Tepebaşı Deneme Sahnesi’nin genç tiyatroculara dönük olarak başlattığı eğitim çalışmaları içinde yer aldınız. Bu süreci anlatabilir misiniz?

Adını hatırlayamadığım bir arkadaş vardı, şimdi Metin Arolat klipleri çekiyor: “Yukarda Allah var korkmaz mısın” şarkısı için. Ondan sonra, Kemal Karaosmanoğlu diye bir arkadaşımız vardı. Bir de Aytekin Hatipoğlu diye şu anda medyada çalışan bir arkadaşımız vardı, o yönetmenliğimizi yapıyordu. Böyle bir ekip halindeydik. Onlarla beraber iki tane oyun oynadık. Sen Gara Değilsin, Aziz Nesin’in ünlü bir oyunuydu bu, tek perdelik bir oyun. Bir de Darılmaca Yok diye Turgut Özakman’ın tek perdelik oyunlarından bir tanesi. 
O günlerde kendi aramızda epey tartışıyoruz. Yeni bir dergi çıkıyor, tiyatro akımları konusunda bir takım konuşmalar oluyor ama hep bir rivayet temelinde… “Ya biliyor musunuz Polonya’da böyle bir şeyler yapıyorlarmış ama seyirciyi çok önemsemeyen bir anlayışmış”, “Aa olur mu? Seyirciyi önemsemeyen tiyatro nasıl olur? Saçma” diye çok çocukça tepkilerle akımları konuşuyoruz. Sonra bir gün dediler ki Şehir Tiyatrolarının bir çağrısı var. Muhsin Ertuğrul da o günlerde gelmiş tiyatroya, fakat Usta Şehir Tiyatroları içinde yeni bir projeyi uygulamaya koymak, yeni bir şey yapmak temelinde buluşabileceği hiç kimse kalmadığını görmüş. Şehir Tiyatroları içindeki oyuncular dublaja gidiyorlar, bir sürü işleri var, vs. Sevgili Zihni Göktay’ın bir sözü vardır, bazen Devlet Tiyatrosu organlarından birinde rastladığımda şöyle sorar: “Biz burada on dört kişiyiz, siz o tarafta kaç kişisiniz?” Yani tiyatro yapmaktan tat alan, herhangi bir sanatsal iddiayla falan değil, sahneye çıkıp namusluca oynamaktan keyif alan kaç kişi var diye sorar. Sorduğu kişi de şöyle yanıt verir: “Biz burada on üç olduk.” “A iyi, iyi bak biz de burada on altıyız.” O arada genç, hevesli biri gelmiştir. Gençlerin çoğu heveslidir yükselmek için ama bu heveslerini hemen, kısa bir sürede terk ederler. Uzun yıllar bir bürokrasi içinde olunca insan sahneden nefret etmeye başlıyor, küfür ederek sahneye çıkıyor.  Muhsin Ertuğrul geldiğinde nereye basacağını düşünüyor, yani yeni bir atılım yapmak istiyor. Ne yapacak? İşte o günlerde Bakırköy’de Hamlet 70 denemesi yapılmış. Hamlet 70 önemli bir deneme. Oyunda Kral Hamlet eşittir Atatürk olmuş. Bunun bir heykeli var, kırılıyor. Böyle bir deneme çok etki uyandırmış. 70’li yıllarda, her şey eşittir Mustafa Kemal, anti-emperyalist eşittir Mustafa Kemal, devrim eşittir Mustafa Kemal diye özetlenebilecek bir anlayış çok güçlüydü. Özellikle sanat çevrelerinde çok daha güçlüydü tabii. Bu oyunda da böyle bir yorum yapıyorlar. Ve Beklan Algan var işin içinde, Taner Barlas var, Yaman Okay var [1] . Daha uzağında, çeperinde arkadaşımız Cem Yalın var.

Bu çalışmalarda Rutkay Aziz de var değil mi?

Evet, Rutkay Aziz de var. Hamlet 70’i yapanlar sıradan adamlar değil. Algan’lar Actor Studio’da okumuşlar, Marlon Brando sınıf arkadaşları. Ama kurumlar dışında tutuluyorlar. LCC’de denemeler yapmışlar. LCC’de tiyatro okulu açılmış, üstelik bu ilk özel tiyatro okulu. Hem tiyatro eğitimi veriyor, hem de bünyesinde profesyonel bir grup denemeler gerçekleştiriyor. Haldun Taner’in yazdığı, Türk tiyatrosunun evrelerini anlattığı Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyunu ilk defa o çatı altında denenmiş. Beklan orada Marat-Sadeprodüksiyonunu çıkarmış. Ama gelgelelim, LCC’nin gücü ve dirayeti bu oyuncuları kaldıramıyor, 12 Mart geliyor zaten o günlerde. Daha sonra CHP’den Ahmet İsvan, yıllardır AP’nin elinde bulunan, İstanbul Belediye Başkanlığı’na seçiliyor. Daha önce ağırlıklı olarak AP’li belediye başkanları gören İstanbul ilk defa bir sosyal demokrat- ama gerçekten sosyal demokrat bir adamdı Ahmet İsvan- belediye başkanıyla karşılaşıyor. Şehir Tiyatrolarında Muhsin Ertuğrul gene şapkasını almış gitmiş. Vasfi Rıza korkunç kötü vodviller oynatıyor. Onun meşhur, eski Fransız vodvilleri vardır, hakikaten göbek çatlatır. Ama bunlar temcit pilavı gibi oynana, oynana bıkkınlık getirmiştir. Üstelik metinler de çok eskidir. 1923’lere gider, sonra 50’li yıllarda Demokrat Parti iktidardayken bir espri eklenmiş, unutulmuş kalmıştır espri tekstin içinde. Eskilerden biri der ki “Aman canım, hani Menderes bilmem ne demişti, işte onun için o lafı koymuştuk oraya.” 
Mesela Alo Orası Tımarhane mi? adlı, Nejat Uygur’un 2500 kere oynadığı oyunda da, rahmetli İlhami Galip Arcan’ın –hiç bilinmeyen bir tiyatrocudur İlhami- bir esprisi vardır. Tamamen batılı tarzda yapılmış bir eve ziyaretçi olarak gelen bir misafirle ev sahibi arasındaki diyaloga şu espriyi ekliyor: “Abla ya” diyor, “ben yıkanacam kurnayı bulamadım.” “Oğlum kurna murna yok artık içerde duş var” diyor ev sahibi. “Haa, hani böyle tepeden bir şey var o mu?”. “Onun adı duş. Onu açacaksın, su akacak oradan.” “Hay Allah! Ben de bir saattir ona ampul uydurmağa uğraşıyorum.” Rahmetli İlhami’nin bu esprisi kalmış. Şimdiki insan duşu tanımayacak da ampul uydurmaya kalkacak, olacak iş değil, ama bu espri yine de yapılıyor. Hatta ben oynarken “ Bu ne?” dedim. “Anlamsız değil mi?” “A bu rahmetli İlhami’nin esprisi, çok tutmuştu vaktiyle” dediler. Yani duşu ilk kez gören bir insan oraya ampul uydurmaya çalışmış, bütün espri bu. İşte Vasfi Rıza bunları oynuyor. Bu esprilerle oynanıyor. Muhsin Ertuğrul geri geliyor gelmesine ama o zaman ki Şehir Tiyatroları kadrosu buna alışmış. Ekipler belli, işler belli. Geldiğinde Ahmet İsvan’a “Ben gelirsem çocuklarımla birlikte gelirim” dedi ve bir çağrı yaptı. Çocuklarım diye kastettiği Taner Barlas’lar, Ayla Algan’lar…

Peki, bu genç kadronun gelişiyle neler oldu Şehir Tiyatrolarında?

Bunlar geldiler ve hemen büyük bir şevkle çalışmaya koyuldular. “Yeni atılım yapalım. Ne yapalım? Stadyumlarda tiyatro yapalım, kahvelere tiyatro götürelim.” 68 rüzgarının sanat cephesinde, 74’lerde esişi bu. “Ne yapalım? Şehir Tiyatrolarında Deneme Sahnesi açalım.” Eskiden beri böyle bir proje vardır. “Bir tatbikat sahnesi açalım. Burada modern eserler deneyelim.” der eskiler hep. Çünkü batı sahnelerinde bu oyunları izleme fırsatını yakalayanlar, “müthiş bir çalışmaydı” benzeri yorumlar yaparlar ama hemen eklerler: “Bizde tutmaz kardeşim.” “Ya keşke böyle bir sahnemiz olsa da orada böyle şeyler denesek” diye hayaller kurulur. Deneme Sahnesi tam da böyle bir arayışa denk düştü. Dediler ki: “Şehir Tiyatrosunun oyuncularıyla olacak bir iş değil bu, yapılması mümkün değil. Gençlere çağrı yapalım.” O günün gençleri kim? Işıl Kasapoğlu, Galatasaray Lisesi’nde tiyatro yapıyor, ben Fatih Halkevi’nde tiyatro yapıyorum. Böyle bir yığın genciz, 60 genç. “Gelin” dediler, koştuk ve geldik. “Burada bir Deneme Sahnesi kurulacak” dediler.  Biz de bir ikileme düştük. Halkevi’ni terk edeceğiz, ne yapacağız? Biz bu tartışmayı yapıyoruz, Deneme Sahnesi’nin açılmasına kısa bir süre kalmış, işte o günlerde Nakşiler geldiler ve bu tartışmaya ebediyen bir son verdiler. Bizim Fatih Camisi’nin avlusundaki Fatih Halkevi’ni resmen oradan dışarıya attılar. “Burada” dediler “Fatih’in adına layık olacak bir hareket başladı.”

