Bu röportaj Temmuz 2008'de Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları'nın 2009 yılı Mart ayına çıkarmayı hedeflediği "İş Ararım İş" oyununun dramaturji çalışmalarına Türkiye ekonomisi, ekonomik kriz ve işsizlik hakkında arka plan oluşturması hedefi ile araştırmacı yazar Mustafa Sönmez ile yapılmıştır.

Biz Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları olarak bu yıl, 2002 yılında da oynamış olduğumuz İş Ararım İş isimli oyunu oynamayı düşünüyoruz. 2002 yılında oynanan oyun, ekonomik kriz ve buna bağlı olarak Boğaziçi kökenli üst orta sınıf adaylarının işsizliği üzerinden ilerliyor ve dolayısıyla 2001 krizinin yoğun etkileri oyunun yapısında fazlasıyla bulunuyor. Bugün oyunu tekrar yorumlamak istediğimizde ekonomik koşulların 2001'dekine benzer olmadığını aksine daha belirsiz ve analiz yapması güç olduğunu fark ettik. 2001'den bu yana ekonomik gidişat ve özellikle istihdam hakkındaki görüşleriniz nelerdir? 

Mustafa Sönmez: 2001 sonrası işsizliğinde sizin oyun kahramanınızı ilgilendiren şöyle bir özellik var; özellikle beyaz yakalılar yani finans sektöründe çalışanlar ve finans sektörüne bağlı olarak hizmet sektöründe, medyada, reklam ve ithalat sektöründe çalışanlarda da ciddi bir işsizlik yaşandı. Yirmi banka batıp, bunlar devlet kontrolüne geçince bu bankalarda çalışanlar da ciddi bir işsizlik yaşadılar. Dolayısıyla o bankalardan reklam alan gazeteler ve televizyonlar da bu durumdan etkilendi. Döviz kurları tırmandığı için ithalat sektörü de sekteye uğradı. 2001 krizi 2001 öncesinde tuzu kuru gibi görünen ve sınıf atlama isteği olan kesimi etkiledi. Mavi yakalılar da etkilendiler ama beyaz yakalılar bu derece bir çöküş beklemiyorlardı. Hatta sahillerde oturup grup terapileri yaptılar. Onların öyküleri belli ölçüde gazetelere yansıdı. Her krizde bir dökülme, elenme olur. Su üstünde kalanlar tekrar gemilerini yeni şartlarda yüzdürürler. Dolayısıyla finans sektörü de su yüzünde kalanlarla gemilerini yüzdürmeye devam etti. Ellerini güçlenmiş bularak bütün çalışan sektörünü de yeniden dizayn etti. İşe alma şartları ve ücretler itibariyle aşağı bastırdı. Gazetelerin reklam fiyatlarını düşürdü gücünü kullanarak. Sanayide istihdam edilen üniversite mezunlarınaysa krizden kurtulmanın tek yolu dış pazara açılmak olarak sunuldu. İhracatta yükselmenin yolu ise gerek mavi yakalı gerek beyaz yakalı iş gücü oldu. Karşılarında geniş bir iş gücü buldular; hem işsizler hem işini kaybetmemek için her şeye tamah edenler. Çünkü krizden sonra patronlar demişlerdi, "yeni şartlara uyacaksınız, zam falan yok, hatta bazı hakları kaldırıyorum, mesai yapacağız, 6 gün çalışacağız bunu kabul edenler kalsın" diye ve dolayısıyla bu şartlar çerçevesinde şekillendi hadise. Bu tabi daha çok mavi yakalıları ilgilendiriyor. 

