Uzun süre Diyarbakır Şehir Tiyatroları'nda Genel Sanat Yönetmenliği yaptınız. Diyarbakır'a gitmeye nasıl karar verdiniz ve orada nasıl bir tiyatro ortamı buldunuz?
Diyarbakır'a 1999 yılının Kasım ayında gittim, ancak buradaki Şehir Tiyatroları'nın kurucusu ben değilim. Benden önce zaten kurulmuştu. Şu an Eskişehir Şehir Tiyatroları'nda oyuncu olarak çalışan Mete Ayhan adında bir arkadaş Genel Sanat Yönetmenliği yapıyordu. Mete de aslında kuruluşun üzerine gelen bir kişi. Ben Mete'nin burada üç tane oyun çalıştığını öğreniyorum. Bir tanesi Aladağlı Mıho, ikinci oyun Silvanlı Kadınlar ve bir de çocuk oyunu: Barış Adası. Sezon bittikten sonra Mete Ayhan istifa ediyor ve gidiyor. Bir sanat yönetmeni arayışına giriyorlar. Ben de o sıralar Almanya'da tiyatro yapıyorum ve aynı zamanda Özgür Politika gazetesinde yazarlık yapıyorum. Bir ilişki aracılığıyla Diyarbakır'a davet edildim ve gittim.
Gittiğimde bir dağınıklıkla karşılaştım tabi, hem kurumsal, hem akılsal, hem de sanatsal bir dağınıklık vardı. Oyuncuların bir kısmı kadroluydu, bir kısmı ise gönüllü çalışıyordu ama aylık olarak belli bir ödeme yapılıyordu. Neler yapılabileceğimiz hakkında yaklaşık bir hafta toplantılar yaptık. Bu toplantılar oyuncuları tanımaya, performansı tanımaya, Başkan'ın fikirlerini, oradaki arkadaşların fikirlerini almaya yönelikti ve ortak bir akıl doğrultusunda neler üretilebiliriz, buna yoğunlaştık. Amaçladığımız bir yandan yerelin sosyolojik gerçekliği doğrultusunda bir repertuar oluştururken, aynı zamanda yereldeki üretimleri değerlendirmeye almaktı. Hemen çalışmaya başladık. Ben Mahmud ile Yezida'yı gündeme getirdim. Bölgede mutlaka ele alınması gereken bir oyun. 95 günlük bir prova sonunda sanırım 12 Ocak'ta prömiyer yapıldı. Prömiyer yapıldı ve oyun yasaklandı. Oyun Türkçeydi ama ben kimi Kürtçe sözcükleri metne serpiştirmiştim. Bir de Şiwan Perwer'in Kîrîwo parçasını final müziği olarak kullanmıştım. Tabi, rahatsız oldu kimi odaklar ve yasakladılar. Ardından birtakım girişimlerle oyun serbest bırakıldı, sonra tekrar yasaklandı. Sonunda emniyetle bir anlaşmaya varıldı: Oyunun kimi bölümleri sansürlenecek ve oynanmasına izin verilecek. Bizde öyle yaptık ve yasak kaldırıldı, oyun sergilenmeye devam etti. Ancak daha sonra valiliğin suç duyurusu ile hakkımda dava açıldı, yargılandım ve bir ay hapis cezası aldım. Neyse... Bir şey yasaklanınca biliyorsunuz ilgi daha çok artar. Sonuç olarak oyun bölgenin genelinde, Ankara'da ve Mersin'de oynadı. Oyun Ocak'ta oynanmaya başladı, Nisan başına kadar toplam 65 gösteri yaptı, 18.000 seyirciye ulaşabildi. Bu arada yeni oyunların provaları ve benim özel olarak açtığım bir kursun çalışması sürüyordu. Mahmud ile Yezida'yı oynarken, bir sonraki sezonun açılış oyunu olarak Sacco ile Vanzetti adlı oyunun provalarına başladık. Sezon sonunda, Diyarbakır 1. Kültür ve Sanat Festivali'nin kapanış oyunu olarak oynadık. Bu sezon bir de çocuk oyunu hazırlamıştık; Yılmaz Onay'ın Şarkılarımız Ölmesin adlı oyunu. Ancak bu oyun da Milli Eğitim Bakanlığı'nın birtakım ucube kurumları ve kişileri tarafından saçma sapan nedenlerle yasaklandı. Yasaklamanın gerekçesi afiş tasarımıydı. Oyun için bir arkadaş afiş tasarımı hazırlamıştı. 11-12 yaşlarında bir çocuk bir duvara Şarkılarımız Ölmesin yazıyor. Valilikteki müdür, çocuk duvara yazı yazamaz dedi, izin vermediler. Oyun oynanamadı, o kadar emek boşa gitmiş oldu. Ben bölgede çocuk tiyatrosu konusunda farklı bir anlayış oluşturmaya çalıştım. Başkan'a çocuk tiyatrosunu ücretsiz yapmak istediğimi söyledim. Feridun Bey vardı o vakit. Ücretsiz yapacağımızı, çocukları belediye otobüsleriyle okullarından alacağımızı, oyuna getireceğimizi söyledim. Yaptık da. Veliler ve öğretmenler bundan çok memnun kaldı. İlk defa böyle bir tarz başlatılmış oldu.
