Kürt sorunundaki çözümsüzlük seçimler sonrasında, Türkiye’deki gündemin en önemli konusu haline geldi. Çözümsüzlüğün ve savaşın dayatılmasına karşı genelde sanat camiasında, özelde tiyatro alanında çok fazla tartışma yaşanmıyor. Sanatçılar kendi alanlarıyla bağlantılı bir şekilde meseleye dair görüşlerini açıklamaktan kaçınıyor ve salt seyirci olarak oyunun içinde yer alıyorlar.
Örneğin Mimesis Sahne Sanatları Portali’nde Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı adlı oyunuyla ilgili önemli bir tartışma süreci yaşandı. Ben bu tartışmaları izledikten sonra şöyle düşündüm. Galiba Türkiye’de 25’e yakın konservatuar ve oyunculuk bölümünün hocası yok ve bu bölümlerde “Türk tiyatrosu” üzerine ders veren akademisyenler çalışmıyor. Gerçekten de konu üzerine yazı yazan kişi sayısı oldukça sınırlı oldu. Bana kalırsa bu eğilim, akademik dünyanın reel hayatla ilişkisini sorgulamamızı gerektiriyor ve akademisyenlerin içinde yaşadıkları ülkedeki gerçek sorunları görmezden gelen tavrına işaret ediyor. Post-modernist paradigmanın yarattığı “öğretmen hastalıkları” belki de olanlar. Sınıfta bağırmaktan kaynaklanan bir “ses kısıklığı” değil, Derrida’cı “ses kısılması” yaşananlar. Eleştirdiğimiz bürokratlar Milli Eğitim sistemi bağlamında önemli tartışmaları devreye sokuyor, en azından “kendilerince bir değişimin” peşinde. Bizler ise hiçbir şekilde kendi alanımızı sorgulamadan statüko bekçiliği yapıp “ah ne olacak Türkiye’nin hali” diyoruz. Vicdani bir sorumluluk gereği “barış oyununda” bir rol oynayacaksak, en azından kendi alanlarımızda konuşmaya başlamanın vakti geldi.
Bundan iki yıl önce, “Üniversite ve Akademilerde Oyunculuk Eğitimi” adlı önemli bir panelin moderatörlüğünü yapmıştım. (bkz http://mimesis-dergi.org/mimesis-dergi-kitap/mimesis-15/universitelerde-ve konservatuarlarda-tiyatro-egitimi) Panelde tiyatro eğitimine dair önemli sorunlar gündemleşmişti. Ben bugünkü yazımda Kürt meselesinin tiyatro ve drama eğitimini hangi açılardan etkilediği üzerinde durmak istiyorum. Bu anlamda yaşanan tartışmalara farklı bir çerçeveden bakmak ve ilk etapta tartışılması için bazı başlıkları ortaya koymak istiyorum.
Tiyatro alanında Kürt sorunun tartışılması için öncelikli olarak “Türk tiyatrosu” kavramının tartışılması gerekir. Gelinen gelişmeler gösterdi ki, bu ülkede tek bir halk üzerinden yola çıkarak tekçi ve mutlakıyetçi bir tiyatro ve edebiyat tarihi yazılamaz. Eğer Türkler dışında, Türkiye Cumhuriyeti içinde farklı halklar varsa, o zaman niçin hala “Türkiye Tiyatrosu” diyemiyoruz. Osmanlı döneminde tiyatronun kurulmasına öncülük eden Ermeni sanatçı Hagop Vartovyan’ı nasıl Türkleştirip “Güllü Agop” dediysek, farklı halk kültürlerinin etkileşimiyle ortaya çıkan “Türkiye Tiyatrosu’nu” da sorgusuz sualsiz “Türk Tiyatrosu” yapıyoruz. Bu salt isim anlamındaki bir tartışma değil bana kalırsa, vizyona dair bir mesele. Bu anlamda oyunculuk bölümlerinde, konservatuarlarda ve edebiyat bölümlerinde ağırlıklı okutulan ders içeriklerinin değişmesi gerekmez mi? Halk tiyatrosu, kukla ve Karagöz oyunu tartışmalarında Kürt meselesi niçin görmezden geliniyor? Resmi tarih anlayışının değiştiği ve biraz olsun ezberlerin bozulduğu bir ortamda, çok-kültürlülük tartışmalarından uzak durarak nereye kadar yol alacağız? Güneydoğu gerçeği oyunlarda salt “cehalet içindeki halk” ya da “temel sorunu kan davası olan halk” olabilmekten ne zaman kurtulacak? Kürt tiplemesini sahnelerde “mazlum” olmaktan öte, çelişkileriyle var olan üç boyutlu bir karakter olarak görebilecek miyiz?
