiyorum. Bu projede enerjinin yarısı içeriğe gitmişse diğer yarısı dile gitmiştir. Dolayısıyla konuya yabancı olup sinemasal olarak bir dil görmek isteyen seyirci de bu filmi izleyebilir. Nihayetinde film şu anda gösteriliyor ve tepkileri alıyoruz. İçeriğe çok karşı olanlar filmi anlatım olarak sevebiliyor. Kürt hareketine tamamen karşı, düşmanca durup “sinema olarak ben filmi ilginç buldum” diyen insanlar oldu. 

Seyirci sayısından haberdar mısınız?

Şu anda 30.000 civarında. 

Bu iyi bir rakam mı?

Yani aslında iyi bir rakam. Böyle bir film için bu şartlarda… Bu film büyük ihtimalle ikinci vizyonda da devam edecek. Ben yüz binin üzerine çıkar diye az çok tahmin ediyordum. Ve şu ana kadar gelen otuz binlik izleyiciye baktığımızda filmin izleyicisi gitgide artıyor. Bu film neredeyse hiç tanıtım yapmadan vizyona girmiş oldu. Ama seyirci seyirciyi getirdi. Ve farklı çevreler de filmi seyrediyor. Mesela biz geçen hafta Bursa’da İpekyolu Film Festivali’ne acaba ne tür tartışmalar olur diye merakla gittik. Çok ilginç bir tartışma oldu, bir söyleşi yaptık. Bu açıdan doğru yoldayız aslında. Bir dil var. O dili yakaladıktan sonra istediğin şeyi anlatabilirsin. Seyirci çok tepkili olduğu bir konuya bile, siz bir dil yakaladıktan sonra, o konuya olan tepkiyi bir kenara bırakıp bakabiliyor. Bu filmde de biraz öyle bir durum oldu. O açıdan geniş bir seyirci kesimi var şu anda. Yalnız şu anda beş altı kopya düştük. Çünkü Muro ve Arog tüm salonları işgal ettiler. Mesela bizim film Van’da neredeyse kapalı gişe oynuyordu. Akşam seanslarında yer bulunamıyordu. Van’da Muro vizyona giriyor diye gösterimden çıkardılar filmi. 

Seyirci tepkilerinden bir parça bahsettin. “Beğendim, beğenmedim”in ötesinde, sana ilginç gelen seyirci tepkileri oldu mu?

Genellikle çok büyük oranda pozitif eleştiriler aldım. Zaten internet sitesinde negatif ya da pozitif olan tüm eleştirileri, hakaret ya da küfür içermedikleri sürece yayınlıyoruz. Negatif eleştirilere gelince, mesela Birgün Gazetesi’nden bir eleştiri aldım. Cüneyt Cebenoyan isimli bir yazardan. Filmi çok milliyetçi, savaş kışkırtıcısı ve ırkçı bir film olarak değerlendiriyor. Bizim taraftan da çok uçta eleştiriler geldi. Filmin bizimle hiç alakası olamadığı, Kürtleri temsil etmediği, ulusal kültürden, duygudan, düşünceden uzak olduğu, sanki bir Türk solu yaklaşımıyla çekildiği gibi. Hatta sanki bir Türk çekmiş diyenler bile oldu.  Yine filme ilişkin Türksolu dergisinde çok karşıt bir yazı yayımlandı. Bunların dışındaki % 90-95’lik kesim filmi anlamaya çalışan, bazı yönlerini eksik bulan, bazı yönlerini iyi bulan değerlendirmeler yaptı. 

Biz biraz da bu filmin dağıtımından, mali altyapısından konuşmak istiyoruz. Finansmanından başlayıp seyirciyle ulaşmasına kadar karşılaştığınız altyapı sorunları neler oldu, bu sorunların nasıl üstesinden geldiniz?

İsterseniz önce yapıma dair olan kısmı açayım, sonra da dağıtımdan bahsedeyim. Bizde sinema üretimi konusunda bir kurumlaşma, bir devamlılık, bir düzenlilik söz konusu değil. Ayda yılda bir birtakım projelerimiz çıkıyor, onlar da çok dar bir kesim tarafından izlenebiliyor. Marjinal kalıyor. İyi ya da kötü olsun, en fazla daha sonra VCD ya da DVD üzerinden yayınlanıyor, böylece izleyiciye ulaşmış oluyor. Bir anlamda mali olarak geri dönüş olmadığı için yapım kısmında zorlanmış oluyorsun. Zaten şu kültür de çok eksik: Bir filmi iyi çekebilmek için onun şartlarını da iyi oluşturmak gerekir yaklaşımı, kültürü yok. Sinemayı bir tiyatroyu nasıl yapmak gerekirse öyle yapmak gerekir gibi bir yaklaşım söz konusu. Kurumlarda da böyle bir yaklaşım var. Bir şair evinde oturur yazar ama burada bir ekip çalışması var, teknik elemanlar işin içine girmiş oluyor, zaman işin içine girmiş oluyor vs. Birçok şeyi içinde barındıran bir alan aslında burası. Buna ek olarak biz piyasanın kurallarıyla da hareket etmediğimiz için çok büyük zorlanmalar yaşıyoruz. Piyasanın kuralı nedir? Projeyi yaparsın, bir tane de sermayedar bulursun, eğer inanıyorsa yaptığınız işe parayı yatırır. Parayı da geri almak için yatırır. Herkesin belli bir sorumluluğu, belli bir görevi, işi vardır, herkes işini yapar. Dolayısıyla da biter gider. Ama bizde öyle değil. Bu işte bir kere para yatırıp para kazanan bir kişi olmadığı için işin doğası değişiyor. Bazılarına göre siz fuzuli para harcıyorsunuz. “Bu ne yahu” diyenler oluyor. “Bu şartlar altında sinemaya 700-800 milyar lira para niye akıtılıyor?” diye soranlar oluyor. “Bu kadar çok insan niye çalışıyor, niye bu kadar uğraşıyorsunuz, 2-3 yıl bir filmle uğraşılır mı?” gibi yaklaşımlar oluyor. Yapım kısmında bizi bu yaklaşım çok ciddi bir şekilde zorladı. Bütçe bulmakta çok büyük sıkıntılar çektik. Bu filmin yönetmeni olarak harcadığım enerjinin