Sacco ile Vanzetti adından dolayı başlarda olumsuz tepkiler aldı. Biz insanlara anlatmaya çalıştık, bir dakika gelin bir görün, dedik. Ben bu oyunu idam karşıtı bir tavır olsun diye seçmiştim. Oyun iki idam mahkûmunu anlatır. Amerika'da 1921 yılında, biri anarşist diğeri komünist iki İtalyan göçmen tutuklanır ve idam cezası alır. Yaklaşık 7 yıllık bir yargılama sonucu elektrikli sandalyede cezaları infaz edilir. Bu Howard Fast'in bir romanıdır aslında, Rutkay Aziz ve Sermet Çağan birlikte sahneye uyarlamıştır. Biz oyunu sergilemeye başladık ve bir haftalık gösterimden sonra seyircide akıl almaz bir ilgi oluştu. Ben sadece Diyarbakır'la sınırlı olmayan, Bölge Tiyatrosu bağlamında çalışmakla ilgili bir misyonum olduğunu düşünüyordum. Bundan sonra bölgede yaygınlaşacağız dedim ve beş on kuruş paraya bakmadan, çok düşük fiyatlara oynayarak, o da ücretli çalışan tiyatrocuların finansmanı için, oyunu bölgede seyircinin ilgisine sunduk. Bu turnelerle oyunu dolaştırmaya başladık; bölgede tiyatro sanatının yaygınlaşması, bir anlamda seyircisini yaratması için. Sacco ile Vanzetti'ye turne talepleri geldi, medya bunu çok fazla önemsemeye başladı. Bu sırada bize Emeğin Partisi'nden teklif geldi; biz bu oyunu Antalya'dan Tekirdağ'a kadar dolaştırmak istiyoruz dediler. 25 günlük bir turne, hemen hemen her güne bir oyun. Turne talebini olumlu karşıladık ve 1 Mayıs'ta yola çıktık, 27 Mayıs'ta turneyi sorunsuz tamamlayarak Diyarbakır'a döndük. 27 Mayıs'ta festival başlayacaktı. Emeğin Partisi teklif etmişti ama herkes destek attı, kimse bizi boş bırakmıyor; EMEP, İHD, HADEP... Manisa Akhisar'da bile oynadık. Buralarda Diyarbakır deyince akıllarda başka bir şey oluşuyor biliyorsunuz. Bu turnenin yapılma gerekçesi Ege bölgesindeki Kürtlere, daha çok da Türklere Diyarbakırlıların ve Kürtlerin aslında sizin anladığınız ve önyargılarınızla beslediğiniz duygularınızla hareket eden adamlar olmadığını göstermekti, bunlar sanat da yapabilirler, olanak tanınsa başka şeyler de yapabilirler demekti. Ortada Türk-Kürt kardeşliği dediğimiz ortak bir anlayışın, ortak bir üretimin sonucu oluşmuş bir metin vardı. Sonunda biz Diyarbakır'a döndük. Ben gözaltına alındım. Kadrodan birileri beni devlete şikâyet etmiş. Böyle bir duruma hep hazırlıklıydım, ancak olumlu ve başarıyla tamamlanmış bir turne sonunda da ummuyordum doğrusu. Günlerce sürmüş bir turnenin yorgunluğunun üzerine iyi gelmedi bu "mükâfat". Sezon kapandı ama kursiyerlerle yapılan çalışma devam ediyor. Kursiyerler de bir oyun çalışıyorlar. Onlara bu işin mutfağını da göstermek üzere, kurs sonunda bir oyun hazırlasınlar diye düşündüm. Bizden bir oyuncu arkadaş, benim denetimimde onlarla bir oyun çalıştı; Haldun Taner'in Günün Adamı adlı oyunu. Kursiyerler bu oyun ailelerine gösterdi. Festival bitmişti, kursun da son haftasıydı. Benim derdim aslında oyunu seyirci karşısına çıkarmak değil, kursiyerlere bir oyunun nasıl çalışıldığını göstermekti. İstediler, tamam dedim, ben size bırakıyorum, seyirci bulabilirseniz oynayın. İşbölümü yaptılar, tamam ben Baro'yu alırım, ben Mimarlar Odası'nı vb. Aileler geldi, sonra ikinci dereceden akrabalar. Böyle böyle bu oyun dört gösterim yaptı. 15 Haziran gibi ilki sahnelendi. Sezonu bu oyunla kapamış olduk.
2001-2002 yılı Ekim-Kasım ayında grup yine toplandı ve ne yapacağız, dedik. Hemen repertuar araştırması yaptık, benim kafamda bir iki tane oyun vardı, onları arkadaşlarla tartışmaya açtım. Vasıf Öngören'in Zengin Mutfağı'na karar verdik. Bu oyunda elli günlük bir prova çalışmasıyla sergilendi. Sanırım 45 gösteri yaptı ve dokuz bine yakın izleyiciye ulaştırıldı. Bu sezon aynı zamanda Gozort adlı bir çocuk oyunu provasına başladık; gösterime üç gün kala Milli Eğitim İl Müdürlüğü tarafından, bu çocuk oyunu değil diye yasaklandı. Oysa adı geçen oyun, tiyatro doçenti Metin Balay ve yılların tiyatro sanatçısı Ali Meriç tarafından yazılmış TOBAV 'ın düzenlediği Çocuk Oyunları Yarışması'nda ödül almış bir metindi. Yasakla beraber itiraz ettik, metni okumadıkları anlaşıldı, mahcup oldular ve bir anlamda özür dileyerek izin verdiler. Gösterimler başladı, çoğu varoşlardan olmak üzere altı bin çocuğa izleme olanağı sağlandı.
Bu sezon benim ve grup açısından verimli bir yıl olamadı, tiyatro dışı sebeplerden. Şehir Tiyatrosunda kimi arkadaşlar entrika, kumpas ve birtakım ali cengiz oyunları oynanmaya başladı aleyhimde, biz bu gerginlikle kendimizi üretime veremedik Benim özel ilişkim ve yaşantım bile sokakta ve tiyatroda dedikodu malzemesi yapılmaya başlanmıştı. Çok çirkin şeyler. Gerçekten bir sanatçının meşgul olacağı konular değil' Neyse'
2003 sezonuna geldiğimizde ilişkilerin iyiden iyiye yıpranmış olduğunu fark ettim. Ama buna rağmen tiyatro yapmakta kararlılığımı vurguladım bütün arkadaşlara. Ben tartışmaları alevlendirmemeye çalışıyorum, oyun hazırlamaya çalışıyorum. Üç tane repertuarım vardı: Jean D'ark, Bir Halk Düşmanı ve Kurban. Sonunda Bir Halk Düşmanı'nda karar kıldık. Çalışmaya başladık, o hafta içinde bir olay daha çıktı, ben pes ettim ve gittim Feridun Bey'e durumu izah ettim. Sorun derinleşiyor, bir çözüm bulmasını söyledim. Başkan, iki danışmanını görevlendirdi, sorunlar tartışıldı ve bir rapor hazırlanarak Başkan'a sunuldu. Sonunda Başkan tarafından 6 kişinin tiyatrodan uzaklaştırılarak, bir alt belediye olan Sur Belediyesi'ne gönderilmesine karar verildi. Biz bu olaylar nedeniyle Kasım, Aralık, Ocak'ta da neredeyse hiçbir şey yapamamış olduk. Ocak'ta yeni bir oyunun provasına başladık; Adem Atar'dan Özgürlük Oyunu. Ben öncesinde bu oyunu Almanya'da, Stutgard'da Teathar Ala Turca da sahnelemiştim. Bu ayrılıktan, tabi ister istemez yara aldık, grup kısmen de olsa nitelik açısından zayıfladı.