2001'den sonra ise gerek Kemal Derviş döneminde gerekse AKP döneminde daha çok tarım sektörü çöküntüye uğradı. Verilen destek azaltıldı. Tarım sektörü malını gereken fiyatla pazarda satamayınca artık niye ben köyde yaşayayım mantığı oturdu. 2002'den başlayarak ciddi ölçüde bir köyden kente göç yaşandı. Tabi gelirken bir iş bulma talebi yoktu daha çok sığınma arzusu. Ama tabi bomboş gelmediler. AKP'nin cemaat ilişkileri zemin hazırladı buna, iş bulamasalar bile işportacılık vesaire ile yerleşme yaşandı. Bu, kentlerdeki iş arayan ordusunu arttırdı. Patronlar da bunu kullandı; sigortasız işçiler, kayıt dışı çalıştırma, tarımın işgücü kusması ve bu gücün inşaat sektöründe istismar edilmesi bu dönemde görüldü. Beyaz yakalılardaysa 2002 sonrasında enflasyonu kontrol etmek için döviz kuru bastırıldı. Dövizin normalde fiyatların arttığı kadar artması gerekirken ona çok izin verilmedi. Dışarıdan gelen paraya yüksek faiz verildi,dışarıdan döviz akışı sağlandı,döviz bolluğu sayesinde döviz kuru fazla artmadı. Devlet kendi borçlanırken faizleri yüksek tuttu,o yüksek faiz sayesinde döviz kuru belli bir yerde tutuldu. Bu durum sanayiciyi yatırımcıyı şu açıdan memnun ediyor; daha ucuza ithalat yapabiliyor. Bu durum yeni teknolojiyi makinaları ucuza almayı sağlıyor. Makinelere yönelim emeğe olan ilgiyi azaltıyor. Bu durum hem beyaz hem mavi yakalı işsizliğini gündeme getirdi. Eskiden iş gücünün yaptığı işi artık teknoloji yapıyor. Patronlar makine yapabilecekken neden insanlarla istihdamla uğraşayım diyor. Bu durum beyaz yakalıları zor durumda bıraktı. İkincisi ise özellikle devlet sektörü, sağlık ve eğitim sektörleri, devleti küçültmek ve enflasyonu azaltmak iddiasıyla, ki bu IMF ve Dünya Bankası'nın telkinidir, daraltılmaya başlandı. Kamu görevlilerinin maaşlarını azaltıldı. Özelleştirmelerle beraber kamu personeli olmanın imtiyazını kaybedilmeye başlandı. Telekom gibi bir kuruluş çok sayıda istihdamda bulunurken özelleştirme sürecinde ciddi bir daraltmaya gittiler; sözleşmeleri feshettiler ya da o insanları başka yerlere kaydırdılar. Dolayısıyla özelleştirilecek kuruluşu alıcıya daha dikensiz gül halinde teslim etmek istediler. Sağlık personelinin de eli güçsüzleştirildi. Bu ve benzeri uygulamalar yani özelleştirme ve devlet eliyle verilen hizmetlerin piyasalaştırılması kamu sektöründe çalışan eğitimli personelin de hem iş güvencesini hem de iş bulma imkanını ciddi ölçüde daralttı. Özel sektörde de ihracatta rekabet edebilmek için ücretleri bastırmak gerekiyor. Hem mavi yakalıların hem beyaz yakalıların... Sonuçta ortaya ne çıktı; her düzeyde işsizlik. İhracat zaten düşük karlı,Türkiye'ye bir katma değer bıraktığı da yok ama esas enerjisini de bastırılan iş gücünden alıyor. Yeni istihdam yaratmıyor, mevcutların posasını çıkartıyor. İki kişinin yapacağı işi tek kişiye yüklemeye daha uzun çalıştırmaya "verimlilik" diyorlar. Kamuya yeni yatırım görevi vermediler sadece karayolu yatırımı gibi alanlar ortaya çıkmaya başladı. Eğitim, sağlık gibi alanlar da özelleştirilince ancak o alanlarda istihdam doğmaya başladı ki orda da kar ön planda olduğu için en ucuza adam çalıştırma ve en ucuza mal etme önem kazandı. 

2002 sonrasının şartlarında bu anlamda her kesimin şartları çok da iyileşmedi. İşsizliği sayılarla ifade etmek çok da kolay olmuyor çünkü istatistikler çok şaibeli tanımlar. Bu istatistiklerde hiçbir şekilde uluslararası normlara da uyulmuyor, resmi işsizlik ortalama yüzde on gibi duruyor ama gerçekte yüzde yirmiyi buluyor. Kadın erkek karşılaştırması yapılırsa kadınların, eğitimde ise eğitimsizlerin aleyhine bir durum söz konusu. Coğrafi olarak Doğu ve Güneydoğu'da da işsizlik daha yüksek. Ayrıca yeni yeni eğilimler var; dışarıdan doktor ithal etmek, turizm hizmet sektöründe nitelikli yabancı elemanların çalıştırılması gibi. Bunlar rekabeti arttıracak. Bir de geçen gün katıldığım bir seminerde duyduğum başka bir durum da var. Avrupa'da okuyan göçmen Türkler, üniversite okuyan, oradaki ayrımcılıktan iş bulamayan çocuklar Türkiye'ye gelip şanslarını burada deniyorlarmış. Burada göçmen-Türk-eğitimli kitle yaratıyorlarmış. Dil ve Avrupa'da eğitim görmüş olma açısından avantajlı oldukları için burada rekabet ortamında rol oynadıkları söyleniyor. 

