2000’li yıllara ekonomik krizin, sancılı AB uyum sürecinin ve Irak savaşının gölgesinde giren Türkiye’de; kültürel ve ideolojik alanda ciddi değişimlerin yaşandığı aşikar. 1999’da Kürt sorununda yeni bir sürecin başlaması, iç savaş koşullarının yerini ‘tek taraflı barış’ ortamına bırakması ve Türkiye’de ABD destekli bir Avrupa Birliği uyum ve liberalizasyon sürecinin başlatılması sonrasında, demokratik kültürel alanda oldukça sınırlı gelişmelerin yaşandığını ve yaşanmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Tiyatro alanında ise geçtiğimiz birkaç yıla damgasını vuran en temel mesele, toplumu felce uğratmaya başlayan ekonomik krizin özel tiyatrolara ‘kepenk kapattırması’ ve ödenekli tiyatrolar da dahil tüm tiyatro bölgesini kapsayan ciddi bir seyirci sıkıntısının yaşanması ve bu süreçte tiyatronun ‘ölü bir sanat dalı’ olduğu yönündeki tartışmaların gündeme gelmesiydi. Sansasyonel bir şekilde medyada yer bulan bu tartışmalar, aslında uzun yıllardan beri devam eden ciddi sorunların belki de yüksek sesle ifade edilmesiydi. “Seyirci yok, kaynak yok, evet, artık tiyatro öldü!” diyenlere halihazırda tiyatro yapanların söyleyecek çok fazla bir şeyi yoktur. Ancak, yaşanan bu varoluşsal tartışmalar sonrasında, ‘Hayır tiyatro henüz ölmedi?’ diyenlerin çözüm oluşturmaya yönelik ne gibi somut adımlar attığının veya atamadığının incelenmesi gerekmektedir.
Tiyatro sanatının bir yandan tasfiye edilmesine diğer yandan toplumla bağlarının koparılmasına çalışılarak ‘yeniden tanımlandığı(1)’ bir dönemde, tiyatroyu yaşatmak uğruna mücadele edenlerin üç farklı kültürel-politik eğilime sahip olduğu söylenebilir. Birincisi egemen piyasacı eğilim, ikincisi kültür-sanat faaliyetinin kişisel/grupsal öz tatmin veya hobi aracı olarak görüldüğü depolitize edici pseudo-libertist (güya-özgürlükçü) eğilim ve son olarak dayanışmayı ve örgütlenmeyi ön plana çıkaran alternatif (sosyal özgürlükçü) eğilim. Ancak bu üçlü eğilim analizini yaparken şunu belirtmekte yarar var: Bu üç eğilimin her biri birbirini dinamik bir şekilde etkileyebilmektedir. Örneğin alternatif ve muhalif itkilerle hareket etmeye çalışan toplulukların bile dönem dönem ilk iki eğilimin yıkıcı etkilerinden fazlasıyla nasibini aldığını gözlemleyebiliriz. Bu yüzden de, bu analizi dinamik bir şekilde değerlendirmek daha gerçekçi ve dürüst olacaktır.
Yazının ana konusu olmamakla birlikte, ilk olarak egemen piyasacı eğilime sahip tiyatrocuların geçtiğimiz süreçte neler yaptığı üzerinde kısaca durulabilir. Öncelikle ödenekli ve bürokratik resmi tiyatro kurumlarının (Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları vb.) AKP hükümetiyle rant ve koltuk kavgası içine girmek dışında, tiyatronun gerçek sorunlarına çözüm oluşturmaya yönelik politikalar geliştirdiğini söyleyemeyiz. Aşağıdaki bildiri, AKP hükümetinin Türki neo-liberal ekonomik politikalar çerçevesinde yasalaştırmak istediği Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısına karşı TOMEB’in (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği) yazdığı bildiridir. Bu bildiriye; TOBAV (Devlet Tiyatro Opera Bale Vakfı), DETİS (Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Derneği), Kültür-Sen (Kültür Sanat Sendikası) vb. kurumlar destek vermektedir. Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısına karşı çıkılabilir, ancak buradaki kritik nokta resmi ve ödenekli kurumların -bildiriden de anlaşılacağı üzere- hantal ve köhnemiş KİT’ler olarak kalmaktan vazgeç(e)memeleridir. Bu kurumlar, oluşan suni kutuplaşma ortamında (YÖK tartışmalarında olduğu gibi) Kemalist ve ‘aydınlanmacı’ motiflere sarılarak devleti oluşturan ve yöneten ‘asıl’ odaklardan medet ummaktadırlar. Bu tarz yaklaşımların; Türki neo-liberal politikalara muhalefet oluşturmaktan ziyade ekonomik ve siyasi olarak rant talep etmekten başka bir anlam ifade etmediği ve ülkemizdeki tiyatral ortama ciddi bir katkısının olmadığı açıktır.