2003 ayının Ocak ayında 17-18 kişilik bir grup vardı ve Özgürlük Oyunu'nu, 11 kişilik, çalışmaya başladık. Adem Atar'ın oyunu cezaevinde geçiyor ve sosyal bir yara olan hükümlü ve tutukluların dramına dikkat çeken bir yapıt. Oyunda, çeşitli suçlardan cezaevine girmiş kadın mahkûmlar var: bir yazar, rüşvet almak zorunda kalmış bir memur, bir cepçi, fahişe bir kadın var, bakkalı öldürmüş bir genç kız vb. Mahkûmlar cezaevindeyken radyoda bir af haberi duyuyor ve bunu yorumlamaya başlıyorlar. Yazar diyor ki, sabah olmayacak madem, vakit de geçmiyor, gelin her birimiz, af çıkınca ne yapacak, onu oynasın. Herkes kendi bireysel özgürlüklerini oynamaya başlıyor ve sonunda hepsi tekrar cezaevine düşüyor. Cezaevleri bağlamında sistemin suç ve suçlu üretmesini sorguluyor ve deşifre ediyor.
Biz bu oyunun provalarına Ocak ayında başladık, Mart'ın 20'si gibi prömiyer yaptık. Diyarbakır merkezinde 40'a yakın gösterimiz oldu, yaklaşık 12 noktaya da turne yaptık. Bu gösterimlerde sekiz bin seyirciye ulaştık.
2003 Kasım'da Özgürlük Oyunu tekrar perde dedi. Biz Azizname'yi yapmaya karar verdik. 2004 Ocak'ta Azizname çıktı, gösteriliyor, ayrıca biz bu sırada Taziye'nin provalarına başlıyoruz. Feridun Bey bu projeyi çok destekliyor, program dergisine yazı yazıyor. Mart sonuna da oyunu sergiliyoruz. Bu sırada, 27 Mart seçimleri oluyor. Bu benim açımdan dönüm noktasıdır. Feridun Bey gidiyor, Osman Bey belediyeyi devralıyor. Azizname sürerken biz yeni bir çocuk oyununa da başladık: Lale Oraloğlu'nun Bir Elin Nesi Var, İki Elin Sesi Var. Okulların kapanmasına da kısa bir süre var. Biz Azizname'nin prömiyerini Ocak ayında yapmıştık, full oynuyoruz. Nisan 10, Osman Baydemir bütün belediye başkanlarıyla birlikte oyunu izliyor, çok beğeniyorlar, çok eğleniyorlar. Çıkışta çok beğendiklerini belirtip teşekkür ediyorlar, ancak oyuna bir de eleştiri getiriyorlar; oyunda kadınlar aşağılanıyor diye. Bence yersiz bir alınganlıktı, çünkü izledikleri oyun Aziz Nesin'in yapıtlarından sahneye uyarlanmış, Türkiye'nin toplumsal-nesnel gerçekliğine mizah yoluyla eleştirel yaklaşan ve kimi yerde ironi yapan bir komedidir. Ayrıca izleyicinin beğenerek izlediği ve alkışladığı bir oyunun Başkan tarafından festival dışına düşürülmesi hem sanatın özerkliği açısından hem de seyirciye tercihi açısından saygısızlık oluyordu. Ama buna rağmen Azizname festivalde oynatılmadı ve yerine bir başka oyunumuz, Kürtçe sahnelediğimiz Taziye, festivale dahil edildi.
Taziye ilk Kürtçe oyununuz'
Evet ilk oyun. Türkiye'de bir ilk. 90 yıl sonra devlet finansmanıyla ve devlet kurumunda yapılan ilk Kürtçe prodüksiyon. Oyunun çevirisini Diyarbakır'da öykü yazarı iki genç arkadaş var, Muharrem Cebe ve Dilaver Zeraq, ikisi birlikte yaptılar. Bu arkadaşlar çeviriye başladılar, ben Murathan'dan izin istedim, Murathan Kürtçe metni istedi, gönderdim. O kendi referanslarıyla birkaç kişiye inceletti. Onlar da oynanabilir onayı vermişler. Bundan sonra provalara başladık. Kawa Nemir'e verdim ben çeviriyi, güvendiğim biridir, oyunu da, çeviriyi de çok beğendiğini söyledi. Ben oyunu Türkçe yönettim, rejisini Türkçe yaptım ama metni arkadaşlar sahnede Kürtçe oynadılar. Prömiyerde herkeste bir tedirginlik vardı, yasaklanabilir oyun diye, ancak o sıralar Kürtçenin kullanımına ilişkin kimi yasal düzenlemeler yapılmış ancak belirsizlik sürüyordu. Sonuçta yetkililer sessiz kaldılar, Taziye'nin (Hewarî) gösterimi başladı. Gösterimin ilk zamanlarında beklediğimiz ilgi oluşmadı, ancak ben yerel basına açıklamalar yaptım. Bu açıklamalar oyunun duyurusu için yapıldı. Ancak, ulusal basında 'Kürtçe oyuna ilgi yok' başlığı ile manşete çıkarıldı. Daha sonra ise festivale kadar geniş katılımlarla sahnelendi.
2004 yılının Haziran ayının ortalarında sezon kapanmıştı. Önceki yönetim tarafından tiyatrodan uzaklaştırılan 6 kişi, birtakım politik ilişkilerle Osman Bey'e ulaşıyorlar ve tiyatroya geri dönmek istediklerini dile getiriyorlar. Osman Bey sorup soruşturmadan, dönebilirsiniz diyor. Bu arada onlar geliyor ve birlikte toplantı yapıyoruz, Başkan da var. (Gelenlerden 2 kişi kısa süre sonra geri gönderildiler.) Bana ve eski yönetime itham, suçlama ve ölçüsüzce eleştiri yöneltiyorlar. Benim açımdan artık orada tiyatro üretmenin nesnel zemini ortadan kalkıyordu. Düşünme aşamasındayken bir gündem de benim özel hayatımla ilgili açıldı, gidip beni belediye başkanına şikâyet ettiler. Ben de ayrıldım.
Siz Diyarbakır dışına da çıkıp, bir bölge tiyatrosu anlayışı oluşturmaya çalıştığınızdan bahsetmiştiniz.