Peki son dönemde devletin uyguladığı savaş politikasının bu tabloya katkısı ne oldu? 

GAP projesine, şuraya, buraya gitmesi gereken kaynaklar asker, polis harcamalarına ayrılınca-askeri harcamalar da ağırlıkla ithalatla karşılanıyor- istihdama dönmesi mümkün kaynaklar o alana hapsedilmiş oluyor. Bunlar Avrupa Birliği'ne deklare edilen rakamlardan çoğunlukla daha fazla. Bunu Avrupa Birliği de biliyor, onlar da bir yandan hükümete baskı yapıyor. 

Kemal Derviş'e cevap olarak yazdığınız bir yazınızda dünyadaki krizin Türkiye'yi nasıl etkileyeceğini yazmışsınız. Kapsamlı bir araştırma yapmadık ama yıllardır Wallerstein'in makalelerini takip ediyoruz sistemik bir eğilimden, kapitalizmin çöküşünden bahsediyor. Bu durum Türkiye'yi nasıl etkiliyor? 

Şu an içinden geçmekte olduğumuz kriz çok ciddi bir kriz. Kimileri bunun geçici olduğunu, bir tek finans sektörünü etkilediğini iddia etti. Ama başta ABD, Avrupa Birliği ve Asya olmak üzere bütün dünyada etkileri görülmeye başlandı. Türkiye son 7–8 yılda daha çok entegre oldu bu sisteme dolayısıyla bundan kaçması mümkün değil. Bunun dalgaları şimdi yolda. Şimdi burdan bir şilep geçse denizin kenarında olsak, hiç farkına varmayız ama şilep uzaklaşmaya başlayınca dalgalar üzerimize gelir. Özellikle dış dinamikli krizler böyledir. Eylül ekim aylarında iyice hissedilmeye başlanacak. Türkiye ekonomisinin krizde değilmiş gibi görünmesinin sebebi yüksek faiz morfini ama morfin de bedava elde edilmez, bu dış kaynaklı morfinin de bedeli yakında ödenmeye başlanacak. Bir süre sonra o da kar etmemeye başlıyor, bu da görülecek. Özellikle Avrupa'ya yapılan ihracat bir tür dayanak ama oradan talepler azalmaya başlarsa-ki belirtileri var- bu kez içerde ihracat sayesinde dönen çarklar da dönmemeye başlayacak. Diğer yandan uzun süre insanlar, tüketici kredileriyle, kredi kartlarıyla, on iki taksit vs. ile ciddi ölçüde borçlandılar. Kah otomobil aldılar kah konut meselesi çıktı. Kredi kartı sokuldu insanların cebine deste deste. Bütün hanelerde borçluluk var, aileler rehin alındı böylece. 2007 seçiminde AKP bu kadar oy aldıysa bu rehin almanın da payı vardır, çünkü bir çalkantı olursa işinizi kaybedebilirsiniz, borç taksitlerini ödeyemezsiniz. Aslında aileleri, toplumu teslim almış durumda böylece. Bu yoktu eskiden, son 5-6 yılda ortaya çıktı. Bu sizin oyun kahramanınızın da içine girdiği bir durum olabilir ev kurmak isteyebilir, taksitlere girmiş olabilir, ailesini bu işe sokmuş olabilir. Hane halklarının borçlanması, tüketici kredilerinin, kredi kartı borçlarının ciddi meblalara ulaşmış olması dönemin çok belirgin bir özelliği ama burada da deniz tükenmek üzere, insanlar artık limitin sınırına geliyorlar, artık borçlanamıyorlar, harcayamıyorlar, bankalar artık paraları tahsil edememeye başladılar. bunlar tabii derece derece istihdama etki edecek. Çok daha ciddi fabrika kapamalar, el değiştirmeler, birleşmeler söz konusu olabilir. Bunlar da ciddi biçimde her düzeyde-beyaz yakalı, mavi yakalı, eğitimli, eğitimsiz-işsizlik doğurabilecek potansiyelde. Bir şey daha ekleyeyim, birtakım sermayedarlar dışarı gidip-Suriye'ye, Çin'e, Mısır'a vs.- yatırım yapıyor. Sermayenin, malların dolaşımı serbest ama burdaki iş gücü dolaşamıyor. Burdaki bir beyaz yakalı gidip orada çalışamıyor. Dolayısıyla bu sermaye ihracı da işsizliği arttıran bir unsur olarak gündeme çıktı. Onu da bir unsur olarak almak lazım. 