Ne zaman gerçekleşti bu olay?

1974 yılında. Hiçbir siyasi güç de yoktu bizi savunacak. 74 affı daha yeni çıkmıştı. Arkasından biz Şehir Tiyatrolarına gittik. Orada birden bire, bütün katılımcılar büyük bir deryanın içine düştük. Karşımızda Beklan Algan var. Beklan Algan o günlerde Polonya Tiyatrosunu savunuyor. Bize Grotowski’den bahsediyor. Grotowski ve onun yanı sıra Szajna’nın yaptığı çalışmaların filmlerini gösteriyor. Örneğin, Cervantes’in Donkişot’u üzerine Szajna’nın bir çalışması vardı. Büyük bir heyecanla izlediğimizi hatırlıyorum. Kantor’un Ölü Dershaneadlı bir yapımından söz ediliyordu. Bu türden birçok şey anlatılıyor, tartışılıyordu. Tabii biz de çok aç vaziyetteydik. Bir şey konuşulmaya başladı mı hemen çöküp dizlerinin dibine, ağzımız açık dinliyorduk.

Bu konuşma ve tartışmalar periyodik bir seminer/konferans biçiminde mi yapılıyordu?

Hayır, seminer değil ama uzun sohbetler şeklinde oluyordu. Mesela, hatırlıyorum da tam 4,5 saat, Polonya Tiyatrosunun nasıl yeni bir yere doğru gittiği, Stanislavski’den sonra, Brecht’ten sonra, Ionesco’dan sonra nasıl yeni bir atılım oluşturduğu konuşulmuştu. Polonya tiyatrosu tabii bizim çok ilgimizi çekti. Sonra bu konuda çalışma yapma fikri atıldı ortaya. Konsantrasyon çalışmaları gibi. Önce bir takım basit çalışmalarla başladık işe, daha sonra, Fransa’da bazı seminerlere katılmış olan Ayla Algan’ın, Jean-Louis Barrault adlı ünlü Fransız tiyatro adamı ile yaptığı bazı çalışmaları aktarıldı bize. 
Bu arada Muhsin Ertuğrul yurt dışından tiyatro adamları çağırıyordu. Biz başladıktan iki, üç ay sonra bir adam çıkageldi: “Benim adım Klaus Boltze, Bochum’da gövde tekniği üzerine eğitim veriyorum” dedi. Biz adamı tiyatrocu zannediyoruz. Ne var ki adam doğrudan tiyatro ile ilgili bir şeylerden bahsetmiyor bize: “Solukla gövdenin durumunun ayarlanması üzerine konuşacağız” diyor. Öte yandan bizler “geç babam bunları, oyunculuk çalışalım” diyoruz. “Yok, yok!” diyor “Bu çok önemli.” Uzun süre adam gövdelerimize dokundu, elledi. Ve bu üç hafta süren çalışmada, ilk hafta sahneye çıkarken gövdeyi tüm kas gerginliklerinden arındırma üzerinde uğraştık. Gövdelerimiz çıplak çalışıyorduk. Dolaşıyoruz, bir takım basit doğaçlamalar yapıyoruz. Yani karşılama, bakma, çekince gibi çok basit şeyler yapıyoruz. İkinci hafta, soluğu kullanarak gövdenin duruşlarını nasıl ayarlayabileceğimiz, hem en geniş biçimde soluk almanın hem de gövdeyi kullanmanın yöntemleri üzerinde durduk. Yerlerde büküldük, açıldık vs. Üçüncü hafta, Usta nötr masklar getirmişti. Nötr maskları takıp dev aynaların karşısına geçirdi bizi. Dev aynalar karşısında oyunlar oynadık. Neler? Biri asil oluyor, biri dilenci oluyor, vs. Ve maskları kullandırdı. Masklarla vücudunu denetleme; mask sana ne gövde getiriyor; tabii bu arada bir de mask nasıl kullanılır- Japon Tiyatrosunda mask nasıl kullanılır gibi ara bilgileri de veriyordu. 
Bu arada Beklan Algan, Ayperi Akal’ın daha önce üzerinde çalıştığı ve yarım kalan, sonunda Zeynep Oral’ın oturup yeniden toparladığıAdsız Oyun üzerinde çalışmaya başlamıştı. İlginç bir prodüksiyon oldu. Oyun başlıyordu fakat kapıları açmıyorduk. İçerde bir cenaze töreni vardı. Soprano Jale Aykut bangır, bangır Ave Maria’yı söylüyordu. Seyirci kapının aralığından içerde oyunun başladığını görüyor ama içeri giremiyordu. Hiç alışılagelmiş bir şey değildi. Oyun böyle başlıyordu. Sonra bir ara kilitleri açıyorlardı ve seyirci kapının açık olduğunu fark ediyordu. İçeri giriyorlardı fakat sandalyeler yok, koltuk da yok. Bu sefer – biz yukardan görebiliyorduk- sandalye koltuk arıyorlardı, bulamıyorlardı. Sonra yavaş, yavaş tabureleri keşfediyorlardı. Üçer beşer tabureleri paylaşıyorlardı. Seyircinin ilk başta oynadığı 15 dakika bir oturma oyunu vardı aslında.
Beklan Algan Adsız Oyun projesine gireceğimizi söylediğinde biz, 60 genç ona direnmiştik. Çünkü şöyle bir felaket vardı: Biz Halkevindeyken, evimize yakındık. Öğlen gidiyorduk, yemeğimizi yiyorduk sonra dönüp oyunu çalışıyorduk. Akşam 6’da, 7’de, yemek saatinde eve gidiyorduk. Fakat Şehir Tiyatrolarında “Sabah 10’da gelin beyler” diyorlar. Tepebaşı’na gidiyorsun, akşam 9’lara, 10’lara kadar oradasın. Öncelikle yemek problem, acıkıyoruz. Biz genciz, çok çocuğuz ve ciddi bir açlık yaşamaya başladık. İlk zamanlar 25 kuruşa simit yiyorduk, çay da yoktu. Felaket bir durumdu fakat kimse gitmiyor, 60 genç dağılmıyor. Giderek süzülmeye başladık. Soğuk bir yer. Ayla Algan, sağ olsun, bize tüplerin üzerine yerleştirilmiş ısıtma cihazları getirdi. Fakat bir gün biri dedi ki: “bunlardan biri gaz kaçırırsa, yaklaşık otuz tüp var, burada canlı hiçbir şey bırakmaz.” Ve tüpleri toparlayıp götürdüler tabii.

Çalışma koşullarını biraz daha ayrıntılandırır mısınız?

Bir tek külotla çalışıyoruz. Örneğin, embriyo vaziyetinde yatıyoruz, sonra hamur yoğurma sahneleri var, sonra yavaş, yavaş kostümlerimizi giyeceğiz. Oyun böyle bir oyun. 80’li yıllarda kanserden yitirdiğimiz çok önemli bir mask sanatçımız vardı. Bir art direktör, sinemada da o işi yapıyordu. Mesela Jaws filmini Türkiye’de yapmıştır. Öyle büyük bir ustaydı. Kadın baktı ki ekip telef olmaya başladı, Cihangir’de oturuyordu, tiyatroya gelirken kasaplardan kemikler topluyor, her kasaptan bir kemik alıyor. Onları sabahleyin 9,5-10’da tencereye atıyor. 1 saat kaynıyorlar. Onun içine veriyor unu ve un çorbası yapıyor. O un çorbası yok mu, ben dünyanın her yerinde yemek yedim ama o un çorbası çok başka bir şeydi. Un çorbası, soğan, bulursa biraz da süt katıyordu. Bununla bizi ayakta tuttu. Ciddi açlık içindeydik, çünkü Şehir Tiyatrosu para vermiyordu.

Demek Şehir Tiyatrosunun maddi bir katkısı yoktu. Peki, nerede çalışıyordunuz?

Hayır, hayır! Para yok! Şehir Tiyatrolarının, şu an TÜYAP fuar salonunun olduğu yerde kurulu olan Tepebaşı Deneme Sahnesinde. Burası, bence araştırın çok önemlidir, Dram Tiyatrosuydu. Dram Tiyatrosunu o dönem TÜYAP’çılar yakmak istiyorlardı. Çünkü çok merkezi bir yerdi. Orası yanarsa, müthiş bir şey olacak. Dram Tiyatrosu 2, 3 kere yakılmaya çalışıldı. Başarılı olamadı, yangın söndü. Ama üçüncüde, 70’li yılların tam başında, öyle bir yaktılar ki tamamen gitti. Kemal Alben diye biri vardır, usta bir adamdır, o burasının eski bir maketini yaptı, sadece o maket, başka hiçbir şey kalmamıştır. Bu arada her yer yandı ama bir tek marangozhane yanmadı. Tiyatro binası yapılırken, Muhsin Ertuğrul, bir tiyatro binası kadar da kocaman bir marangozhane yaptırıyor, dekorlar için. Marangozhane ayakta kalmıştı. Beklan Algan da orada oyun çalışmaya başladı. Tabii ısıtması yok, felaketler yaşanıyor ama biz de çok inançlıyız.