Bu dediğinizi ne kadar gerçekleştirebildik buna Diyarbakır'ın kasaba, ilçe ve kentlerinde yaşayan bizim ulaştığımız binlerce tiyatro izleyicileri karar verecek. Daha fazla yerleşim alanlarında izleyiciye ulaşma olanağımız olabilirdi. Bunun koşulları vardı ancak belediyenin bürokratik kadrosu yetersizdi, ilk başlarda kültürel çalışmaları hafife alıyorlardı, tiyatroya sunulan olanaklar yeterli ölçüde değildi, ama her şeye rağmen ağlamak ve şikâyet etmek yerine iş üretmeyi ve sorumluluklarımızı zorunluluğa dönüştürerek, sanatın ve tiyatronun yaygınlaşması için ekip olarak çabaladığımızı söylemeliyim.
Benim tiyatro anlayışımda, ilkesel olarak şöyle bir tarz var: Tiyatro sanatının kendisi aslında tarihsel, sanatsal ve toplumsal misyonunu yerine getirebilmesi için, kültürel etkinliğin dışına düşürülmüşlere götürülmelidir. Ben bunu pratiğe geçirmeye çalıştım. Tiyatroyla ilk defa tanışan ya da hayat gerçekliğiyle ilk defa yüzleşebilecek insanlara tiyatro gitmelidir mantığıyla hareket ettim. Birinci yıl bu tarzı, kimi kurumların yardımıyla uygulayabildik. Haftanın her perşembesini halk günü yaptım ve diğer günlerde de elimden geldiğince çok düşük ücretlerle gösterimler yaptık, para hesabı yapmadan tiyatro yapmak istedim. Herkes gelsin istedik, üç kuruş beş kuruş önemli değil.
Örneğin, HADEP Kadın Komisyonu ve Mahalle Komisyonlarıyla da ortaklaşarak, bir mahalleyi oyuna getirmeye başladık. 260-300 kişi üç otobüse sığar, belediyeden onu da ayarlıyorlardı. İnsanlar bir kere böyle geliyor, sonra kendisi geliyor. Böyle bir anlayışı egemen kılmaya çalıştım, çünkü dediğim gibi, tiyatronun kendisi, tanım olarak yüzleşme sanatının kendisidir. Bu sayede, bölgenin, halkın trajedisiyle ya da trajedi kültürünün kendisiyle yüzleşme fırsatı yaratıldığını, burada bunun başarıldığını düşünüyorum. Bir başka örnek vereyim. Diyarbakır'a bağlı merkez bir belde var, Fabrika, diğer adı Çarıklı. Belediye Başkanı tanıdığımız, sanata kültürel etkinliklere önem veren bir öğretmen, bana bir gün, bizim oraya turneye gelir misiniz dedi. Sizin oraya turneye gelemeyiz, mekân vb. yok, ama siz buraya gelirsiniz dedim ve otobüs gönderdim. Çarıklı'dan tarladan, bahçeden, pamuktan çıkmış kadınlar, ayakkabılarla, güzel güzel giyinmişler, sarı kırmızı yeşilli, düğüne gelir gibi oyun izlemeye geliyorlar. Çok iyi oldu. Bu insanlar size saydığım beş oyunumuzu da izlediler. Şöyle bir şey de oldu: ilk kez geldiklerinde çekirdekler, krakerler, leblebilerle geldiler, ikincisinde öyle gelmediler. Üçüncüsünde daha modern giyinip geldiler, dördüncüsünde çocukları getirmediler, kundaktakileri kastediyorum.
Oyuna bu şekilde gelmelerini siz mi talep ettiniz?
Yoo. Sonrasında seçimde HADEP orayı kaybetti, başka bir yönetici geldi, HADEP belde merkezi olarak bana geldiler, biz yine oyuna gelecek miyiz diye sordular, tabi ki geleceksiniz dedim, ve tabi geldiler. Belediyeden ayarlamayı biz yaptık, altyapıyı sağladık. Çarıklı'yla 5 yıl böyle bir organik ilişkimiz oluştu. Başka örnekler de var. Mesela Tekel işçilerine ben özel bir gösterim yaptım, hayatlarında ilk kez tiyatroya geliyorlar, normalde proleter olması beklenir, yok ama lümpen hepsi, topluca oyun izlemeye geldiler, sonra tekrar geldiler, tekrar geldiler. Sonra Belediye-İş sendikasına ve diğer sendikalara söyledik, nerede örgütlüyseniz alın şu biletleri götürün, dağıtın, millet gelsin buraya dedik. Ayrıca kurumlarla işbirliği yaptık. Kurumlar sızlanıyorlar, para yok pul yok, kirayı ödeyemiyoruz diye. Tamam o zaman, siz bu biletleri alın satın, parası sizin olsun, kiranızı ödeyin böylece, bize de seyirci getirin dedik. Birkaç kez GÖÇ-DER'e, bir kez İHD'ye yaptık böyle. Kadın Komisyonu'na da böyle şeyler yaptık, onlar da düzenleyecekleri gece için bütçe oluşturdular.
Seyirci konusunda bölgedeki STÖ'ler de size destek olmuşlar.
Tabi tabi. Yalnız bu destekten ziyade şöyle bir şeydi, biraz da kendimle ilgili bir şeydi, ben onları dürttüm biraz, onların kendiliğinden öyle bir girişimleri olmadı. Ben böyle bir ilişkiyi başlatmış oldum, onlar da devam ettiler. Ulaşabildiğimiz ya da bizimle ilişkiye geçen bütün Sivil Toplum Kuruluşlarına, Sendikalara ve Sol Siyasi partilere seyirci politikamıza destek olmalarını önerdim ve büyük oranda katılımlarını sağladık. Seyirci politikası bağlamında başka bir şey de yaptık. Hem alt belediye personeline, hem de bizim Büyükşehir Belediyesi personeline, personel sayısına göre ücretsiz gösteri koyduk. Bunu hemen hemen her yıl uygulamaya çalıştık. Tarz olarak bu saydığım uygulamaların hiçbirisi öncesinde yoktu, bunlar yeni girişimlerdi. Belediyeye oynamak, belediye personeline oynamak, belediye personelinin eşlerine oynamak, STÖ'lere oynamak, STÖ'lerin katılımını, desteğini sağlamak' Ayrıca çok ilginç bir şey daha oldu. Mardin'in Derik ilçesinde GAP-GİDEM var, GAP kalkınma merkezi, adını tam hatırlayamadım. Burada genç kızlara meslek edindirme kursları veriliyor, köylerden toplanmış kızlara, AB finansmanıyla meslek kazandırılıyor. Buranın yöneticisi benimle iletişime geçti, buradakilere oyun da gösterelim dedi. Otobüs gönderdik, o çocukları aldık geldik ve oyun izlettik. Sonra Bismil'de bir fabrika var, pamuk, çırçır fabrikası gibi bir şey. 75-80 kişiyi de oradan getirttik.