Siyasi istikrarsızlık öngörünüz nedir peki? 

Bir kriz ve yeni bir denge olacak tabii, kim kimin bileğini bükecek o görülecek. Yukardaki tam bir filler savaşı, iki kutup oluşmuş durumda. Benim beklentim anayasa mahkemesinin AKP'yi kapatması yönünde. AKP de yeni bir partiyle meydanlara çıkıp "biz iyi şeyler yapıyorduk, bunlar geldiler ekonomiyi batırdılar. Biz demokrasi kahramanıyız, darbecileri ortaya çıkardık, ondan bizi kapattılar." diyecekler. Yani "yeni AKP" halkın önüne çıkıp mağduru ve mazlumu oynayarak yoluna devam etmek isteyecek. Tayyip Erdoğan'ı arka plana atabilirler ama bu İslamcı, Fethullah cemaati ağırlıklı olan çizgi tekrar yer bulmaya çalışacak ama kan kaybetmiş olarak ama olmayarak. Ben bir anda ortadan kaybolacaklarına inanmıyorum.Çünkü çok köklü bir örgütlenmeleri, yılları bulan bir birikimleri var. Türkiye'nin gördüğü en disiplinli, sabırlı örgüt sayılabilirler. Bütün kadrolarını yirmi yıllardan beri yetiştiriyorlar okullardan iş dünyasına resmi alanlara kadar. Alternatifleri de güçlü değil; ne güçlü bir sol hareket var ne güçlü bir dalga var ne güçlü bir sosyal demokrasi var. Bunların olmaması da ciddi şeyler bu güç dengesinde. Ama yeni-geçici bir denge hali kaçınılmaz olacak. Tüm bunlar olurken de bu yaklaşan dış dinamik kaynaklı krizle beraber maliyetler ağır olacak. Okkanın altına giden her zaman altta kalanlar olur, bunlar yine suyun üstünde kalır da toplum ciddi bir darbe yer ama bundan bir ders çıkarır mı? Her zaman çıkarmıyor maalesef. 2001 krizinde kızan halk AKP'yi diğerlerini cezalandırmak için iktidara getirdi. Böyle bir dönemde de ciddi bir depolitizasyon olabilir, insanlar içlerine kapanabilir. Bunlar da çok kötü şeyler. Her şey günbe gün değişiyor Türkiye'de, hiçbir şey hiçbir zaman statik değil, kaotik bir toplum çünkü burası. Her gün bir kaos, her gün manşet değişiyor,gündem değişiyor. Şimdi konsolosluk olayı konuşuluyor, yarın kimbilir ne patlayacak? 

Oyunda bir yandan Zafer Parlak tiplemesi aracılığıyla beyaz yakalı olma adaylarının durumu incelenirken diğer bir yandan Zafer'in çalıştığı küçük atölye vasıtasıyla mavi yakalıların da durumunun pek farksız olmadığı hatta daha kötü olduğu analizi yapılıyor. Bugün bu kesim için durum nasıl? 

Altta çalışanlar bu işe alışık; onlar zaten 2001 krizinden çıkamadılar. O kesim krizi ve o travmayı hala yaşıyor. Dolayısıyla onların kazandıkları ve kaybettikleri çok ciddi ölçüde fark etmiyor. Esas travmayı yaşayanlar orta ve üst kesim. Çünkü bir ölçüde "biz bu vartayı atlattık, eski günlere döndük" anlayışı içindelerken bir darbe yerlerse daha büyük bir travma yaşayacaklar. Alt kesim ele geçirdiklerine daha dişleriyle tırnaklarıyla sarılıyorlar "aman bu işi kaybetmeyeyim" diye. 2001'den sonra zaten bir kısmı iş bulamadı, iş bulanlarsa düşük ücrete ve kayıt dışına rıza gösterdi. Bu ortamın içindeki bir kısım da köyden geldi onlar daha hala iş bulamadılar ancak cemaat yahut hemşeri ilişkileriyle çalışıyorlar. Bu arada tabi güneydoğudakiler göç etmekten vazgeçtiler, geri dönenler oldu ve bölgelerinde içe kapandılar. Onlar artık göç vermiyor mesela. Çünkü buraya gelince adamlar linçle burun burunalar. Bu etnik meselelerden ötürü bir içe kapanma yaşadılar. Her düzeyde olanı yani eğitimlisi eğitimsizi gidip orada linç ihtimaliyle dışlanmışlıkla ya da o gerilimle yaşayacağıma kendi bölgemde rahat yaşarım dediler. Diyarbakır'a gittiğimde bir sürü hali vakti yerinde olan eğitimli doktor biz burada kendimizi rahat hissediyoruz; İstanbul'daki Ankara'daki gerilimi yaşamıyoruz diyor. Bu nedir, aslında bir içe kapanmadır. İşsiz de kalsa adam bölgesinde her şeyden önce kendini rahat ve güvende hissediyor. Konuşurken kimse kulak kabartmıyor, ters bakmıyor. Adam açısından baktığında iyi bir şey ama Türkiyelilik açısından baktığında vahim bir şey bu. 

