İki gün süren Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri, sergilenen oyunlarla ve iki panelle dolu dolu geçti. Bu etkinlik üzerine kapsamlı bir değerlendirme yapılabilir, ancak BÜO içinde yapılan bir tartışmaya katkı sunmak amacıyla bu etkinliklerin kamusal alanda çok dilliliğe yaptığı vurgu üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.

BÜO’daki tartışma, etkinlikler çerçevesinde sergilenecek olan iki oyunun dilinin Kürtçe ve Rumca olacağının ve altyazı olmayacağının duyurusu üzerine olmuştu. Bazı grup üyeleri altyazılı olmayacak olmasının bu oyunların anlaşılmasını engelleyeceğini, bunun da sorun oluşturacağını belirttiler. Bunun üzerine kamusal alanda Türkçe’nin hakim dil olarak kodlanmaması gerektiği ve farklı dillere kamusal alanda ifade imkanının tanınmasının pozitif ayrımcılık ilkesinin gereği olduğu belirtildi. Bu tartışmanın, etkinliklerde oluşan kamusal ortamın değerlendirmesi üzerinden olgunlaştırılabileceği düşüncesindeyim. 

Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri (KÇTG) kapsamında grupların oyunlarının çağrılmasında temel amaç, cemaat ya da kurumlarda tiyatro faaliyetinin nasıl yürütüldüğü hakkında fikir sahibi olmak, daha ileri düzeyde dayanışma temelli ilişkilerin geliştirilmesinin yollarını aramak ve Türkiye’de ancak bir renk olarak varolmasına izin verilen kültürlerin farklı etnik kimliklere mensup bir seyirci topluluğu önünde kamusallaşmasını sağlamak. Bu son vurgu noktası, günümüz Türkiye konjonktüründe önemli bir yere oturmaktadır. Türkiye’de egemen ideolojinin artık kültürleri yok sayma politikasından vaz geçerek, farklı kültürlerin varlığını kabul etmeye başladığını söyleyebiliriz. Son günlerde çokça tartışılan TRT Şeş (Kürtçe TV) gündemi bunun bir delili olarak sunulabilir. Ancak bu “kabul etme”nin bu sefer kültürler arasında bir hiyerarşiyi de gündeme getirdiğini göstermek çok zor değil. 

KÇTG kapsamında yapılan “Kürt Tiyatrosu ve Alternatif Kurumsallaşma” panelinde izleyicilerden birinin de belirttiği gibi, çok dilli belediyecilik yapmaya çalışan Diyarbakır Sur Belediyesi’ne uygulanan yaptırımlarla TRT Şeş uygulamasını yan yana getirdiğimizde “Kürt” kimliğinin devlet tarafından şekillendirilen yönleri dışında herhangi bir kültürel ifadeye imkan tanınmadığını görebiliyoruz. “Kürt” kültürünün varlığına izin verilmektedir, ancak Türk kimliğinin altında yer alan bir alt-kültür olarak ve belli sınırlara hapsedilmiş olarak. 

Yine KÇTG kapsamında yapılan “Bir Azınlık Okulunda Tiyatro Yapmak” söyleşisinden aldığımız bilgiye gönderme yapacak olursak; devlet Rum’lara kendi dillerinde eğitim yapma fırsatını tanımaktadır, ancak ne yurt dışından gelen kişilerin bu eğitime katılmalarına ne de Türkiye’de resmi olarak azınlık mensubu olmayan kişilerin bu eğitime katılmalarına izin verilmektedir. Buradaki amaç açıktır: Rum kültürünün cemaat dışındaki herhangi bir alana “sızmasını” engellemek. 

Kültürel çoğulcu perspektif, kültürler arasındaki bu hiyerarşik ilişkinin reddi üzerine kuruludur. Kültürlerin kamusal alanda kendini özgürce ifade edebilmesini esas alır. Bu çerçeveden bakıldığında kamusal alana taşınan herhangi bir etkinliğin bir altyazı ya da seslendirme içermesi bir zorunluluk olarak konamaz. Bu tercih, etkinliği hazırlayanın tasarrufuna bırakılmalıdır. Nitekim, Hagop Ayvaz’la yapılan röportajlardan derlenen “Bir Ömür Tiyatro” belgeselinde seslendirme kullanılırken, sonradan vazgeçilerek altyazıya dönüştürülmüş. Söyleşide Sevan Demirciyan, Hagop Ayvaz’ın Türkçe ile Ermeniceyi nasıl organik olarak içiçe kullandığının görülmesini istediğini, seslendirme yerine altyazıyı bu nedenle tercih ettiğini söyledi. 