Bu arada Şehir Tiyatrosunda kimi özel oyunlar da hazırladık. 2002 yılında 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde Dario Fo'nun Kadın Oyunlarından kolaj yaptığım Bir Düş, Üç Hasret adlı oyunu hazırlayıp gösterime sunduk. Tiyatrodan Handan Çapanoğlu adlı oyuncu oynadı. Bu gösterim, yanılmıyorsam 4 gün sürdü. Ayrıca bu gösterimlere erkekleri almadık ve biraz da tepki aldık. 2003 yılında İHD'li kadınlarla bir gösteri hazırladık. İHD'de avukatlar, öğretmenlerden oluşmuş 6 kişilik bir kadro vardı. Sürgünlere Son diye bir oyun vardır, slogan yönü güçlü, hırsla kaleme alınmış bir oyundu ve tamamen sürgüne sitem ve direnişe çağrı propagandası içeriyordu. Üzerinde çalışıp biraz düzelttim. 20 gün prova sonunda çıktı oyun. İHD'li kadınlar bu oyunla İnsan Hakları Haftası'nda bir gecede gösteriye çıktılar. Bütün bu çalışmalar ve seyirci katılımları, bölgede tiyatroyu tabana yaymamızın etkisiyle oluşuyordu, ya da bizim çalışmalarımızın kısmen etkisindeydiler. Bir örnek de şehir dışından verilebilir; Nusaybin Belediyesi bizden destek istedi, eğitici gönderin dedi, biz bir arkadaşımızı görevlendirdik ve üç ay içerisinde bir oyun sahneledi ve döndü.
İHD'deki kadınlar da sadece kadınlara mı oynadılar?
Evet, ama İnsan Hakları Haftası'nda. Diyarbakır'da tiyatro yapmanın en büyük handikapı şuydu: hem seyirci yaratacaksınız hem de var olan seyirciye gideceksiniz. Potansiyel var, seyirci yaratabilirsiniz, ama birtakım girişimleriniz, çalışmalarınız olacak, belki de zekice veya kurnazca çalışmalarınız olacak, bu potansiyeli tiyatro sürecine pratiker olarak katacaksınız. Bu da STÖ'lerle yapılan çalışmaydı. 2003 yılında biz her Perşembe yapılan halk gününü kaldırdık mesela, çünkü halk gelmeye başlamıştı, gerek kalmamıştı buna. Ücret ödeme olanağı olmayanlara başka türlü bir olanak açıyorduk. Bilet ücretleri zaten sembolikti, 1 milyon gibi bir şeydi.
Bu süre içinde oyunlarınız tahminen kaç seyirciye ulaştı?
Diyarbakır'da bütün bu oyunların seyirci sayısı, çocuk oyunları dahil yanlış anımsamıyorsam, 70 bine yaklaşıyor. Turne noktalarını sayayım size, hepsi aklımda çünkü. Tekirdağ/Çorlu, İstanbul, hem Kadıköy hem Maçka, Levent Kırca'nın Çadır Tiyatrosu'nda oynandı, Gebze'de, İzmit'te, Bursa, Balıkesir, Aydın, Manisa, İzmir, iki farklı yerde 4 oyun, Antalya, Ankara 3 kez, Adana 3 kez, Mersin 2 kez, Gaziantep, Adıyaman 2 kez, Kahta 2 kez, Viranşehir 2 kez, Urfa 2 kez, Mardin 1 kez, Batman, Nusaybin 2 ya da 3 emin değilim, Derik 2, , Ergani, Elazığ 2 kez, Dersim 3, Hozat, Pertek, Ovacık, Ağrı/Doğubeyazıt, anımsadıklarım bunlar. Siirt, Bingöl ve Hakkâri'de izin alamadığımız için oynayamadık.
Kursiyerlerle ne tür bir eğitim çalışması yürütüyordunuz?
Kursiyerlerle olan çalışmaların süresini 7 ile 8 ay arasında tutmaya çalıştık. Burada doğaçlama, ses ve diksiyon dersi, tiyatro tarihi ve dramaturji dersleri vardı. Bir de ayrıca, genel oyunculuğa ilişkin serbest doğaçlama yapılan dersimiz vardı. Bu kurslarda yaklaşık 6 tane arkadaşımız görevlendirilmişti. İlk sene Devlet Tiyatroları'ndan iki oyuncuda geliyordu, daha sonraki yıllarda ilişkimizi kestik ve kendi içimizde sorunu çözdük. Kendi aramızdan yetişenler eğitmenlik yaptı.
Bize her yıl 90-110 arası başvuru oluyordu. Bunlar arasından biz seçme yapıyorduk ve 16-18 kişi alıyorduk. Haftada üç gün ders oluyordu. Yaş oranları da 18-22 arasıydı. Ama bazen kimi istisnalar da olmuyor değildi. Mesela bir kez 17 yaşında bir çocuk almıştık, o çocuk liseyi bitirdiği gün Mimar Sinan'a girdi. Ya da 26-27 yaşında bir öğretmen de alabiliyorduk çünkü çoğu kendisini bir bağlamda yetiştirmişti ve bize faydalı olabileceği düşüncesiyle, biz bunlara bir bakıma ayrıcalık tanıyorduk. Diğer taraftan bu arkadaşlara hem pratik hem de teorik olarak dersleri aktarırken, elimizden geldiğince eksiksiz katılım bekliyor ve bir çalışma disiplini gözetiyorduk. Onlarda sorumluluk bilincinin de gelişmesine hatta ortak üretimde bulunabilecek ahlakın oluşmasa vesile olacak derslerimiz ve konuşmalarımız da mutlaka olurdu. Tiyatro adamı yetiştirmekten ziyade, aslında sanatla ilişkili bir birey oluşturmak gibi bir derdimiz vardı.
Bizim orada tiyatro yaparken amacımız tamamen şu cümleye karşılık gelecek hedefi gerçekleştirmekti: Tiyatro açısından bölge sosyolojik olarak şöyle de tanımlanabilirdi benim açımdan; bir kütle vardı, o kütleyi kitleye dönüştürmek, kitleyi seyirciye dönüştürmek, seyirciyi bireye dönüştürmek gibi bir şeydi. Benim mantığım böyleydi aslında. Dolayısıyla kursiyerlerin eğitiminde, oyuncu olması ya da tiyatroyla ilişkilenmesi veya bir seyirci, bir anlamda bilinçli bir seyirci olmasının yanı sıra, onların sanatla yaşarken, hayatı yorumlamayı, hayatı sorgulamayı ama aynı zamanda, sanat üzerinden kendi hayatını anlamlandırmasını hedeflemiştik.