Bu ekonomik koşullarda ordunun daha yoğunluklu bir şekilde savaş günlerine geri dönme çabası ve buraya daha ciddi bir kaynak ayırması ekonomik açıdan göze alınabilir mi? 

Onlar askeri olarak yapabileceklerini sonuna kadar yaptılar ama oradan bir sonuç alamıyorlar. Şunu da görmeleri lazım aslında gidip görmeyenler anlamıyorlar: PKK denilen hadise oradaki tabandan kopuk bir hadise değil. Adamlar son derece bütünleşikler. Hele ki seçimlerde AKP'ye barışa yakın gözüktüğü için taleplerine yakın göründüğü için oy verilmişti. Sınırötesi operasyonlarla AKP acayip inişe geçti. Bir anda oradaki kesim AKP'yi terk etti. İster kızsınlar ister beni beğensinler beğenmesinler bu şekilde PKK'den onun sivil parlamento unsurlarından vazgeçmeyecekler. DTP yine oylarını arttıracaktır. Savaşta bir gerilla taktiği vardır "suyu kızdır balık içinde yaşamasın" diye istediğin kadar suyu kızdır su kızmıyor ya da kızsa da balığı yaşatıyor içinde. Hiç öyle şeyler sonuç vermiyor artık bunu görmeleri lazım. Zaten gördüler de. Elde etmeye çalıştıkları şuydu sınır ötesinde: Kuzey Irak'ın desteğini azaltmaktı. Neticede başladılar; bugün Irak'ta hesapları var. Bağdat'a gittiler. Irak'a giderken o kesimle Kuzey Irak'ta anlaşmaya varmış olmak lazımdı, orada bir problemin kalmaması gerekiyordu. Kuzey Irak'ta sattı PKK'yi. Dolayısıyla daha fazla şiddet neye yarayacak ki? 

Oyunu yorumlarken iki eksen üzerinden gitmesi düşünülüyor: Bir yandan ekonomik krizle ciddi bir işsizlik yükselirken bir yandan da savaş dalgası yükseliyor. Aslında birbiriyle çatışan ve çok ciddi anlamda toplumu etkileyen şeyler... 

Olabilir ama askerler kendi oyun planlarını uygularken ekonomiyi etkiler diye kaale almıyorlar. Herkes kendi oyun planını uyguluyor neye mal olursa olsun. Millet sanıyor ki anayasa mahkemesi AKP ile ilgili karar alırken ekonomiyi nasıl etkileyecek diye düşünüyor, yok öyle bir şey. Anayasa mahkemesi kendi doğrusu neyse benim doğrum budur diyor bu neye mal olacaksa olsun. Piyasa da bunu öğrendi artık. Onlar da hangi aktör hangi oyunu oynar onu önceden görerek hareket ediyor, alıyor ya da satıyor sonuçta kimse şunu yapmayalım bunu yapmayalım ortalık çalkalanır demiyor. Olan oluyor zaten. 

Oyunda yaklaşık üç tane mülakat sahnesi var. Üniversitede olduğumuz için mezun birçok arkadaşımız işe girmiş durumda ya da işe girmek için mülakatlara giriyor. 2001'e göre daha yeni stratejiler uygulandığını ilginç mülakat tekniklerinin bulunduğunu gördük. Bu değişimler hakkında ne düşünüyorsunuz? 