Kültür ve sanat alanları; üniter bir devlet yapısına sahip Türkiye Cumhuriyeti devletinin asli görevleri arasındadır. Tıpkı eğitim, adalet, ülkenin iç ve dış güvenliği ve bunun gibi… Laik, sosyal, hukuk devletimizin merkezi; çeşitli organlarıyla bütünsellik arzeden bir sistemdir. Önerilen yasa tasarısındaki yerelleşme; sosyal devlet olgusunu ve kamu hizmetinin varlığı ile ilgili, devletin görev ve sorumluluklarını ortadan kaldıracak sistemsel boşluklar göstermektedir. Devlet merkezi; genel görevleri, yerel yönetimler ise; özel görevleri düzenlemekten sorumludur. Bu nedenle; kültür ve sanat hizmetleri sadece yerel ihtiyaçlar olarak değerlendirilemezler. Önerilen yasa tasarısında kültür ve sanat hizmetlerinin yeri ve konumunun açıkça belirtilmemiş olması, bizleri çok ciddi kuşkulara sürüklemektedir. Bu yasa tasarısıyla devlet tiyatrolarının, devlet opera ve balesinin konumu ve geleceği nasıl belirlenmektedir?...
TOMEB (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği) Basın Bildirisi
Son yıllarda, sırtını güçlü bir finans kuruluşuna bağlayamamış ve hala ‘kepenk kapatmamış’ özel tiyatroların ise, ayakta kalabilmek için türlü çeşit medyatik araçlara başvurduğunu ve 90’lı yılların sonunda had safhaya ulaşan popüler televole kültürü ile bağlarını iyice güçlendirdiği söylenebilir. Oyuncu-manken sayısındaki artış, sahne üzerinde cinsellik kullanımının ayyuka çıkması, ABD ve Avrupa’dan ithal edilen burjuva komedilerinin ve dramlarının yenilikçi oyunlarmış gibi oynanması, kumpanya anlayışı yerine prodüksiyon tiyatrosu konseptinin hakim olması, tiyatroda eğitim-araştırma diye bir mefhumun neredeyse tamamen ortadan kalkması vb. gibi örnekler yozlaşmanın etkilerini göstermek için yetersiz kalır. Örneğin, geçtiğimiz sene içinde 70’e yakın televizyon dizisinin çekilmiş olması önemli bir veridir. Bu dizilerde oynayan oyuncuların büyük bir bölümünü devlet-şehir tiyatrosu kökenli oyuncular ve özel tiyatrolarda çalışanlar oluşturmaktadır. Sağcısından sosyal demokratına, “alternatifinden” muhafazakarına kadar her kesimin zevklerine hitap etmeye başlayan dizi ve eğlence sektörü piyasası, insan kaynağı olarak tiyatrocuları seçmiştir. Halkların kültürlerine sığ ve aşağılayıcı yaklaşımların sergilendiği “Ağa” dizilerinden tutun, mafya ile bağlantılı karanlık dizilere kadar geniş ölçekli kurulan bu sektörü, tiyatrocular ekonomik bir geçim kapısı olarak görmeye başlamıştır. Ve bu kesimler için tiyatroculuk yeniden tanımlanmaktadır: Dizilerden arta kalan zamanlarda tiyatro! Nitelikli bir şeyler yapmaya çalışan tiyatrocuların bile, bu sektörün içine girdikçe kendilerini tüketmeye başladığı çok rahat gözlemlenebilir. Bir diğer çarpıcı örnek olarak bir yarışma programından söz edilebilir. 2003 yılı sonlarına doğru, kültürel ortama ve hayatımıza damgasını vurmaya başlayan yarışma programlarına (Biri Bizi Gözetliyor, Popstar, Ben Evleniyorum, Akademi Türkiye vb.) ‘Türkiye’nin Yıldızları’ adıyla bir tiyatro ve oyunculuk yarışma programı da eklenmiştir. Bu yarışmada, jüri koltuklarında oturan “en değerli” tiyatrocularımız, işsizlik içinde kıvranan ve ‘keşfedilmeyi bekleyen’ gençlerimize, onlar da belki günün birinde bir dizide rol kapabilsinler diye, piyasadaki egemen oyunculuk klişelerini öğretmektedirler. Oyunculuk eğitimini, konservatuvar, özel kurslar ve akademilerin dışına taşımanın yolu bulunmuş ve tiyatro eğitiminin bile direkt olarak televizyon ve eğlence sektörünün içinde konumlanması gündeme gelmiştir.