Aynı zamanda marangozhane olarak da çalışıyor muydu?

Evet, marangozhane olarak da çalışıyordu. Bu arada marangozhane dediğimiz bu yerin içinde bir sahne vardı. Niye vardı o sahne bilmiyorum. Belki bir prova sahnesiydi orası ama bir sahne vardı işte. Tepebaşı Sahnesi, o marangozhanede, Beklan Algan’ın inadıyla 1974’de harekete geçti. Kemal Alben’ler falan da oradalar. Güner Peyman’a Şehir Tiyatrosunda kadro vermiyorlar, canını çıkarıyorlar, beş para vermiyorlar. Ciddi açlık yaşıyor o da. Güner Peyman da dekoratörlüğünü yapıyor. 
Klaus Boltze ile üç hafta süren çalışmalardan sonra Muhsin Ertuğrul, Franz Joseph Bogner adlı bir mim sanatçısı getirdi. O günlerde, okullarda mim dersleri veren Vecihi Ofluoğlu vardı. Onunla çok tartıştılar. Tabii biz konuyu hiç bilmiyoruz, “Marcel Marceau estetiği ve Marcel Marceau’ya karşı olanlar”. Bunlar tartışılıyordu, biz de Vecihi’ye kızıyoruz. “Vecihi sus! Adam anlatacağını anlatsın. Sen adamla boğuşma.” Halbuki, Vecihi de adamla tartışarak çok önemli şeyleri açığa çıkarıyor o günlerde. Ama biz anlamıyoruz. Vecihi’ye kızıyoruz. Bu çalışmalar Eylül ayından Haziran ayına kadar sürdü. Bu arada Şubat ayından itibaren de Adsız Oyun’un provalarına başladık. Çok soğuktu, Emek Sinemasının yanında bir tiyatro vardır, yanmış bir tiyatrodur orası da. İstanbul’da bütün tiyatro binaları yakılarak ortadan kaldırılmıştı. Öyle bir yöntem vardı İstanbul’da. En sonunda da eski bir tiyatro salonunu, sonra sinema salonu olan Elhamra’yı yaktılar. Bu sanat karşıtı ciddi bir şiddet eylemidir. Bence bunu da araştırmak lazım. Şan Tiyatrosu yakılarak yok edilmiştir. Tan yakılmıştır. Saldırısız hiçbiri teslim olmamıştır. Bütün tiyatro binaları direnmiştir.

Adsız Oyun’dan bahseder misiniz?

Oyunumuz, enteresan bir oyundu. Sokrates’le başlıyordu ve Bulgaristan’ın komünist önderi Dimitrov’a kadar bütün baş kaldıranları içeriyordu. Oyun şöyle başlıyordu; “Bozguncu, anarşist, düzen bozucu, yakalayın, dinsizler, varlık düşmanı” diyerek bütün egemen sınıflar içeriye dalıyorlar. Diyorlar ki: “Bugünkü toplumsal huzursuzluğun bütün nedeni geçmiştekilerin, geçmişte düzene başkaldıranların yeterli cezaları almamalarından kaynaklanıyor. Gidin bunların hepsini, mezarlarından çıkarın getirin, bir daha yargılayacağız.” Hepsini kefenler içinde, kulisten getiriyorlar, sahneye atıyorlar. Cesetler tekrar kendi haline geliyorlar. Tam bir Polonya Tiyatro yöntemi kullanıyorlar orada. Bir oyuncu “Bu ben, ben kimim, ben Sok, ben Sokrates” diyor, diğeri “Ben Cromwell”, bir diğeri “Ben Dimitrov” diyor. Herkes yavaş, yavaş kendini bulmaya başlıyor. “Götürün, tıkın bunları zindana” diyorlar, sonra da “Getirin bakalım, ne demiş o Sokrates”. Üç yargıç var. Birini Fehmi Yaşar, öbürünü Deniz Uyguner oynuyordu. Bunları savunan oyuncuyu da Hikmet Körmükçü oynuyordu –şu anda Şehir Tiyatrolarında Münevver’in Hasbihali adlı bir gösteride oynuyor.

Muhsin Ertuğrul’un bu dönemde pek çok siyasiyi Şehir Tiyatrolarına aldığı söyleniyor. Bu oyun kadrosunda da var mıydı?

Avni Yalçın yeni hapisten çıkmış, THKP-C davasından, Mahirlerin davasından yargılanmış. Mustafa Alabora hapisten çıkmış. Emel Mesçi yine hapisten çıkmış. Kuliste müthiş bir tartışma var, “siz sattınız, siz ele verdiniz bizi, siz yaktınız” tartışmaları. Biz de tabii bu arada, bir yandan “Polonya estetiği” tartışması dinliyoruz, bir yandan da “siz bombayı attınız ama orası okuldu, çocuğun nasıl kolu koptu” tartışmalarını dinliyoruz. THKP-C’nin o dönem başladığı eylemler var. Hüdayi Arıkan diye bir çocuk vardı, ince uzun boylu, banka soygunlarında bu çocuğu öne çıkartıyorlar. Ve gazeteler “Deniz Gezmiş yaptı” diye yazıyorlar. Bunlar da Deniz Gezmiş’lerin üzerine kaldı diye seviniyorlar. Böyle bir tartışma var anlıyor musunuz? Çok ayrıntı var aslında, işte bunlar tartışılıyor kuliste bir yandan. İçlerinde Avni Yalçın ve Mustafa Alabora biraz hafif suçlu gibi, ama Ayşe Emel Mesçi hep darbe yemiş kadın olarak, gözlerini boşluğa dikip anlatıyor, biz de hep etrafındayız, heyecanla onu dinliyoruz. Dediğim gibi THKP-C’nin 70’li yıllardaki eylemleri var. Mahir’lerin, Maltepe Askeri Cezaevi’ni kazarak kaçışı var. Mahir’in son on güne kadar haberi yokmuş da, aslında Cihan Alptekin kazdırıyormuş gibisinden tartışmalar. Ertuğrul Kürkçü’nün sağ yakalanmasının acı tartışması var. Tam bir 12 Mart sonrası hesaplaşması var. Bir yandan da Polonya Tiyatrosu, Grotowski ve Szajna’nın yaşadığı dram var. Biliyorsunuz Szajna toplama kampında kurşuna dizilen son 20, 25 kişi arasında. Vuruyorlar, vuruyorlar artık son 25 kişiye geliyorlar. O sırada kampı basıyor Kızıl Ordu ve onları kurtarıyor. Kurtarılmak, kurtulmak ve kurtulmamak… Önceki ölenlerin şokunu yaşıyor yıllarca Szajna.

Oyuna dönersek…

Adsız Oyun yüzyıllarla hesaplaşıyor, böyle bir kurgusu var. Şubat ayında karşımıza Şehir Tiyatrosu sanatçıları geldi. Biz ne kadar heyecanlı, ne kadar önce kendini yerden yere atıp sonra havalardaysak, maalesef şehir tiyatrosu sanatçıları da tam tersiydi. “Durun oğlum, acele etmeyin bakalım, tekst nedir?” diyorlardı. Oysa ki, bizim için tekstin hiçbir önemi yok. Bir şey söylüyorlar on tane çeşitleme oynuyoruz. Hatırlıyorum da Emek Sinemasının yanındaki Yeni Komedi Tiyatrosunda bir doğaçlama yaptırılmağa kalkıldı; Şehir Tiyatrosu sanatçılarıyla bizim aramızda müthiş münakaşalar çıkmıştı. Onlar bu genç, saçları rüzgar kokan çocuklardan rahatsız oluyorlar. Rüzgar kokuyormuşuz biz. Rüzgar kokuyorduk hakikaten. İki ayrı grup olarak çalışmaya başladık. Sonra yavaş, yavaş bu tartışmalar, çatışmalar Beklan Algan tarafından asgariye indirildi. Çok ayrı dünyalardaydık. Biz para almıyorduk. Hiçbir iddiamız yoktu. Sadece sahneye çıkmak istiyorduk. Onların ise başka dertleri vardı, dublaja yetişecekti adam, o yüzden bu doğaçlamanın uzamasına sinirleniyordu. Çünkü o bu gelenekle yetişmişti.

Şehir Tiyatrosu oyuncuları oraya nasıl geldi peki?