O var onun dışında daha da önemli bir şey var. Hem Gülen cemaati hem de AKP'nin iktidara gelişiyle beraber bu pratik ilişkiler çok gelişti. Adamlar hem belediyelerde hem de kamuda örgütlüler. Kendi yandaşlarına bir sürü ihaleler çıktı dolayısıyla tüm bu alanın istihdamında şu referans çok önemli: Bizim cemaatten mi bizim adamımız mı? Diyelim adam medyaya giriyor, Sabah gazetesi "bizden yana mısınız, değil misiniz?" elemesine tabi tutuyor. Dolayısıyla kendi adamlarını getirmeye başlıyor. Belediyelere bakıyorsunuz belediye hizmetlerine gelenleri... vapur gişesindeki adam bile Alevi olamaz; mutlaka kendi cemaatlerinin içerisinden, herkes birbirini kolluyor. Sen kalkıp da belediyeye kolay kolay giremezsin vazgeçilmez bir eleman değilsen. Onun zaten o cenaptan alıp istihdam edeceği adamlar var. Öte yanda iş kursan bile belediyeden herhangi bir işi kolay alamıyorsun çünkü adamın kendine taban yaptığı çok ciddi bir sermaye örgütlemesi var. Adamlar TUSKON diye bir konfederasyon oluşturdular Türkiye çapında bunu örgütlüyorlar yurt içinde ve yurt dışında iş alanları yaratıyorlar. Birbirleriyle dayanışarak ulvi amaçlarına hizmete yönlendirmek için. İşgal edilmiş bu alanda bir kesimi dışlayıcı durum var. Öbür alanda da yapıyorlardır Koç'tan tut bütün şirketlerde. Çünkü adamın müthiş bir seçeneği çıktı istediğin kadar ayıkla en iyisini, en akıllısını, en uyumlusunu kendisini feda edecek olanı seç al. Seçenek olarak şu çıktı ortaya: Çocuk Almanya'da okul bitirmiş 2 dil biliyor orda tutunamamış gelmiş ayağına onu niye istihdam etmesin. Bunları da değerlendirecek. Okullar arasında rekabet olacak. Boğaziçili gene şanslı şimdi Anadolu'dan gelen gariban mezunu düşün. Dil faktörü var. "Ne kadar sosyal, ne kadar imajı iyi, yaratıcı ve bize daha çok para kazandıracak" bunları dikkate alıyorlar. 

Türkiye şu anki ekonomik koşulları itibariyle Latin Amerika ülkelerine benziyor. Bunlar arasında Türkiye'nin model alabileceği bir ülke var mı? 

Arjantin'le 2001 krizine beraber girdik. Onlar daha derin yaşadılar. Onlar Türkiye'nin yaptığını yapmadılar. Başka bir yol tutturdular ve şimdi onu yaptıklarına pişman değiller. Başta ciddi bir bedel ödediler. Gidip IMF'yle anlaşmadılar keza Brezilya şimdi halinden daha memnun. Çin, Hindistan kategorisinde sayılıyor. Yeni kurulan dengelerde daha bir üste tırmanacak gibi. Onları araştırmanızda fayda var. Oraya gelen yönetim mesela sendika lideri. Adam farklı şeyler yaptı onların yaptıklarını yapmadı. Arjantinde çok ciddi çalkalanmalar oldu. Latin Amerika farklı bir yola gitmeye başladı dayanışarak. Aslında Türkiye'nin tutturduğu yol biraz Çinleşme. Biz buna "dibe doğru yarış" diyoruz. Çin'de Hindistan'da mümkün olduğu kadar daha ucuz emek, daha pespaye iş şartları var. Buna mikroreformlar diyorlar yani mümkün olduğunca emek çerçevesinde kalarak bir rekabet gücü oluşturmaya çalışıyorlar. Türkiye de onu taklit ediyor. En azından Avrupa Birliği'nin Çin'i olabilir. Bu bir dibe doğru yarış aslında. Dibe doğru yarışı anlamak içinde biraz Çin'e Hindistan'a bakmak gerek orada ne oluyor, insanlar nasıl yaşıyor, hayatları nasıl. Çinleşme insanı ne hale getirir diye. 

Oyunun sonunda atölyedeki işçiler tarafından eylem yapılıyor. Örgütlülüğün bugün nasıl bir hal aldığına dair de biraz araştırma yaptık. Ayşe Buğra, Ahmet İnsel ve Fikret Adaman bir makalelerinde, tarımsal iş gücünün şehre kayması, şehirlerde hemşeriler üzerinden iş bulunması, rekabet koşullarının yükselmesi sonucu sendikal alanın giderek boşaldığını tespit ediyorlar. Fakat bununla birlikte yaptıkları görüşmelerde insanların sendikalara güvenmemekle birlikte, gerekli bir yapı olduğuna dair bir inancı olduğunu görmüşler. Sorun tespiti olarak da sendikaların mücadele eksenlerini en önemi sorun olan kayıt dışı istihdama yöneltmemeleri olarak görüyorlar. Bu konuda görüşünüz nedir? 

