“Sanat özgürlüktür! Sanat direnir! Sanat muhaliftir!”
Özellikle sanatın herhangi bir alanında baskı ve sansüre maruz kaldığımızda biz sanatçılar arasında birden buna benzer sloganlar peyda olur. Ve sonra ekleriz: “Bırakın sanat özgür kalsın!”
Savunduğumuz değerler apaçık bir şekilde doğru gözüküyor. Fakat kanımca ne yazık ki işler o kadar da basit yürümüyor. Yani sanatın kendisi, ne özgürlük ne direniş ne de muhalif olmak anlamına geliyor. Bu yazıda işte bu “fuzuli” mesele üzerine bir kaç kelam etmek istiyorum.
Biz insanlar için hayatımız boyunca doğru, güzel ve iyi olanın peşine düşmek akla yatkıngeliyor. Medeniyet dediğimiz de aslında biraz da bunlar değil mi? Doğrunun, güzelin ve iyinin peşinden gitmek… Peki, her sanat eseri doğru, güzel ve iyinin arayışında olmak zorunda mıdır? Ya da soruyu şöyle soralım: Bir sanat eserinde her zaman ahlak ve estetik arasında doğru orantı olduğunu beklemek ne kadar mümkündür? Örneğin estetik açıdan çirkin olan bir şey ahlaki açıdan güzellenebilir mi? Notre Dame’ın Kamburu’nu bilen, duyan herkes bunun cevabını rahatlıkla verebilir. Şimdi tersini düşünelim: Ahlaki açıdan doğru olmayan bir şey estetik açıdan güzellenebilir mi? Bu mümkün müdür? Cevap malum: Evet mümkün… Şimdi bu konuda bir iki kelam edebilmek için gelin Leni Riefenstahl’ın “İradenin Zaferi” adlı belgeseli üzerinde duralım.
İradenin Zaferi 1935 yılında Hitler’in propagandası için çekilen bir belgesel. Almanya’da kamuya açık gösterimi yasak… Belgesel ilk yıllarda ateşli tartışmalara neden olmuş. Kullanılan çekim teknikleri nedeniyle film büyük övgülere mazhar olurken Hitler meselesi yüzünden tu kaka ilan edilmiş.
Bu kısa bilgilendirmeden sonra şimdi film hakkında bir kaç noktayı açalım.
İradenin Zaferi
Kitlelerin arasında küçük bir nokta gibi gözüken ve kürsüye yükseldiğindeyse kameranın konumu sayesinde devleşen insanın alnından süzülen ter, bir Hollywood aktörünün teri değildir. Sesi bir aktörün sesi değil; coşkusu, bakışlarındaki sertlik bir aktörün rol parçalamaları değildir. Gördüğümüz milyonlarca insanın ölümüne neden olacak bir dünya savaşının politik arenadaki başlıca mimarlarından olan Hitler’in ta kendisidir. Heil! (Yaşa) diye bağıran yüz binler ise yüksek bütçeli bir filmin figüranları hiç değildir. Onlar Führer’lerini tanrısallaştıran senin benim gibi kanlı canlı Alman vatandaşlarıdır.
Belki de bugün bile Almanya’da bu filmin yasak olmasının bir nedeni de biraz da budur. Bu propaganda filminin “oyuncuları” gerçek insanlardır. Nasyonel Sosyalistlerin gençlik kamplarında birbirleriyle güreşen, şaşırtıcı oyunlarla yarışlar düzenleyen gençler gerçek insanlardır. Ve gerçekten gülüp oynamakta, eğlenmektedirler.
Kitleler gece gündüz demeksizin kamera sayesinde devleşen ve ulvileşen adamın önünden bir nehir gibi ağır ve kararlı akıp geçer. Kürsüdeki adam kameranın açısı sayesinde gözümüzde büyür. Bu tablo bugünün politikacılarının seçim zamanı aşağıdan çekilen fotoğraflarına benzer.