Şöyle oldu. O dönem bakıldı, bazı “baba” roller var. Bizim o rolleri ne yaş olarak oynamaya imkanımız var, ne fizik olarak. Bir de sonuç olarak Şehir Tiyatrosu çalışması bu ve orada amatör bir çalışma havası olmasın istiyorlardı. Böylece bir ilişki doğdu. Şehir Tiyatrosu sanatçıları daha önceki gövde çalışmalarına da geldiler ama bir geldiler, bir gelemediler. Her gün sıkıntı halindeydiler. Öyle bir dönemdi. Deneme Sahnesi ki, o zaman adı daha Deneme Sahnesi değildi, Tepebaşı Tiyatrosu böylece yeniden hayata geçti. 
Haziranda Adsız Oyun İstanbul Festivali’ne katılacaktı. O sene Türkiye’de –tırnak içinde- özgürlük rüzgarları esiyordu. CHP-MSP koalisyonu vardı. Gençler dernekler kuruyordu, İstanbul’un dört bir yanında. O günlerde, Tepebaşı’nda olduğum dönemde, Kasımpaşa’da Çaydanlık sokağında bir dernek kurulmuştu. Bir süre sonra, oradaki gençlerle Tepebaşı Yeni Komedi Tiyatrosunda prova almaya başladık. Çok soğuktu. Gerçekten üşüyorduk. Ağır hastalıklar geçirdi bazıları. Orada provalar yapmaya çalışırken, birden bire kapının aralığından içeri bir epik tiyatro örneğinin çalışıldığı haberleri yayılmağa başladı. Vasıf Öngören hapisten çıkmıştı. Ve Muhsin Ertuğrul’un da o güzelim hoşgörüsüyle, burada Oyun Nasıl Oynanmalı’yı sahneye koyuyordu. Eğer gerçekten Türk tiyatrosunun milli bir kadrosu kurulacaksa budur, başrollerde Şener Şen, Meral Taygun, –şu anda Bizimkiler’de oynayan-Güzin Özipek, düşünün Cüneyt Türel fedai rolüne çıkıyordu, o kadar milli takım bir kadroydu. En ufak rol için en önemli oyuncular gelmişlerdi. Biz de o aralar “nasıl prova yapıyorlar acaba” diye bakıyoruz. Fakat prova yapmıyorlar. Vasıf Öngören’in elinde Maurice Comfort’un Bilgi Teorisi adlı kitabı var. Sadece onu konuşuyorlar. Bilgi Teorisi, nasıl bilgileniyoruz, bilgilenmeyi nasıl yapıyoruz diye anlatıyor Vasıf.

Oyuncuların buna tepkisi nasıl oluyor?

Kendi aralarında “galiba metin daha hazır değil, yönetmen bizi oyalıyor” diyorlar. Çünkü Şehir Tiyatrosunda şöyle bir yöntem var o günlerde: 45 gün prova, sonra oyun. Ve herkes o bir yıl boyunca aldığı maaşa karşılık 45 gün ciddi mesai yapıyor. Türkiye’de biliyorsunuz mesainin esası, sabah 9’da başlayan mesaidir. Dublaj stüdyolarında saat 10’da başlar bu işler. Akşam 9’la 11 arasında iki saat oyun oynamanın hiçbir önemi yoktur yani. Oyuncular yılda bir kere olmak üzere bu 45 günlerini veriyorlar bu işe. Ama Vasıf Öngören oturmuş Comfort’un teorisini çalıştırıyor. Cüneyt Türel büyük bir heyecanla notlar alıyor, açıklamalar yapıyor. Vasıf’la daha önce de çalışmış. Meral Taygun müthiş bir amatör ruhla çalışıyor çünkü o da daha önce Actor Studio’da, Amerika’da eğitim görmüş, Yale Üniversitesi’nde bir takım çalışmalar yapmış. Ali Taygun İngiltere’de Tebai’ye Karşı Yediler ya da Yedi Komutan diye anılan oyunu sahneye koymuş. Bunlar gelmişler Vasıf Öngören’den epik tiyatroyu öğrenmeye çalışıyorlar. 
Oyunun çok basit bir konusu vardır. Oyun Nasıl Oynanmalı Türkan Şoray’ın hayatıdır aslında. Arkadaki metinde, fabrikada bir grev vardır. Bir yandan grev sürmektedir fakat aile greve destek vermek yerine eğer kızları artist olursa kurtulurlar hayaliyle hareket eder. Ve bir yarışma programı yapılıyor. İki tane yarışmacı var. Hayatı devam ettirebildikleri müddetçe oyun sürüyor. Sonra o evin kızı büyüyor, gelişiyor, büyük bir aktris oluyor ama artık “prodüktörlerin kadını” oluyor. Aileyle hiçbir bağı kalmıyor. Aile çıkmaza düşüyor. Bu sefer yarışmacılar diyor ki “Şimdi de küçük kızı artist yapsak”. “Bakın işte şimdi çıkmaza girdiniz, bu filmi bir kere gördük. Yine aynı şeyler olacak” diyorlar. Oyunun sonunda da Savaş Dinçel anlatıcıyı oynuyordu. Diyordu ki: “Sayın seyirciler bu oyun burada böyle noktalandı ama bu oyun dışarıda her gün sürüyor, siz müdahale edinceye kadar hep böyle oynanacak” ve oyun bitiyordu. 
Oyunun provaları, oyuncular çok huzursuz. Birer, ikişer bırakıp gidiyorlar. Füsun Erbulak, Şehir Tiyatrosu kadrosunda değildi ama, o da geliyor izliyor çalışmaları, tartışmaları. İstanbul’da çok büyük bir tekstil grevi yaşanıyor bu arada. Epengle Fabrikası’nda büyük bir grev var. O kadar ki biz bile merakımızdan gidiyoruz grev yerine. Müthiş bir grev çadırı var. Grev çadırının içinde şimdi bakıyorum da kimler varmış. Hürriyet gazetesi dış haberler yazarı Ferai Tunç hanımefendiden, Füsun Erbulak’a kadar herkes o çadırın içindeymiş. Bu arada bir yandan da Vasıf’ın Şehir Tiyatrolarında başlattığı “epik tiyatro” tartışmaları yaşanıyor. Bir kısım epik tiyatroya ağzına gelen küfürleri ediyor. Bu epikliğin Türk tiyatrosunu bitirdiği, eskiden epik oyun olmadığı zaman çok iyi olduğu, bu belayı başımıza Haldun Taner’in açtığı, Vasıf’ın da bunun çok koyu savunucusu olduğu tartışmaları. Biz çok etkilendik tabii. Ve Vasıf Öngören’le konuşmanın yollarını arıyoruz. Ben bu fırsatı yakaladım. O günlerde, şimdi İzmir’de öğretim üyesi olan Mutlu Parkan bana dedi ki: “Gel ev tutalım.” Fransa’dan yeni dönmüş. Aylığı 1000 liraya, Cihangir’de bir ev tuttuk. 500 lira o veriyor, 500 lira ben veriyorum. Büyük bir şans yukarda Vasıf Öngören oturuyor. Mutlu Parkan da Brecht üzerine çok önemli bilgilere sahip. Hatta Vasıf’tan daha çok şeyler biliyor. Vasıf’la bir akşam oturduk. “Aman Vasıf abi bize Brecht anlat.” Kırmıyor bizleri. “Efendim bir gün Brecht…” diyor ve başlıyor. İlk Brecht bilgilerimiz böyle oluşuyor. Kitap yok, hiçbir şey yok. Brecht üzerine çok iddialı Vasıf Öngören ama Mutlu Parkan bir akşam dedi ki: “Hurda Alımında Brecht’in filozofa söylettiği bir laf var.” Vasıf dedi ki: “Hurda Alımı ne yahu?” “O’nun böyle bir metni var.” “Bilmiyorum” dedi Vasıf, “okumadım.” Mutlu çok hayret etti. Vasıf Hurda Alımını okumamıştı ve bilmiyordu. Ama Türkçe’de de yoktu Hurda Alımı. O Berlin’deyken de çıkmamış böyle bir şey. Sonra Mutlu ondan bölümler çevirip Vasıf’a anlatmaya başladı ve Vasıf büyük bir heyecanla not alıyordu Hurda Alımını. Daha sonra Günebakan Yayınları diye bir kitapçı bunu çıkardı. Vasıf o zaman okudu ilk defa.
Bir gün Vasıf bize dedi ki: “Beklan Algan’ın tiyatrosu illüzyona dayalı bir tiyatro, oysa çağımızın tiyatrosu her türlü illüzyonu parçalamalıdır.” Ben bunu bir kaptım tabii, hemen arkadaşlara söyledim: “Vasıf abi diyor ki illüzyonları parçalamamız gerekiyormuş.” Ulan bu illüzyonları nasıl parçalayacağız? Ne yapacağız? O zaman dedik ki: “Biz Brecht’ten bir oyun oynarsak illüzyonları mis gibi parçalarız”. Brecht’ten oyun ama ne yapacağız, arıyoruz. Aradık, taradık. Sahne Kapısı yayınlarından 1962 yılında Brecht’in Kuralla Kuraldışı oyunu çıkmış, Ünal Üstün’ün çevirisiyle. Fakat bu oyun sınıf ayrımı yapıyor diye yasaklanmış. Bu kitabın bir tane kopyası bulundu. Biz bunu oturduk okuyoruz. O günlerde Avusturya’dan gelmiş, köy seyirlik oyunları üzerine araştırma yapan Ayşın Candan bize dedi ki: “Bu çeviri yanlış. Durun ben bunu yeniden çevireyim.” Çok sevindik. Ataol Behramoğlu dedi ki: “Ben de şiirlerini yeniden düzenliyim.” O zamanlar biliyorsunuz mumlu kağıda yazılıyor ve teksir yapılıyor. Yazdılar, çevirdiler. Hadi alın oynayın. İşin içinde Ataol Behramoğlu var, Ayşın Candan var. Ayşın Candan dedi ki: “Ben bunu size sahneye koyayım.” Mutlu Parkan da yargıç rolünü oynamayı kabul etti. Biz bir yandan da Şehir tiyatrosunda çalışma yapıyoruz. Ve Adsız Oyun çalışıyoruz. Bir anda tabii dünyamız ikiye bölündü. Nerede prova yapacağız? Bu sırada Kasımpaşa’da, bu benim gittiğim dernekte Hasan öğretmen diye biri vardı, dedi ki: “Kardeşim ben Hacı Hüsrev mahallesinde, yankesiciler mahallesinde ders veriyorum, gelin orada hem tiyatro çalışın, hem çocuklar sizi seyretsin.” Bu sefer bizim ekip toplandı, Tepebaşı’ndan aşağı vuruyoruz, Kasımpaşa’dan biraz yürüyoruz Hacı Hüsrev mahallesine çıkıyoruz. Bütün o yankesici çocuklar toplanıyorlar, biz orada prova yapıyoruz. Gerçekten enteresan, çocuklar seyrediyorlar, içlerinde eli uzunlar da var. Arada bizi soyuyorlar, öyle bir şeyler de oluyor. “Arkadaşlar çok ayıp biz buraya size sanat öğretmeye geliyoruz” diyoruz. İşte burada hazırlandı ve sergilendi Kuralla Kuraldışı.