Doğru. Sendikaları dinlerseniz onlar da başka bir şey anlatıyorlar: Ellerinde böyle bir kadro olmadığını, maddi imkan olmadığını yani subjektif şartların kendilerini çok daralttığını söylüyorlar. Herkes kendisine göre bir mazeret uyduruyor. Bunlar gerçeklik ama sendikal kesimlere baktığında benim 80 öncesi gördüğüm sendikal kadro kalitesi yok. O dönemde insanlar inanarak amatör olarak girerlerdi sendikada çalışmaya. Üniversite mezunları girerdi çalışmaya yani profesyonel olarak çalışmak da tercih edilirdi. Sonuçta bir şeyler görürdü sendikal hareket: Bir grev görürdü, örgütlenme görürdü, yükselen işçi hareketini görürdü. Bunlar ciddi motivasyon gerektirir. Şimdi bu olmuyor olamıyor çünkü sendikaların hakikaten kaynakları yok. Paraları veremiyorlar. Profesyonel eleman alamıyorlar. Orada çalışmaya gönüllü insanlar çok çıkmıyor ortaya, üniversite yıllarında belki çıkıyor ama hayata karıştığında kaybolup gidiyor o insanlar. İşyerlerindeki koşullar çok zorlaştı. Adam işten çok rahat çıkarılıyor. İşssiz kalma ihtimali çok yüksek. Bu gerçeklikler var ama çok farklı şeyler de olabilir bir yandan bir dalga yükselir çok farklı şeylere dönüşebilir. Dipteki dalgayı fark etmek kolay değil o biraz bilinmez bir şey. 

Orta sınıfın son dönemlerde lüks tüketime önem vermesi gibi bir durum söz konusu buna dair yorumlarınız nelerdir? 

Şöyle bir durum var şunu hatırlamak lazım. Burası 70 milyonluk bir ülke. Bunun içerisinde benim iddiam şu: Yüzde beş desek 3.5 milyonluk kesim ülkedeki gelirin çok önemli bir kısmını alıyor. Esas göze batan harcamaları da bu toplumun tamamı değil bu 3.5 milyon yapıyor. Şimdi bu 3,5 milyonun da 2,5 milyonu İstanbul'da yaşıyor. Son model arabalar var, iş merkezleri kuruluyor, gece hayatları var. Bunlar var da, kaç kişi yapabiliyor bunları? 70 milyondan 3,5 milyon yapıyor bunları. Bu 3,5 milyona kim giriyor kim giremiyor? 3.5 milyon da az değil aslında. Avrupada bu sayıda hatta daha da az nüfusa sahip ülkeler var. Bu 3.5 milyona sermayedarlar giriyor, onlarla çalışan beyaz yakalılar giriyor, yabancılar giriyor. Ama sayı yanıltmasın. Şu şehirde mesela 13 milyon insan yaşıyor. Bu 13 milyon insanın 10 milyonu görünmüyor ama bu 3 milyon görünüyor. Medya bunlardan bahsediyor. Onlar için iş merkezleri yapılıyor. Yalılar, yatlar, katlar yapılıyor. Nüfusu hatırlamak lazım. 70 milyon için değil 3 milyon için yapılıyor her şey. Buna özenenler var. Adam televizyonunu yeniliyor. Ama plazma dediğin çıktığında 7-8 bin YTL'ydi şimdi 2 bin YTL'ye düştü. Bunun da kurun düşük tutulmasıyla ve dibe doğru yarışla ilgisi var. Bu parçaların yüzde doksanı Asya'dan ithal ediliyor. Çünkü kur ucuz. Daha yoldayken fiyatları düşüyor. O sayede fiyatlar bu kadar düştü. Türkiye şimdi bu malları böyle getirip Avrupa'ya ihraç ediyor. Avrupa şimdi Vestel'in Arçelik'in plazmalarını kullanıyor. Ama ortadaki parçalar Asya'dan geliyor. Asya'dan dolarla ucuza mal ediliyor. Dolar avro farkından ve kalite farkından da ceplerine 3-5 kuruş para bir şey kalıyor. Bunlar var. Bir de insanları ciddi ölçüde borçlandırıyorlar. Borçlanmaya alıştırıyorlar. Kredi kartı kullanımı, limit artırımı var. Banka durduk yerde sizin limitinizi artırıyor. Gümbür gümbür reklam hadisesi var. Televizyonlar gazeteler "al, al!" diyor. İnsanlar bundan uzak duramıyor. 2001 krizinin farkına varamadılar. Bugün futbolcuların morfinle sahada durabilmesi gibi bir şey. İğneyi kestiğin an yığılıp kalacak adam sahada. Şu da var aslında; aile güvencesi var hala ortada. Sıkışırsam annemin babamın şu evini satarım benden esirgemezler gibi. Bu bir sürü ülkede kalmadı. Bununla birlikte çok ciddi çürümeler de var. Fuhuş ciddi ölçüde artıyor. Uyuşturucu meselesi dallanıp budaklanıyor. Mafyatik ilişkilere dahil olma eğitimli insanı da çekiyor içerisine. Rüşvetin işlemediği kurum yok. Çalıp çırpma şebekeye dahil olma yani kirlenme her taraftan yaşanmaya başlıyor. İlle çete olmak da gerekmiyor, şirket içinde çeteler oluşuyor aslında satın almada şunda bunda bankalarda bankacılar ayrı ilişkiler içerisine giriyor. Şirketin parasını benim şubeme getirirsen seni şöyle görürüm falan. İş bulmak için tacizlere rıza göstermek. Bütün istismarların hepsi dallanıp budaklanıyor. Toplum bir çürümeyi yaşıyor. 