Oyunlarda Türkçe altyazı olması gerektiğini belirtenlerin öne sürdüğü en temel argüman, oyun öyküsünün anlaşılamayacağı ve takip edilemeyeceği, dolayısıyla bu oyunlar üzerinden sanatsal değerlendirme yapmanın da güçleşeceğiydi. Ancak oyunların genel olarak anlaşıldığını ve takip edilebildiğini söyleyebilirim. Dili bilmeyen kişilerin çoğunlukta olduğu bir seyirci kitlesinin, oyunların bazı yerlerine katılarak gülmelerini başka bir şekilde açıklamak zordur. Keza, oyun sonralarında seyirciler arasında geçen konuşmalarda oyuncu performansları kıyaslanabiliyor, oyunlar üzerine sanatsal tartışmalar da yapılabiliyordu. İATP-G sitesinde ikinci günkü etkinliklerle ilgili yer alan haberden bir alıntı yapacak olursak; 

Bu son derece duygulu konuşmanın yarattığı samimi ortamda başlayan Aziz Nesin’in Panayot Abacı tarafından Rumca’ya çevrilen “Ελα ψυχουλα μου δκοτωδε με?” (Hadi Öldürsene Canikom) adlı oyunu, Zoğrafyon Rum Lisesi’nin genç oyuncuları Sultana Tanya Demirci, Yeorgia Kiriçoğlu ve Evangelia Öğretmenoğlu’nun başarılı performanslarının da etkisiyle seyircide büyük bir coşku yarattı. Aziz Nesin’in metnine çok fazla müdahale etmeden ve hakkını vermeye çalışarak büyük bir enerjiyle sahneye taşıyan bu genç oyuncuları tiyatro kariyerlerinin sonraki aşamalarında da izleme olanağı bulabilmeyi umut ediyoruz. 

Haberi yapan kişinin, “grubun metne fazla müdahale etmediğini” anlayabilecek kadar metni takip edebildiğini ve oyunculuk performansları üzerinden yorum yapabildiğini görüyoruz. Seyircilere oyun öncesinde dağıtılan program dergilerinde oyun akışlarına ayrıntılı bir şekilde yer verilmesinin de anlaşılırlığın artmasında büyük bir faydası olmuştur. Tüm bunlar, altyazının tiyatrodan alınan sanatsal haz için bir gereklilik olmadığını göstermektedir. Elbette eğer altyazı olsaydı daha fazla şey anlayabilirdik, ancak grubun bunu tercih etmediğini görmek ve bu karara saygı göstermek gerekiyor. 

Ayrıca şunu da belirtelim: eğer kamusal alanın kültürel çoğulcu bir şekilde dönüştürülmesini hedefliyorsak kamusal alanda Türkçe’nin hiyerarşisinin kırılmasının elzem olduğunu belirtmek gerekiyor. Özellikle oyunlarda örgütlenen ortamın farklı dillerin hiyerarşik olmayacak bir şekilde nasıl bir araya gelebileceğine dair de bir örnek sunduğunu düşünüyorum. Kürtçe ve Rumca sergilenen oyunları izlerken, kendimi dilin bazı özelliklerini anlamaya çalışırken buldum. Bazı kelimeler göze çarpıyor, tonlamalar, vurgular akılda kalıyordu. Oyunlardan çıktıktan sonra bazı kelimelerin anlamlarını öğrenmiştim. Fuayede diğer seyircilerle konuşurken onların da benzer bir etkiyle salondan ayrıldıklarını gözlemledim. Altyazının olmaması, seyircileri sahnedeki dile konsantre olmaya itiyor ve bu yolla dile aşinalığın artması sağlanıyordu. 

Kamusal alanın tek dilli olmasının bizim çağımıza özgü bir durum olduğunu akılda tutmakta fayda var. KÇTG’de hem cumartesi hem de pazar günü yapılan panellerde aktarılan verilerden bir kısmı, Osmanlı zamanında İstanbul’da çok dilli bir aydın tipolojisinin şekillendiği üzerineydi. Tabi ki Osmanlı’da da kamusal alanda dini cemaat anlamında bir hiyerarşi mevcuttu. Ancak özellikle Tanzimat Dönemi’nde Kürtçe, Türkçe, Farsça, Fransızca ve İngilizce’yi çeşitli düzeylerde bilen bir aydın kimliğinin şekillendiğinden bahsedildi. Günümüzde bu bir hayal gibi geliyor. Ayrıca o dönemde Ermenice oynanan oyunların Türkler tarafındanda izlendiğini, bazı dergilerin hem Ermenice hem de Türkçe basıldığına dair bilgiler de aktarıldı. 

Osmanlının kompartımanlara ayrılmış kamusal yaşamındaki çeşitliliği bile yakalayamayan günümüz Türkiye’sinde artık kültürler yok sayılmıyor, varlıkları tanınmaya başlandı. Ama “Türklük” üst kimliği altında olmak kaydıyla. Eğer kültürlerin kamusal alanda özgürce ifade edilebilmesini savunuyorsak, kültürler arasında oluşturulmuş olan bu hiyerarşinin nasıl kırılacağını araştırmalıyız. Kültürel alanda çalışma yürütenlerin ve biz tiyatrocuların bu konuyu önemle düşünmesi ve tartışması gerekiyor.