Çok mütevâzi bir çalışma yürüttük, bize göre amacımızda çok mütevaziydi. Ama buna rağmen şu anda 10 kişi bizim açtığımız kurslardan edindiği temel ile çeşitli üniversitelerin Tiyatro Ana Sanat Dallarında, Güzel Sanat Fakültelerinde ve konservatuarlarda okuyorlar. Diyarbakır için az şey değil galiba. Ama biz doğrudan bunu hedeflememiştik, tekrar söyleyeyim: birey olmaları yönünde bir eğitsel süreç başlatmak istemiştik, sanatın bütün disiplinleriyle ilişkilendirmeye çabalamıştık onları. Örneğin ben tiyatro tarihi anlatıyordum, ancak öyle çok akademik bir retorikle değil, onların diliyle, onların hafızasıyla, onların kapasitesiyle ilişkilenerek aktarmaya çalışıyordum.
Kursiyerlerle her sene oyun çıkardınız mı?
Bir tek o yıl oldu, sonra olmadı, olamadı çünkü bu noktada gerçek anlamda bir kadro sıkıntısı vardı. Ayrılıp Sur'a giden arkadaşların bir kısmı benimle birlikte eğitmenlik yapıyordu. 3. yıl mesela yapacak kimse yoktu. Ben yetişemiyordum zaten. Bütün oyunların dekoru, kostümü bana aitti. Ayrıca tiyatro işletmeciliği yapıyorum, yazışmalar, oyunlar, turneler, vs. vs.
Uygulamacı olarak da siz çalışıyordunuz.
Tabi tabi. İkisini de ben yapıyordum. Bir akşam oturup çiziyordum, sabah ya da akşam, ne zaman boş vaktim varsa atölyeye giriyordum, üretimini yapıyordum. Okulda dekor dersleri vb. almıştım ama benim biraz elim yatkındır zaten, çekiç, çivi, boya, fırça vs. yatkınlığım var. Bunları yapıyordum ve kursiyerlerle oyun çıkarmaya vaktim kalmıyordu. Ben diğer işlere ancak yetişiyordum. Turne bağlıyorsunuz, takip ediyorsunuz, tiyatro işletmeciliği yapıyorsunuz, belediyeye yazı yazıyorsunuz, bana şu saatte otobüs ayarlayın diyorsunuz, onu da ben yapıyorum. Yok kimse yani. Kursiyerlerle ilgileniyorsunuz, oyunda oynuyorsunuz, yönetiyorsunuz, gazeteye yazı yazıyorum, bunlardan artan zamanda yerel bir televizyonda program yapıyorum, yardım amaçlı. Vaktimin neredeyse hepsini bunlarla geçiriyordum, ama bir şikâyetim yoktu açıkçası. Ben kendim için yapıyordum. Halkla buluşuyorsunuz, toplumsal bir şey yapıyorsunuz ama kendiniz haz alıyorsunuz ondan. Siz kendi ürettiğiniz bir şeyi toplumsallaştırıyorsunuz zaten. Severek yaptığınız şey, toplumsalla buluşuyor. Orada yaptığım her işten, bir biçimde kıyısından köşesinden, merkezinden zevk alarak yaptım ve hiç gocunmadım.
Çocuk oyunlarınızdan bahsedebilir miyiz biraz da? Her yıl oyun yaptınız mı?
Ben geldiğimde Mete Ayhan'ın yaptığı Barış Adası adlı oyun yasaklanmıştı. Sebebi de, barış adası başka bir yeri çağrıştırdığı için olmazmış. Bu milletin yönetenlerinde, bazen ilginç paranoyalar oluşuyor ki akıllara durgunluk vere. Bir arkadaşımız çocuklarla çalışmaya yatkındı. Şarkılarımız Ölmesin'le başlamıştık. O yasaklandı. Bu arada ne yapalım derken, çocuklara ücretsiz gösterim yapalım, gidelim onları okullardan alalım, getirelim dedik ama çocuklara yönelik oyun çıkarma meselesinde bir istikrar sağlayamadık. Kadro müsait olmadı. Kadroyu ikiye bölemiyorsunuz, zaten ancak bir prodüksiyona yetebilen bir sayınız var. Aramızda çocuk iletişimi, çocuk psikolojisi vs., çok da bilen kimse yok. Çocuk rejisi çok başka tehlikeler içerir. Yani bu başka bir şeydir, çocukları yanlış yönlendirmeniz an be an mümkün olabilir. O nedenle çocuk tiyatrosu pek istikrarlı olamadı, ama var olan oyunlar da belli sayıda çocuk seyirciye ulaşabildi. Çocuk tiyatrosunu çok fazla turne yapmadık. Çok az yaptık, nerdeyse 5 kez filan. Asıl Diyarbakır'da oynadık. Çocukları tiyatroya taşımaya başladık, yerel basını da değerlendirdik, diğer okulların müdürleri aradı, sonra duyan aradı. Repertuarımızda hep bir çocuk oyunu oldu. Ancak, dediğim gibi çocuk tiyatrosu çok başka bir alan. Burada bir süreklilik sağlamak için grubun ayrıştırılması lazımdı, bu konuda uzmanlaşmak gerekiyordu ancak bu çok istediğim halde olamadı.
Peki çocukların sahneye çıktığı oyunlar yaptınız mı?
Ben çocukların, oyuncu olarak sahnede olmasına karşıyım. Böyle bir şey olmaz, olmamalı. Bir kere sahneden aktarılan şeyin kendisi, bilinçli aktarılmak zorunda ve çocuk kapasite olarak o bilince erişmiş değil. Çocuğun sözcük dağarcığı dar, karakter veya tip atraksiyonu da çocuğa uygun değil. Ayrıca, sahnede anlatılan temanın kendisi inandırıcı olmak zorundadır. Çocuk çocuğa inandırıcı olamaz zaten.