Kürt meselesinin en can yakıcı olduğu alanlardan bir tanesi de konservatuar giriş sınavlarındaki “aksan” meselesi. Türkiye’de konservatuara ya da oyunculuk okullarına girebilmek için kesinlikle “beyaz Türk” hatta “güzel/yakışıklı beyaz Türk” olmanız gerekiyor. Irkçılığın ve cinsiyetçiliğin sentezlendiği bir seçme süreci yaşanıyor çoğunlukla. Eğer anadiliniz gereği “aksanlı” konuşup “İstanbul Türkçe’sini” konuşamazsanız oyuncu olamazsınız. Neden? Çünkü bu yaklaşımı savunanlara göre, sahne üzerinde konuşulan dil sadece İstanbul Türkçe’si olmalıdır. Aydın’lı olursanız, Diyarbakır’lı ya da Trabzon’lu sadece amatör tiyatrolarda “komedi” rollerinde oynamanız sizden beklenir. 2011 Türkiye’sinde bana kalırsa bu hastalıklı sistemin değişmesi gerekiyor. Başta Kürtçe olmak üzere, tüm dil, aksan ve lehçeleri yok sayan bir oyunculuk anlayışı çağdışı hale gelmiştir. Diyarbakır’da doğup büyümüş bir öğrencinin “diksiyon ve telaffuz sorunları” nedeniyle oyunculuk yapmaktan men edilmesi ciddi anlamda bir eğitim eşitsizliğidir. Adnan Tönel’in Tiyatroda Kürt Olmak adlı yazısındaki verilerin hala devam ettiğini duyuyoruz ve işitiyoruz. Bu anlamda değişen çok fazla bir şey yok. 12 Eylül darbesinden sonra profesör unvanı verilmiş oyunculuk hocaları hala öğrencilerine “Kasımpaşa Çingene’si gibi rol yapmayın, karı gibi kıvırtmayın, bölücülük yapmayın” diyebiliyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir. Bu anlamda Kürt sorununun varlığı, ülkemiz nüfusunun önemli bir bölümü için “tiyatro eğitiminde ayrımcılık ” sorununu ortaya çıkarmaktadır.
Kürt sorununun drama ve okul tiyatrosu alanındaki yansımasının, “meseleyi gündemden düşürmek” yönünde olduğu söylenebilir. Örneğin drama çalışmalarının en önemli başlıklarından birisi “öteki” ve “insan hakları ve çocuk hakları” meselesidir. Ancak uygulama ve teorik düzeydeki çalışmalara bakıldığında Kürt kelimesine bile rastlanmaz. Örneğin sivil toplum çalışmaları için Güneydoğu’ya giden eğitimcilerin, Kürt kimliğine dair verileri görmezden geldiği söylenebilir. Güneydoğu daha çok Avrupa Birliği projelerinden fon almak adına kullanılan bir bölgenin adıdır. Forum tiyatro ya da ezilenlerin tiyatrosu uygulamaları “fon bulmak” için kullanılmaktadır çoğunlukla. Okul tiyatroları ise geleneksel olarak resmi ideolojinin yeniden üretimine dayalı temsillerle doludur. Bu temsillerde asıl olarak Türk-İslam sentezli öykü kalıpları mevcuttur. Küçük asker Mehmet’ler, vatan savunucusu Ayşe’ler yüceltilirken, Dilan’lar, Zilan’lar, Baran’ların esamesi okunmaz. Örneğin 23 Nisan törenlerinde Hintli, Sudanlı, Filistin’li bir çocuk figür olarak yer alabilir ama puşi takmış bir Kürt kızı ya da genci “kendi kimliğini yansıtacak” bir şekilde sahnede olamaz. Türk-Yunan dostluğu bir öykünün ve sahnelemenin konusu olabilirken, Türk-Kürt kardeşliği tabu konu olmaya devam etmektedir.
Tiyatro ve drama alanında Kürt sorununun tartışılmaya başlanması sadece tiyatromuzun geleceği açısından değil, sanatçılar arasında ortak yaşama kültürünün inşa edilmesi açısından da önemli bir yerde duruyor. Bir İzmirli olarak yazımı yazdım, barışa katkıda bulunmak isteyen Türkiye’nin her yerindeki tüm tiyatrocu dostlarımız da tartışmaya katkıda bulunabilir. Özelikle Kürt meselesinin tiyatro ve drama alanındaki yansımaları üzerinde durulursa memnun olacağım. Önemli olan tiyatronun yaşama sanatına hizmet etmesi ise, “barış oyununda” rol almanın vakti çoktan geldi.