“İradenin Zaferi”‘nde Leni Riefenstahl, düzinelerce kamerayı ve çok sayıda film emekçisini yönlendiren bir kadın yönetmendir. Filmin ismi belki de o dönem kazandığı statünün de ismidir aynı zamanda. “İradenin Zaferi!” Yüz binlerce erkeğin müthiş bir düzen içerisinde gerçekleştirdiği ayinsel törenleri ve kutlamaları, Leni’nin hemcinsleri balkonların penceresinden sadece alkışlayabilmektedir. Leni ise karanlığın burnunun dibine kadar girebilmiştir.
Kara üniformalı özel birliklerin geçişini diz hizasından çeker. Askerlerin yerleri döven bacaklarındaki sertlik ve geometrik uyum güçlerine güç katar. Kamera hep hareketlidir. Sütunların arasında, sokakları rahatça görebilmemize imkân veren çatılarda, kalabalıkların arasında… Buysa sürekli algımızı açık tutar… İmgenin gücünü ve çarpıcılığını arttırır.
Bu kaba analizler çoğaltılabilir elbette. Biz konumuza dönelim. Sorumuz şu: Leni’nin karanlıkla bu alış verişinden estetik alanın kazançlı çıktığı söylenebilir mi? Bil Nichols “Introduction to Documentary” adlı kitabında belgeselin yayınlandığı zaman (2. Dünya savaşı henüz patlak vermemiştir) filmin Nazi propagandasıyla suçlandığını ama bununla birlikte Avrupa’da pek çok ülkede çok sayıda ödüle de layık görüldüğünü not eder. Ve Hollywood’un bu filmde kullanılan tekniklerden nasıl faydalandığını basit bir örnekle açıklar:
Filmde bir kilim deseni gibi devasa bir boş alana dizilmiş yüz binlerce askerin arasında üç küçük nokta gibi gözükerek yürüyen üç Nazi liderinin olduğu bir sahne vardır. Daha sonra Star Wars filminde de bu koreografinin kullanıldığından örnek verir. Fakat bu sefer faşist bağlam koreografiden çıkarılmıştır. Üç Nazi lider yerine bu sefer film karesinde üç kahraman (Han Solo, Chewbaca, Luc Skywalker) vardır. Bu arada bu kareler Yüzüklerin Efendisi’ndeki devasa orduların çekimlerini de hatırlatmıyor değil…
Elbette örnekler çoğaltılabilir. Zaten belgeseli izlediğinizde “bu kareleri ben bir yerlerden hatırlıyorum” diyeceğinize de eminim.
Bu ve buna benzer örnekler düşünüldüğünde Leni Riefenstah’ın sinemasal keşfininyüceltmenin estetiği noktasında olduğu düşünülebilir. Yani kamerasıyla bir şeyiyüceltmenin formüllerini bulmuş gibi… Tabi kimi, niye yücelttiğin senin tavrın ile ilgili bir konu oluyor…
Lafı uzatmadan bağlayalım… Leni’nin belgeseli özetle bize şunu “bağırıyor”: Aslında sanat dediğimiz şeyi özgürlükle aynı düzleme yerleştirmek pek mümkün değil. Sanat eşittir iyilik, güzellik, doğruluk diye bir şey yok maalesef… Tıpkı bilim gibi… Hayatımızı kolaylaştıran, sıhhatimizi arttıran pek çok şey bilimsel keşifler sayesindedir; Hiroşima’da, Çernobil’de, Tokyo’da yaşananlar da…
Benzer şekilde, sanatsal süreçlerin her neticesi de iyi ve doğru olmak zorunda değil. İyi ve doğru olan içinde olduğumuz tavrın ve eylemin ya da tercihlerimizin ahlaki ve politik değerinde yatıyor.
Şimdi sorumuzu Leni Riefenstahl’a soralım: Sanat özgürlük müdür efendim? Ya da sanat direniş midir?
Leni Riefenstahl: Vallahi o işler biraz karmaşık vesselam…