Ne zaman?

1974’te. Sonra bizi şikayet ettiler Şehir Tiyatrolarında, “bunlar gizli, gizli oralarda oyun oynuyorlar” diye. Topluluğumuzun adına “Yol Oyuncuları” dedik. Yol Oyuncuları sadece bir oyun, Brecht’ten Kuralla Kuraldışı’nı oynamış bir topluluktur. Bu arada gene 12 Mart hesaplaşmaları sürüyor. Gül Güneş diye bir kız vardı aramızda. Haziran Hareketi diye bir hareket çıkmıştı; Mihri Belli’ci bir hareketmiş. Sonra Gül Güneş’i yakalamışlar ama bir şekilde serbest bırakılmış ve daha sonra birçok adam yakalanmış. Oyun çıkmadan birkaç gün evvel dediler ki: “Bu kız haindir, bunu oynatmayın, kovun aranızdan”. Grup hemen toplandı ve kızı aramızdan kovduk. Gitti. Hain ya. Kız çok üzüldü, perişan oldu. Bütün tekstleri o yazmıştı ama maalesef Gül Güneş aramızdan kovuldu. Önemli rollerden birini mimci Vecihi Ofluoğlu oynuyor, kılavuz rolünü. Ben tüccar rolünü oynuyorum. Bir de Gül Güneş’in sevgilisi bir çocuk vardı İlhami, o da hamal rolünü oynuyor. O nedense gitmedi, kaldı ekipte. Böylece oyunu oynadık. Tepebaşı gazinosunda oynadık, değişik yerlerde oynandı oyun. Vasıf dedi ki bize: “Aslında siz Brecht yöntemini kavramakta zorluk çekiyorsunuz ama Brecht zaten bu tip oyunları diyalektiği öğrenmek için yazmıştır. Siz bunu oynayın oynadıkça daha nesnel oynamayı öğreneceksiniz.” Bu arada bizi hep eleştiriyordu: “Niye sen orada bir havaya giriyorsun? Girme, orada çok net jestini göster bakalım” diyordu. 
Oyunda bir hamal vardır, tüccar bunu ezer. Bir petrol kuyusu bulmuşlardır. Tüccar kötü davrandıkça, hamal hep iyi davranır. Fakat sonunda tüccar onun iyi davranışlarından kuşkulanır ve kendini öldürecek korkusuyla hamalı öldürür. Mahkemeye düşerler. Mahkemede tam tüccar ceza alacakken, yargıç hamalın aslında kendi bulunduğu konuma uygun davranmadığını, böylece tüccarı korkuttuğunu ve bunun için de ölümü hak ettiğini savunur ve tüccar beraat eder. Böyle biter oyunun hikayesi.

Vasıf Öngören Şehir Tiyatrosu kadrosunda mıydı?

Hayır, bir oyunluk konuk yönetmen olarak geldi. O sene Şehir Tiyatrolarında, “Bu Oyun Nasıl Oynanmalı çıkmadı, çıkmayacak…” bir sürü dedikodu, derken Bu Oyun Nasıl Oynanmalı oynanmağa başladı. Nisan ayında oyun iki ay oynandı. Ve Şehir Tiyatroları tatile girdi. 
O yaz biz de İstanbul Festivali kapsamında oyunumuzu oynayacağız. Fakat o sene festivalde büyük bir katliam oldu. Adsız Oyunfestival kapsamına alınmadı. Bu arada Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi de programdan çıkarıldı. Ali Taygun ve Yaşar Kemal birbirlerine girdiler. Yaşar Kemal dedi ki: “Oyunu Ali Taygun yapmış, bir problem varsa o tavır alsın.” Bu arada bir folklor kongresi yapılacaktı, o günlerde profesör Pertev Naili Boratav ve İlhan Başgöz İstanbul’a çağrıldılar. Fakat kongre başlangıcında bunlar konuşturulmayarak kongreden atıldılar, hatta kongre iptal edildi galiba. Öyle anımsıyorum. Böyle bir felaket yaşandı İstanbul Festivali’nde. İlk defa 73’te başlamıştı bu festival ve bir holding festivaliydi. Burayı holdingler destekliyordu ve daha ikinci yılında holding yöneticileri hem de profesör düzeyindeki iki adama karşı böyle bir harekete giriştiler. Ağrı Dağı Efsanesi’ni attılar festivalden. Bir yandan da Türkiye’de müthiş bir özgürlük dalgası esiyor. CHP-MSP koalisyonu var, o arada Kıbrıs olayları yaşanıyor bir yandan. Türkiye Kıbrıs’a çıkartma yapıyor o yaz. İnanılmaz günler. Adsız Oyun bitti. 15 gösteri yaptı ve 15 gösteri sonunda bitti. Ben, oyunda ilk başta üzerinde kemiklerle büyücüydüm, sonra bu büyücü giderek değişiyor ve en sonunda papa olarak oturuyordum. Adsız Oyun bitti. 
Vasıf Öngören dedi ki: “Bu şehir tiyatrolarında bu kadroyla hiçbir şey yapılamaz.” Yeni bir tiyatro kurma önerisini getirdi. Biz yine oradayız, dizinin dibinde oturuyoruz. Vasıf Öngören’in evinde çok garip bir salonu var. Salonda hiçbir eşya yok. 4, 5 tane sandalye var sadece. İki tane koltuk var, bir de uzun bir sunta, üzerinde her dilden kitaplar var. Ve ortada bir tane daktilo var. Siz tam bir şey diyecekken, O gidiyor suntanın bir yerinden bir kitap buluyor ve oradan bir şey okuyor. 
O günlerde Kıbrıs olayları yaşandı. Sonbahara doğru ilk defa MC kurulması gündeme geldi. Çünkü Kıbrıs olaylarından sonra Ecevit Erbakan’la koalisyonu bozdu. Başka bir hükümet kurmaya çabaladı. Olmadı. Bu sefer Demirel, Türkeş, Feyzioğlu, Erbakan hepsi bir araya gelerek bir MC kurdular. Milliyetçi Cepheye karşı DİSK de başka bir cephe önerdi. Bu arada Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmaya çalışılıyor. Üniversitede de bizim son zamanlarımız. O günlerde Şahin Aydın, arkasından Kerim Yaman öldürülerek ilk siyasi cinayet başladı. Enver Gökçe de şu şiirini o günlerde yazdı, “Panzerler Üstümüze Kalkar” kitabında: 
“Kerim Yaman Şahin Aydın öldürülüyorsa 
Daha güzel olsun diyedir dünya” 
Tam o günlerde tartışıyoruz, o 60 gençten bir kısmı Şehir Tiyatrosunun değişik kadrolarına girdiler. O senenin sonbaharında bir Yunus Emre oyunu çalışılıyordu. Ben dedim ki Vasıf Öngören’e: “Ben bu Şehir Tiyatrosunda kalmak istemiyorum.” Zaten Beklan Algan’la yaptığımız oyun bitmişti. Tekrar yapılacak mı, yapılmayacak mı belli değil. “İyi, biz bir tiyatro kuruyoruz, gel oraya” dedi. İstanbul Birliği Sahnesi diye önerdi, sonra İstanbul Birlik Sahnesi diye adı kondu. Çünkü onlar daha önce Ankara Birlik Sahnesini kurmuştu. Ben de oraya girdim. Meral Taygun’lar, Oktay Sözbir’ler vardı kadroda. Handan Selçuk vardı, İlhan Selçuk’un karısı, tiyatronun müdürlüğünü yapıyordu. Ben de müdür yardımcılığını yapıyordum. Ayak işleri yapıyordum, yerleri süpürüyordum, dekorları kuruyordum. Böyle başladım. 
Bu arada, Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde, o senenin sonunda, Beklan Algan Adsız Oyun’u bir daha sahneye koymaya çalıştı, hatta bana da çağrı yaptı. Ben gitmedim. Daha doğrusu önce gittim sonra istemedim. Sonra başka bir çocuk o rolü oynamaya soyundu. Fakat oyun geniş kadrosundan ötürü bir türlü toparlanamadı. Bizim 60 kişilik o amatör kadro da dağılmıştı. Işıl Kasapoğlu da kopmuştu, tekrar lisesine dönmüştü galiba, ya da öyle bir çalışma yapıyordu. Oyun tekrar oynanamadı. Fakat Beklan Algan orada ayak diredi. Adını Deneme Sahnesi koydu. Bu sefer Günay Akarsu’yu çağırdı. Yeniden bir kadro topladılar orada. Epey uzun çalışmalardan sonra, Deneme Sahnesi Peter Weiss’ın Marat-Sade oyunuyla yeniden harekete geçti. Marat-Sade Erol Keskin’in Marat’yı, Marki de Sade’ı da ünlü oyuncu Agah Hün’ün oynadığı çok enteresan denemelerden biridir. Oyun ortada oynanıyordu. Seyirciler salonun 360 derece etrafında oturuyorlardı. Bütün salon deliler evi, tımarhane olmuştu. Marat-Sade’ın ardından Beklan Algan, Çetin İpekaya, Erol Keskin, Haluk Şevket Ataseven gibi bir takım tiyatro adamları bir araya geldiler. Burada bir proje yapmaya soyundular. Bu projelerden bir tanesi, aslında hayattalar bunu onlarla konuşmak lazım, Altın Post diye bir projeydi. Ve seçilen bütün repertuarın bu projeye dayanmasını düşünüyorlardı. Üç oyundan oluşuyordu bu proje. Bir tanesi eski zamanları anlatan Troilos ile Kressida William Shakespeare’in, bir tanesi 30 yıl savaşlarını anlatan Cesaret Ana ve Çocukları, bir tanesi de Peter Weiss’in, bunu da Çetin İpekaya sahneye koyacaktı Saloz’un Mavalı. Bu üç oyundan bir üçleme yapacaklardı. Tiyatro ayrı günlerde bunu oynayacaktı ve Altın Post Üçlemesi diye bir oyun olacaktı bu. Sonra bu proje sahneye konamadı ama Beklan Algan, Ani İpekkaya’nın başrolünü oynadığı ve de en enteresan yorumlardan biri olan, bu sefer de seyircinin ortada oturduğu ama oyunun 360 derece bir sahnede oynandığı Cesaret Ana ve Çocukları’nı sahneye koydu. Müziklerini Ergüder Yoldaş besteledi. Bu da o dönemde Deneme Sahnesi’nin yaptığı önemli işlerden bir tanesidir. Sonra Deneme Sahnesi’nde, 1980’e doğru gelirken Başar Sabuncu, Can Yücel’in o günlerde yepyeni bir çeviriyle yeniden çevirdiği Bahar Noktası’nı sahneye koydu. Fakat Bahar Noktası oynanırken darbe oldu. Bu arada subaylar gelip provaları izliyorlardı. Ben bilmiyorum ama, Başar Sabuncu’nun eşi gidip subaya şöyle diyormuş: “Tamam mı? Sahnede bir problem yok di mi?” Onlar da “Estağfurullah biz anlamayız” diyorlarmış ama bir yandan da seyrediyorlarmış provaları. Komutanlık gönderiyormuş onları.