Orada aktarılmak istenen 'terbiyenin' kendisi, ya da temanın kendisi büyükler tarafından çocuğa bir öyküyle, bir oyunla, bir hikâyeyle aktarıldığı zaman, çocuğun zihnine kıssadan hisse olarak girebiliyor ama, çocuk çocuğa inandırıcı olamaz. Çünkü çocuk, sahnedeki çocuğu sokaktaki herhangi bir çocuğa benzetiyor zaten ve çocuklar da birbirine çok yalan söylediklerinden, çok atıyor olduklarından, inandırıcı gelmiyorlar birbirlerine. Siz çok afâki bir şey yapıyorsunuz sahnede, bunu yetişkinle yaptığınız zaman inandırıcı gelebilir ama onu çocukla yaptığınızda inandırıcı gelmeyebiliyor.
Hele Türkiye'de daha riskli bir şey yapıyorlar. Yaratıcı Drama liderleri, drama gösterilerini halka açıyorlar, toplumsalla buluşturuyorlar. Bana göre bu çok daha başka bir yanlışlık. Drama çalışmasının kendisinde halka açık gösterim yoktur. Siz zaten drama lideri olarak oyuncu yetiştirmiyorsunuz, siz bir tema aktarmıyorsunuz, siz çocuğun toplumsal, psikolojik, fiziksel gelişimine katkı sunmak üzere drama temrinleri yapıyorsunuz. Bunu çocuğun kendisi için yapıyorsunuz ve grup ruhunu üretmek için yapıyorsunuz. Bunu çocuk üzerinden bir mesele çevirmiyor veya çocuk üzerinden bir sorunsalı birine aktarmak üzere yapmıyorsunuz. Drama liderleri, bilek ya da bilmeyerek, yaratıcı drama egzersizlerinden çocukların ailelerine gösteri yaparlar, çocuk da ailesine artistlik yapar. Oysa drama çalışmasının kendisi ortalama olarak, bir samimiyeti, bir içtenliği ve doğallığı içerir. Çocuk kendisiyle ilgilenildiğini fark ettiği zaman doğal olmayı bırakır, bir kamera görse, bir fotoğraf makinesi görse bırakır. Onun için bir meselenin ben çocukların üzerinden aktarımını hep riskli bulurum. Ayrıca çocukları kentsel kültür ve kırsal kültür olarak kategorize ederseniz eğer, bu risk kırsalda daha tehlikeli bir durumdur. Kentli bir çocuğun 9 yaşı, Hakkâri'deki bir çocuğunkiyle bir değildir. Sözcük dağarcığı olarak eşit değiller. Buradaki çocuk, muhtemelen gününü 60 sözcükle kotarıyor, oradaki çocuk 15 sözcükle. Ona aktaracağınız mesel, inandırıcılık açısından ve metnin anlaşılması açısından, kendi hafızanızda anlaşılması açısından ona uygun olmalı. Aksi takdirde çocuk o meseli kendi dağarcığına yediremeyecektir, çünkü o mesel çocuğun hafızasında yoktur, sözcük olarak yoktur. Herhangi bir coğrafyada veya herhangi bir kentsel kültürün çeşitleri içerisinde yaratıcı dramada zaten gösteri olmaz. Drama çalışması çocuğun kendine dönük bir şeydir. Kendi kendine bile gösteri yapması yapay ve risklidir diye düşünüyorum.
2000 yılından itibaren bölgede bir festival geleneği başladı. Festivallerin bölgede kültür-sanatın yaygılaştırılmasına katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında bu anlamda görüş belirtmesi gereken kişilerden birisi ben değilim, öncelikle bunu belirteyim. İlk dördünün içinde olan birisi olarak görüşlerimi söylemiş olayım. Bence ikinci festivalden sonrası gereksizdir. Çünkü rutinleşmiştir ve sıradanlaşmıştır, kendini tekrarlamaya başlamıştır. Bence festival öncelikle yereldeki üretimlerin değerlendirilmesi bağlamında bir işleve sahip olmalıydı. Ayrıca, sanatsal disiplinler tercih edilirken, müziğe ağırlık veriliyordu, bunu anlamak da zordu benim açımdan.
Bu meselenin finansman boyutundan ziyade sanatsal veya toplumsal içeriğini konuşursanız eğer, bence 3, 4 ve 5 hep fiyaskodur, kendini tekrarlamıştır çünkü. Bence yörenin, bölgenin sanatsal, tarihsel, kültürel, mitsel, sosyolojik birikimleri değerlendirilebilmeliydi, tartışmaya açılabilmeliydi, ama aynı zamanda Kürdi bir şey yapmaya çalışırken de, çok amatörce bir şeye düşülmemeliydi. Bunun örnekleri de var çünkü. Bu festivallerde, aynı zamanda, çeşitli meslek gruplarından, bu meselelerle ilgilenen arkadaşların mesleki performanslarını geliştirecek, değerlendirecek ve üretimlerini toplumsallaştıracak, dolaşıma sunacak etkinlikler yapılabilirdi.
İlk iki yıl bu yapılabildi, sonrasında bir gerekçeyle yapılamadı, atölyeler başlamıştı, sonra bırakıldı. Sinema, öykü, resim, heykel, tiyatro, senaryo yazım atölyeleri vardı, yeterince işlevsel olamadı. Aslında işlevsel olması gereken tam da bunlardı. Örneğin Diyarbakır'da hala benim tanıdığım birçok insan öykü yazıyor, şiir yazıyor, senaryo yazıyor, kısa film çekiyor. Bunlar festivallerde değerlendirilmeye tabi tutulamadı. Bir yandan da çokça davul çalmaya ve halay çekmeye yönelik etkinlikler oluyordu. Bu da festivali bir biçimde sulandırıyordu bence. Festivalin gerçekliğine dönük bir işlevselliği içinde eritiyordu. Halkın eğilimi şu şekildeydi: Müzik, konser olursa gidiyoruz.
Müzikli gösteriler geleneksel kültüre daha yakın. Tiyatro uzun süre müzikli ortamların bir parçası olarak izleniyor. Düğünlerde, eğlencelerde veya gecelerde sergileniyor.