Sizce bu duruma karşı muhalif bir tavır takınmak için nasıl bir model oluşturulabilir? 

Modeli yok. Ben sizin yerinizde olsam insanlara şu mesajı vermek lazım diye düşünürüm: "Kardeşim mavi-beyaz, eğitimli-eğitimsiz giderek bu farksızlaşmaya başlıyor. Hepimiz aynı geminin alt güvertesindeyiz". Bu yüzden hepimizin kader birliği yapması lazım. Sınıfsal ayrışmalardan kopmamız lazım. Suni şeylerden kopmamız lazım. Kimlik problemi bu ülkede vardır. Türk, Kürt, Sünni, Alevi vardır. Asıl bizi tanımlayan şey çalışan olmamızdır. İster eğitimli, beyaz yakalı, vasıflı, vasıfsız kaderlerimizi ortak hale getirip bunun üstünden nereden başlayacaksak başlayalım gelmemiz lazım. Ekonomik olarak örgütlenmemiz lazım. Siyasi olarak örgütlenmemiz lazım ama birey olarak tüketime teslim olmamamız lazım, medyatik şartlanmalara kapılmamamız lazım. Mücadele etmemiz lazım. Bir teslim oldun mu bittin. Geçmiş olsun, hem sen bittin hem de çoluk çocuğun bitti. Örgütlenme buradan başlar. Birey olarak kendini örgütleyip çoluk çocuğunu örgütleyip sonra benzerlerinle örgütlenip çoğalmak. Buradan başladığın zaman bu örgütlenmeye dönüşür, ister harekete dönüşür. Ama insanların birey olarak teslim olmamayı misyon olarak belirlemesi lazım. Bireysel olan çok önemli çünkü hiçbir şey olamazsan birey olarak olma yani birey olarak kapılmamanın yolunu öğren; çocuklarını, aileni, etrafında yetişebildiğin insanları sakın. Buradan ille de bir yere gitmek gerekmiyor ama tekil olarak yapmadığın zaman adamın gardı düşüyor. Çünkü birey birey karşıdakiler indiriliyor aşağıya. İnmemeyi öğrenmek lazım. Bunlar olursa ondan sonrası kolaylaşıyor. Bunlar olmadığı için herkes umutsuzlaşıyor. Sendikacı diyor ki "Ya adam kredi kartına mahkum olmuş ‘yarın işten atılırsam taksitlerim ne olacak' diyor" diyor "Ee ben bunu örgütleyemiyorum" diyor. Adam 5 senesini bağlamış, 5 senelik konut kredisi almış "5 sene işimi terk edememem ve risk almamam lazım" diyor. Sendikacı da buradan umutsuzluğa düşmeye başlıyor. O da diyor ki "adamlar zaten gitmiş, neyi örgütleyeyim?". Herkes birbirine bu şekilde bir negatiflik yüklemeye başlıyor. Öbürü de "ya sendikacı mı kalmış?" diyor.