Vasıf Öngören’in Şehir Tiyatrolarıyla ilişkisini biraz daha açabilir misiniz?

Vasıf Öngören’in kadrosunda en basit bir rolü bile, Şehir Tiyatrolarından deneyimli bir oyuncu oynuyordu. Vasıf böyle bir şey istedi. Dedi ki: “Şehir Tiyatrolarına gelirim ama en küçük rolü bile deneyimli bir oyuncunun oynamasını istiyorum.” Bu oyun böyle çıkardı ancak.

Süreç 1974 ve 1975’i mi kapsıyor?

74-75 sezonunda tekrar başlamaya çalışıyor ama başaramıyor. 60 kişiyi harekete geçirmeye çalışıyor. 60 kişi dağıldı tabii. Bir kısım Şehir Tiyatrosuna Yunus Emre oyununa gittiler, bir kısmı da başka oyunlara, gene böyle figürasyon isteyen oyunlar vardı. Yunus Emre13. yüzyılda geçer, Recep Bilginer’in bu konuda yazdığı enteresan bir oyundur. Beylikler birbirine giriyor, arada da Yunus’un felsefesi var. Yunus Emre Taptuk Emre’nin kızına aşık oluyor, evlenecekler ama gerdeğe girmiyor, terk ediyor, gidiyor. Öyle bir tekst vardı.

Altın Post projesi 75-76 döneminde mi başlıyor?

Hayır, 77’de, hatta 79 galiba. Biz Lale Ulutepe’yle 1977 senesinin Kasım ayında tanışıyoruz ve 78 senesinde Lale’yle beraber gidiyoruz, Marat-Sade’ı seyrediyoruz. Onlar hiç anlamıyorlar, “ne kadar zor oyun” diyorlar. Düşün liselileri ben oraya götürmüşüm, oturuyorum onlara 75 saat Fransız Devrimi’ni anlatıyorum. Marat şöyle demiş, Danton böyle demiş, Robespierre şöyle demiş. Onlar da “Allah’ım ne zor konular” diye dinliyorlar.

75-76 yıllarında ne yapılıyor? Yani Muhsin Ertuğrul’un bulunduğu dönem içinde Adsız  Oyun’dan başka bir şey yapılıyor mu?

Hayır. Ondan sonra bir şey yapılmıyor. Bir süre bir durgunluk geçiriyor, tekrar bir kurs dönemine başlıyorlar. Bu kursa birtakım yeni insanlar geliyor. Bizden sonra gelenler çok akıllılar. Hemen Şehir Tiyatrosunun diğer oyunlarına kayarak işi hallediyorlar.

Kadro bulamama problemi devam ediyor yani.

Ediyor ama Ahmet İsvan varken işi hallediyordu. Aytekin Kotil geldi. Rüzgar değişti.

Hayati Asılyazıcı?

O en son artık. 80 darbesine doğru bir dönemdi. Başar Sabuncu’lar ona tavır aldılar. Ahmet İsvan’ın son döneminde ‘Yerinden Yönetim’ tartışmaları gündeme geldi. Beklan Algan bir projeyi varetmek için çok uzun zaman çalışır. Şimdi düşünsene 10 seneye yakındır Faust üstüne uğraşıyor.
Ben dünyada iki tip yönetmenle karşılaştım. Bir kısmı işi bitirici yönetmenlerdir. Bir kısmı da provayı çok sever. Beklan Algan’ın prova bittiği gün artık oyunla hiçbir ilgisi kalmamıştır. Provayı çok sever. Bayılır. Saatlerce prova yapar. Saatlerce tartışır. Vasıf da mesela, oyunu severdi ama provayı daha çok severdi. Ben de şahsen prova yapmayı çok severim. Yani uzun zaman provayla uğraşmayı severim. Bazıları da vardır, onlara fenalık gelir. Haluk Bilginer’le bir kere konuşuyorduk dedi ki: “Abi bir oyunun okuma provası, oyun ne kadar 2 saat mi, o kadardır işte. Gevezeliğe gerek yok.” Ben İngiltere’ye gittim dehşete kapıldım. 3 haftada oyun çıkarıyorlar, 4. hafta yok. Yönetmene dedim ki: “Sorsana oyuncuya ne oynamak istiyor”. “Manyak mısın? Burada öyle şey olmaz” dedi. Oyuncuya diyorsun ki “gül”, zaten adam 28 ayrı türde gülüyor. Moralim çöktü orada tabii.

Çok eğitimliler…

Öyle. “Hangisini istiyorsun?” diyor oyuncu. “Neler var?” diyor yönetmen. Her şeyi yaptı adam, hepsini de çok güzel yapıyor. Ben sabah saat 10’a doğru provaya geliyorum. Herif sabah saat 9’da traşını olmuş, saçlar pırıl, pırıl taranmış gelmiş, hazır yani. Bizde “hocam ben bunu henüz demleyemedim” derler, ezbersizliğin adı budur. “Ben bunu bir demliyim kafada” derler. Mesela biz geçen gün bir oyuna gittik, daha ezber oturmamış oyunda. Orada böyle bir şey yok. Birinci haftanın içinde tamamlanıyor, hatta zaman kaybetmemek için oyuncu metni daha önceden alıyor ezberliyor.

Muhsin Ertuğrul bu süreç içersinde nasıl bir konum alıyor?