Öyle ama müziğin kendisi bir şenlik havası yaratabilir ancak ve bu çok geçici bir şeydir. O güne özgü bir şeydir, 365 gün şenlik ya da 365 gün sokak konserleri yapamayacağınıza göre müziğin kendisi, insanların toplumsal travmalarından arınmaları için bir katharsis görevi görmüyor, geçicidir çünkü. Etkinliklerin sürekliliği olabilirse ve sonuç almaya yönelik çalışmalar yapıldığı takdirde festival işlevini yerine getirebilir, katharsisin kendisi oluşabilir. Yoksa müziğe ilişkin etkinlikler, konserler, rüzgâra bırakılmış şeylerdir. Dikkat ederseniz bugün 1., 2. ve 3. festivallerden hiçbir şey anımsanmıyor, hatta ilk festivalin açılış konserinde kim vardı, kimse hatırlamıyor. Öyleyse bu, rüzgâra kement atmaya çalışmak oluyor. Oradan 4 tane kısa film, 4 tane senaryo çıkabilseydi, 4 şiir kitabı çıkabilseydi, ya da heykelle amatör düzeyde uğraşan 4 tane arkadaş çıkabilseydi, üretime dönük, toplumsal işlevi yerinde etkinliklere dönüşebilirdi bu festivaller, çok daha farklı olurdu. Kendini tekrarladı, rutinleşti ve o klişe 'huzur ve barış ortamına' istenilen katkı sunulamadı diye düşünüyorum. Biraz da finansal boyutuyla söylersek, bence bu finansman, rüzgâra savruldu.
Bölgenin kendi yerel üretimi, sizin çalışma yaptığız dönemde değerlendirebildi mi?
Bölgenin yerel kültüründen, halk bilimsel gerçekliğinden süzülmüş üretimler tabi ki değerlendirilebilirdi, ama böyle bir üretim gelmedi. Böyle bir üretim, böyle bir derleme, destanlardan, epopelerden ve mitolojik öykülerden aklı başında üretimler gelseydi, biz onları zaten değerlendirecektik. Ama gelmedi, şimdilerde belki de çıkmıştır. Ama o zaman ben istediğim halde olmadı.
Orada biliyorsunuz bir yığın destan var, o destanlar başka türlü bir görsel şölene dönüştürülebilirdi, o öykü, dengbêjlerin de katılabileceği, bütün yerel motiflerin kullanılabileceği bir form içinde anlatılabilirdi, buradan bir gösteri tarzı çıkabilirdi. Çünkü bölge, kendi bağlamında gerçekten henüz bakir bir alan ve henüz kullanıldığı kanısında değilim. Doğru dürüst romana dahi aktarılmadı. Tiyatroya, sinemaya, şiire aktarılmadı.
Peki sizce problem nerede?
Bana kalırsa sanatsal olanla politik olanın kodlarını ayırmak gerekiyor. Sanatın tüm retoriği, politikanın entrikasına bulaştırılıyor, ya da siyasal jargon dil olarak sanatın üzerine abanıyor, ona tahakküm etmeye çalışıyor, buradaki özneler, kendi disiplinlerine ihanet ediyorlar bence.
Öncelikle bu iki disiplinin, tarihsel ve sosyolojik işlevleri farklı; kabaca söylersek birisi iktidarı kurar, diğeri muhalif bir tavırla eleştirel bir bakış açısı sunar. Temel sorun burada. Yani orada bir sanatsal üretimin ya da yaratımın sunumu veya kullanımı, bir bütün olarak algılanışı, genel olarak söylersem, politikanın hedeflerine angaje edilerek gerçek misyonundan uzaklaştırılıyor. Yerel kederlenmeyle söylersek, SANAT politikanın amaçları için HEDER ediliyor. Bu da kolaycılık işte. Politik dertlerimizi, sanatsal bir söylemle propagandaya dönüştürmek, fazla basite indirgenmiş bir yaklaşım. Oranın o halde yetim bırakılması, oranın o halde derbeder bırakılmasının temel nedeni bence bu iki düzlemin birbirine karıştırılması.
Burada yetişmiş kişiler de, sonrasında bölgeyle bağlantısını kesiyor. Birikimin aktarılması sürekli kesintiye uğruyor.
Bence oranın yerel otoritelerinin, kanaat önderlerinin diyelim, orada uzmanlaşmanın koşullarını oluşturması lazım. Buna çabalayan kişilere, yapılara, kurumlara yeterince olanak tanınmalı. Bu girişimleri motive etmeliler ve onların üretimlerini değerlendirmeliler, sahip çıkmalılar. Bunlar olmazsa, hiç kimsenin orada uzun vadeli kalabileceği kanısını taşımıyorum. Bu üç sacayağı oluşmak zorunda aksi takdirde genel retoriğinde sürekli ağlama yakınma, devlet bizi dövüyor mantığı çıkar ortaya. Kendi kültürünü açığa çıkarmaya ve bunu halkının gündelik hayatında kullanıma sunmayan hiç bir toplumsal formasyon, hedeflerinde inandırıcı olamaz kanısını taşıyorum. Bu toprakların kültürel birikiminin halkın kullanımına açılması girişimine birilerinin önayak olması lazım. Samimi, sanatsal çabanın savunucuları ve sanat üreticileri ne zamana kadar siyasete kurban gidecekler.
Bölgenin bir konferansa ihtiyacı var, bir hafta sürecek, akademisyenlerin, bu işi bilenlerin katılacağı bir konferans. Burayı siyasetçiler, bürokratlar doldurmamalı. Eğilimleri değerlendirecek, bir perspektif belirleyecek bir komisyon oluşmalı. Uluslaşma sürecinin kendisinde aslolan şey, tarihsel köklerinizi bulmak, bunu açığa çıkarmak ve halkın kullanımına sunmaktır. Bunu yapmak çok önemli. Çünkü, etnisite olarak köklerinizi kanıtlama zorunluluğunuz var. Adamın biri kalkıyor ve bugün artık modern tiyatroda, modern edebiyatta ya da şiirde Ehmêde Xani ve Feqiye Teyran aşılmıştır, geçin bunları diyor. Böyle bir adamı çağırıyorsunuz ve orada konferans verdiriyorsunuz. Dinleyenler liseliler, üniversiteliler, o da orada otorite. Peki sen ne yarattın bu iki şahsiyetin bıraktıklarının üstüne. Kocaman bir hiç! Böyle bir şey söylemek ayıp artık. Bugün Kürt edebiyatından bahsedilebiliyorsa referans onların yapıtları değil mi? Sen hangi teorik derinlik ve kuşatıcı birikimle söylüyorsun bunları? Bu yaklaşımları eleştiren ve mahkûm eden çıkmıyor. İnsan şaşıyor doğrusu. Bugün Kürtçede deneme, öykü vb. yazan herkes onlardan beslenmedi mi? Gerçek samimiyet onlardaydı.
Metin Boran - Sanatın Ve Tiyatronun Yaygınlaşması İçin Ekip Olarak Çabaladık
Söyleşiyi Yapan : Ayşan Sönmez, Selin Aydınoğlu
- 25.10.2005