Muhsin Ertuğrul müthiş heyecanlıydı. Bir de Avrupa’da Muhsin Ertuğrul’un eskilerden kalma çok büyük itibarı var. Enteresan bir adam, bürokrasiyi iyi kullanabiliyor. Aslında biliyorsunuz, Güllü Agop Osmanlı Tiyatrosu, Dram Kumpanyası vs. işleri yapmış. Her nedense tarih öyle yazılmamış. Tarihte ilk Türk tiyatrosunu kuran Muhsin Ertuğrul, ilk sahneye çıkan kadın da Bedia Muvahhit diye kabul edilirdi. Bizim zamanımızda bile Afife Jale adı anılmıyordu. Sadece arkalarda “aslında Afife vardı ama onu kimse bilmez” diye konuşuluyordu. Afife 80’lerden sonra moda oldu. Bedia Hanım ilk sahneye çıkan kadın kabul edildi yıllarca. Bir de diğerleri çok acı çekiyorlar tabii. Güllü Agop’lar çok perişan oluyorlar. Muhsin Ertuğrul o zaman bürokrasinin çatısı altına girerek Türk tiyatrosuna bir sığınak oluşturdu. Bugünlerde Metin And’ın önemli bir çalışması yayınlanacak, Osmanlı Tiyatrosuyla ilgili. Metin And’ın çalışması çok enteresan. Bence, biz de bunu gündemimize alıp tartışmalıyız. ‘Halk tiyatrosu’ tartışması önemli bir tartışma. Biz de bir şey söyleyeceğiz herhalde bu konuda. Orada büyük bir katliam var. Mesela Ortaoyuncular, Karagözcüler, Kuklacılar… Bunlar hepsi Osmanlı sanatı olarak görülüyor, ciddi bir katliam oluyor, kan akıyor.
80 darbesi oldu. Sonra bunlar darman duman oldu. Vasıf Öngören’le 1941-42’den İnsan Manzaraları’nı yaptılar. Meral Taygun bir ara AST’ta oynadı. Zengin Mutfağı’nı yazdı o ara Vasıf. Sonra İstanbul Birlik Sahnesi dağıldı. Onlar da zaten o dönem, Ferhat ile Şirinoynandıktan sonra çıktılar, gittiler Almanya’ya. Almanya’dan sonra da Amsterdam’a geçtiler. Meral Taygun hala Amsterdam’dadır.

Halk Sahnesi, Kocamustafapaşa’ya geliyor, Kocamustafapaşa bir tiyatrolar cenneti çünkü zengin bir Laz müteahhit tiyatro binaları inşa etmiş ‘Çevre Tiyatrosu’ adı altında. Hatta bunun öncülüğünü de Altan Erbulak ile Metin Serezli yapmışlar. Altan Erbulak ile Metin Serezli, ikisi de Dormen Tiyatrosu’nun en has oyuncularıdır. Bunlar, inanılmaz bir şey, 72 yılında oradan ayrıldılar ve Kocamustafapaşa’ya geldiler “Biz” dediler, “artık oradaki kırmızı kadife perdeleri, koltukları reddediyoruz. Biz burada halka tiyatro yapacağız.” Ve Kandemir Konduk’un yazdığı Yüzsüz Zühtü diye bir oyun oynadılar. İnanılmaz bir oyundu. Ben 12 kere izledim buYüzsüz Zühtü’yü. Bir adam var, sisteme uygun davrandıkça yüzünü yitiriyor. Böyle bir oyun Yüzsüz Zühtü. Bir oyun daha yaptılar Kim Kime Dum Duma. Burada da boğulan apartman kapıcısının oğluyla arkadaşı hapisten kaçıyorlar, geliyorlar, apartman yöneticisini rehin alıyorlar. Kapıları kırılan oyunlar bunlar. Benim oyunu 12 kere seyretmemin nedenlerinden biri şu, Altan Erbulak sahnede doğaçlamalara bayılıyor. Mesela oyun oynanırken 16. dakikada bir tuluat başlatıyor,  45 dakika bunu oynuyorlar, sonra tekrar metne dönüyorlar. Metin Serezli ne yapsın? Karşısında Altan Erbulak var. Mesela Altan Erbulak’ın Erol Günaydın’la yaptıkları bir doğaçlama şöyle: “Tamam ulan” diyor “neyle gidelim?” “Atla gidelim.” “Atı nerden bulacağız” Cebinden tebeşir çıkarıyor, yere bir tane at çiziyor. “Hadi gel buna binip gidelim” diyor. “Ulan ikimizi birden çekmiyor bu at.” “E önce sen bin atı ben çekeyim bari” diyor. Böyle bir tuluata başlıyor ve devam ediyor. Haldun Dormen’in oyunlarından birinde böyle bir tuluat yaparlarken, Haldun Dormen hırsından balkondan salona atlıyor.

İlk başlayan 60 genç dağıldı demiştiniz.

Evet, bir kısmı dağıldı. Dağılanlardan bir kısmı Fehmi Yaşar ve Selami Kaplan adlı arkadaşların öncülüğünde Gazete Tiyatrosu yapmak üzere ayrıldılar. Daha önce, 73-74 döneminde Gazete Tiyatrosu denemesi yapılmıştı Türkiye’de ve Haşmet Zeybek’in yazdığıBu Kaçıncı Baskı diye bir oyun oynanmıştı. Gazete Tiyatrosunda biliyorsunuz, o günün günlük gazetelerinden öyküler alıyorlar ve doğaçlamalar yapıyorlar. Aralarına bir takım amatör arkadaşları da alarak böyle bir tiyatro yapmaya kalktılar. Mesela Suzan Aksoy vardı aralarında, şu anda dizilerde ve Ali Poyrazoğlu topluluğunda oynuyor. Gene Haşmet Zeybek’in yazdığı Grev ya da Referandum adlı oyunu oynuyorlar. Topluluk bir akşam ‘Sağlık İşçileri Gecesi’nde oynarken, salonda bir kısım seyirci “ne Amerika ne Rusya bağımsız Türkiye”, bir kısmı da “kahrolsun Maocu itler” diye bağırır, ve birden bire sahnedeki ekip de kendilerinin bir kısmının “ne Amerika ne Rusya”yı alkışladığını, bir kısmının da “kahrolsun Maocu itler”i alkışladığını görür. O gece kuliste dağıldılar.

Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde kimler vardı? Çekirdeğinde kimler yer alıyordu?

Çekirdek kadro yoktu. Daha çok projeye yönelik çalışılıyordu. Bizim oynadığımız ilk dönemde Metin Çeliker, Engin Gürmen, Avni Yalçın, Hikmet Körmükçü, daha sonra Beklan’la Cesaret Ana projesinde çalışacak olan Leyla Altın gibi bir ekip vardı.

Haluk Şevket 70’lerin sonuna doğru mu geliyor?

70’lerin sonuna doğru onlar oraya gidip çalışmalar yapıyorlardı. Çünkü Haluk Şevket’le Erol Keskin çok iyi ahbaptılar. Onlar orada Çetin İpekkaya’yı da aralarına alıp Polonya Tiyatrosundan etkilenen, daha yeni denemelere açık böyle bir ekipleşmeye gittiler. Bu Altın Post da o tartışmaların sonunda çıktı.

Muhsin Ertuğrul Tepebaşı Deneme Sahnesi’ni izliyor muydu? Nasıl bir destek veriyordu? Maddi altyapı nasıl oluşuyordu? Şehir Tiyatroları bütçesinden mi?

Şehir Tiyatroları bizi kadrolarına almamıştı ama oyun başlarken hepimizi yevmiyeli oyuncu yapmıştı. Benim bir takım yönlerimden dolayı beni yevmiyeli yapmadılar. Bu anlamda da kirlenmedim yani. Muhsin Bey gelip gidiyordu. İncecik bir sesi vardı. Provalara gelip büyük bir heyecanla izliyordu. “İtalyan Sahneyi yıktık” diye çok büyük şamatalar yapıyorlardı. Çok da basit olmadı bu işler, onu da söyleyeyim. 
Bir akşam şöyle bir şey oldu. Meral Taygun, Ali Taygun, Rutkay Aziz hep beraber Adsız Oyun’u izlemeye geldiler. Oyunda bir sahne var, herkes sahneye dağılıyor ve diyor ki “ben şuyum, ben buyum”. Haşmet Zeybek de, onda hafif bir köylü şivesi vardır, Ali Taygun’un kollarından tutup “Ben Cromwell” diyince Ali Taygun şöyle bir durdu, biz de karşıda sahnedeyiz, seyirciyi görüyoruz, “Muhakkak” dedi, çıldırdı yani. Fakat o akşam da oyun biraz şamatalı oynanıyor. Salih Sarıkaya mübaşiri oynuyor. Arada bir dönüyor: “Aman herkes de beni tarihten sorumlu tutuyor ama ben ne yapabilirim ki ben memurum” diyor. Onlara bakıp şov yapıyor. Onlar özel kahkahalar patlatıyorlar. Fakat bu bizim 60 kişilik genç kadrosu, oyunun 5 dakika arasında bunların bizle alay ettiklerini konuştuk. Dışarı çıkarken birdenbire bunların yolunu kestik. Dedik ki “Siz bize neden saygısızlık yaptınız, neydi o kahkahalar? Ayıp değil mi? Utanmadınız mı?” Bunların üstüne yürüdük. Bu sefer Rutkay da “Gelin çocuklar, siz daha gençsiniz, bunu tartışalım” dedi. Ve ertesi gün geldik. Bir kısım Rutkay Aziz’e ikna oldu, “oyun zaten boktan oyundu” diye sattılar Beklan Algan’ı orada. Biz dedik ki: “Yine de böyle yapmamalıydılar. Bunlar tiyatrocuysa bize böyle davranmamaları gerekirdi”. Ama bayağı ağır bir tartışmaydı.

Bu 60 kişilik kadroya Şehir Tiyatrosu  sanatçıları  nasıl bakıyordu…

Kadroda kızlarımız vardı. Erkek oyuncular avuçlarını ovuşturarak geldiler. Çünkü Şehir Tiyatrosunda herkes birbirinin ne bok olduğunu bilir. Bu gençler onlara hayrandılar. “Aa falanca, aa falanca” diye. Ve kızlarımız, bizlerden çok önce, Beyoğlu’nu, Rum meyhanelerini keşfettiler. 4, 5 günde yaşanan büyük fırtınalı aşklar oldu. Erkekler öyle geldiler. Diğer bir kesim de bize geldi ve dediler ki: “Oo oğlum, bu Şehir Tiyatrosunda Şener Şen dolanmış, dolanmış da, 10 sene sonra demişler ki, oğlum sen bu tiyatroda mı oynuyordun?” Mesela benim papayı oynamam çok sinirlendirdi onları. Birkaç arkadaş vardı, en önemli rolleri aldılar. O önemli rolleri alanlara müthiş şekilde hakaret ettiler. Yumruk yumruğa giriştiğimiz bazı şeyler oldu ki ben hayatımda kimseyle kavga etmemişimdir. Çok ağır hakaretler ettiler bize çünkü.

Peki ya Muhsin Ertuğrul?

Muhsin Ertuğrul bunların çok uzağındaydı. Işık gibi gelir giderdi. İncecik bir sesi vardı zaten.

Adsız Oyun’u beğendi mi?

Adsız Oyun’da büyük şamata şuydu: “Biz İtalyan sahneyi yıktık.” Zaten Muhsin Ertuğrul da geldiğinde yeni bir mucize istiyordu. Tam bir yıl ertesinde yine İtalyan sahneyi yıkma çabalarında, Haşmet Zeybek Düğün ya da Davul diye bir oyun yazdı. Ve Muhsin Ertuğrul’un hayali olan, Gültepe Tiyatrosu açıldı, Bayrampaşa tiyatrosu açıldı. Buralarda, Pabuççu Ahmet diye Erlangen’e gitmiş, başarı kazanmış bir oyun vardı, o oynandı. Bayrampaşa’da da Düğün ya da Davul oyunu ortada oynandı. Ortada bir yükselti vardı ve bu deneme orada yapıldı. Ama bu denemede Zihni Küçümen mesela, en başta koştu. Hamit Akınlı bu denemede yer aldı, rejisörlük yaptı. Ondan sonra Zihni Göktay, Sezai Aytekin, onlar o zaman Bayrampaşa Tiyatrosu’na gidip bu denemeye katıldılar. Bunlar tabii o zaman daha bir gençti, daha genç olarak temsil ediyorlardı Şehir Tiyatrolarını.
Gencay Hanım ilk defa geldi buraları abad etti. Biliyorsun her gelen yönetici “aman masraf çıkarmayayım” derken, kadın masraf çıkardı. Muhteşem galalar yaptı. Sıradan insanların gelmesinden çok, Gencay Hanım zamanında bu galalara ilk defa holding yöneticileri geldi. Ve şehir tiyatroları medyanın gündemine girdi. 
Yerinden Yönetim isteyenler Muhsin Ertuğrul’a ‘tiyatromuzun İsmet Paşa’sı’ diye bir laf sokuşturuyorlardı. O’nun geride kaldığını iddia ediyorlardı. O günlerde politik oyunlar prim yapıyordu. Muhsin Ertuğrul da şöyle diyordu: “Sahnede söylediğimiz yeni sözlerin politik olması gibi, sahnede de bir yenilik lazım”. Bunlar ise biraz eski yöntemleri kullanarak politik oyunlar yapmayı yeğliyorlar. Yumruklar da kalkıyordu ama daha eski bir yöntemle tiyatro yapıyorlardı. Muhsin Ertuğrul ise sahnenin yenilenmesine ihtiyaç duyduğunu söylüyordu. O günlerde yeniliği temsil eden, içinde mistisizmi barındıran çalışmalardı. Vasıf’la bu yüzden anlaşamazlardı. Polonya Tiyatrosu rüzgarı Beklan Algan’lardan esiyordu. Vasıf’ın ki iki numara zor geliyordu herkese. Mesela diyordu ki Vasıf, “Sahneye çıkın dolaşın. Kendinize bir yer bulun.” Bu çok tedirgin ediyordu herkesi. “Bir sosyal jest bulun bakalım” diyordu. Mesela bir parti sahnesi vardı, Oyun Nasıl Oynanmalı’da. Kadroda bir kız oyuncu vardı. O kürkünü sallaya, sallaya hatta yere sürerek dolaşıyordu. Vasıf bu sosyal jesti çok beğeniyordu. Vasıf’ın oyunundan müthiş bir mucize beklendi. Hakikaten güzel bir oyundu. Çok enteresandı. Şener Şen çok güzel oynamıştı. Sonra AST yaptı bunu. İşte tam o günlerde AST da Ana oyununu oynuyordu, Maxim Gorki’den Ana’yla İstanbul’a turneye geldiler.

Politizasyon süreci devam ediyor.

74 affı olmuş. Bütün örgütlenmeler dışarı çıkmış. Henüz kitaplar bile doğru dürüst yokken ‘Ne yapmalı’ teksir halinde basılmış ve karton dosyalarda elden ele geçiyor.

Vasfi Rıza Zobu, Muhsin Ertuğrul’a ilişkin şöyle diyor: “74 sonrasında ipsiz sapsız solcuları tiyatroya doldurdu”.

Öyle ama yani onların dışında da adam mı vardı ki?

Muhsin Ertuğrul bu tür  yorumlara karşı bir tavır gösterdi  mi?

Muhsin Ertuğrul bu seviyeye inmezdi. Bu seviyeye inen Vasfi Rıza Zobu’dur. Muhsin Ertuğrul tiyatroyla uğraşırdı. Onun ‘tiyatro’ diye bir derdi vardı. O anlamda da tiyatroda en önemli şeyin eğitimden geçtiğini iddia ediyordu. Bize eğitimimiz için o hocaları getirdi. Mesela şimdi hocalar geliyorlar, bir hafta içinde bir takım workshoplar yapılıyor ve gidiyorlar. Onun dönemi öyle değil. Klaus Boltze ben bir konuyu anlatacağım, sonra da bir şov yapıp gideceğim derdinde değil. O ciddi anlamda bizim gövde sorunlarımızla uğraştı.

Beklan Algan var mıydı bu çalışmada?

Gelip izliyordu. Daha çok Şehir Tiyatrosu oyuncuları katılıyordu. 
Çalışmalarda ne yapılıyordu? Mesela ne kadar soluk dolduruyorsun? Soluğunu çok doldurunca nasıl duracaksın? Ne yapacaksın? Soluğu nereye vereceksin? Balon gibi şişmeyeceksin. Bunlara bakılıyordu. İnanılmaz işler bunlar. Bunlarla adam ince, ince üç hafta uğraştı.

Muhsin Ertuğrul yurtdışından getirttiği bu çalışmalara sizlerin de katılmanızın yolunu açmıştı.

Şehir Tiyatrolarında kağıtlar asılıyordu ama kimse gelmiyordu. Biz koşup gidiyorduk. Tam 74 yılı işte. 20 yaşındayız. Her şeyi öğrenmek istiyoruz. Deliler gibi roman okuyoruz. ‘İhtilalci Meksika’ oku gitsin. İnanılmaz. O dönemin Kültür-Sanat dergisi Yeni Adımlar’ı çıkarıyor Orhan Suda, Troçkist o günlerde. Onu okuyoruz. Orada bir takım tartışmalar var. Edebiyat tartışmaları.

Yerinden Yönetim meselesi…

Yerinden Yönetimin perde arkası var. Fatih Şehir Tiyatrolarında yönetime Sarp Kuray el koymuş ama yönetici Münir Özkul görünüyor. Münir Özkul’un çok tipik bir yazısı var, şöyle diyor: “Ah bu arkadaşlar bir bilseler ki, Kavuklu ve Pişekar’ın aslında ezen ezilen ilişkisini gösterdiğini. Hem ben daha rahat tiyatro yapacağım o zaman, hem de daha güzel oyunlar çıkaracağız.” Sarp Kuray öyle el koymuş ki, onun hayatı oynanıyor. Karar 74, yazan Cengiz Gündoğdu. Sarp Kuray rolünde Burçin Oraloğlu… Fakat Seçkin Hanım da o günlerde şöyle yazdı: “12 Mart’ı böyle değerlendirmemek lazım. Hem de zaten o günün devrimcilerinin böyle sahnede tavuk gibi öldürülmedikleri çok kesin.”

[1] Hamlet 70 projesinde bizzat yer alan Mehmet Ünal, söyleşi sonrası Tiyatro Boğaziçi ile irtibata geçip, bahsi geçen projede Yaman Okay'ın yer almadığını söylemiştir.