Tiyatronun televizyon ve eğlence sektörü için bir insan deposu olarak görüldüğü bir dönemde, önemli bir gelişme olarak, egemen piyasacı eğilime sahip tiyatroların ‘televizyon ve dizi seyircisini’ tiyatroya çekebilme girişimlerine tanık oluyoruz. Örneğin 2003 yılında, televizyondaki popüler dizilerde ismini duyuran ve beğenilen oyuncuların başrol oynadığı birçok oyun sahnelenmiştir. Bu yeni strateji sadece özel tiyatroların değil aynı zamanda devlet ve şehir tiyatrolarının da başvurduğu bir yöntem haline gelmiştir. Bunlara ek olarak, geçtiğimiz yıl oyuncu, manken, şarkıcı vb. isimlerin biraraya getirildiği ‘toplama’ kadrolarla medyatik ve sansasyonel projelerin gündeme sokulmaya başlandığı bilinmektedir. Sonuç olarak, tiyatronun sorunlarını çözmek adına piyasacı bir anlayışla türlü çeşit çözüm üretme ‘çabalarına’ tanık oluyoruz. Bu tarz çabaların kısa dönemli ‘başarılı’ sonuçları olsa bile, uzun dönemde tiyatronun gerçek sorunlarına çözüm oluşturamayacağı söylenebilir.
Egemen piyasacı eğilimin yeşerdiği resmi-bürokratik kurumlar ve özel tiyatrolarda bu gelişmeler yaşanırken, alternatif tiyatro ve amatör tiyatro bölgesinde ise iki ana eğilimin geliştiği söylenebilir. Öncelikle güçlü olan ve ‘trend’ olmaya başlayan bir eğilimden bahsetmek gerekir. Son yıllarda amatör kültürel alandaki faaliyetlere şöyle bir göz atıldığında, topluluk sayısında ciddi bir artışın yaşandığı görülebilir. Örneğin geçen sene, resmi ve özel kurumlarla birlikte İstanbul’da yaklaşık 210 tane (bir internet sitesindeki kayıtlara geçen) farklı oyunun sahnelendiğini bilinmektedir. Özellikle amatör alanda yüzlerce yeni topluluk ortaya çıkmaktadır. Ancak bu toplulukların bir çoğunun kısa bir süre içinde dağıldığı, ortadan kaybolduğu veya isim değiştirerek yeniden ortaya çıktığı gözlemlenebilir.
Türkiye’de amatör tiyatronun ‘arka bahçe’ olarak tanımlandığı bir dönemde, revaçta bir gelişme olarak, kalıcı ve kurumsal tiyatro yapıları yerine, gelip geçici, saman alevi gibi parlayıp sönen, üç-beş kişinin inisiyatifinde gelişen ‘grupçuklara’ ve ‘oyunumsu’ gösteriler enflasyonuna tanık oluyoruz. Peki tiyatronun öldüğü iddia edilen bir dönemde tiyatroya, özellikle de amatör tiyatroya olan bu ilgi neden kaynaklanıyor olabilir? Sorunun yanıtı çok basit değil. Toplumda güçlü bir politizasyon var da, amatörler şaha mı kalktı? Elbette, hayır! O zaman akla gelen ilk yanıt büyüyen eğlence ve televizyon sektörünün iştah kabartması. Bu sektörde ucuz oyuncu olarak kullanılan ve ‘yeni yüz’ olarak keşfedilen amatör kökenli oyuncu sayısının çoğaldığı söylenebilir. “Ve belki bir gün bizde piyasaya eklemlenebiliriz” diyenlerin, öncelikle amatör alanda kendisini göstermesi ve daha sonra dizi yapımcıları tarafından ‘keşfedilmeyi’ beklemeleri, amatörlüğe olan ilginin açıklanması için güçlü olasılıkla doğru bir yorum. Ancak, tek neden bu olmasa gerek, çünkü herkes bu piyasanın içine giremiyor. Giremeyenler ise, amatörlüğü ve bir anlamda ‘alternatifliği’ nasıl algılıyorlar?
Bu soruya yanıt verebilmek için, son dönemde sayıca mantar gibi çoğalan tiyatro topluluklarının yapılarını incelemek gerekir. Son dönemlerdeki yeni kültürel eğilimlerin belirleyici özelliği, sanat faaliyetinin bireysel veya grupsal öz tatmin aracı, bir tür hobi faaliyeti olarak görülmesidir. Bu motivasyonla hareket eden bir kişi için, tiyatro etkinliği bir tür rahatlama ve sağaltım uğraşına dönüşür. Tiyatro etkinliği sadece bir oyun çıkarmak ve çıkan bu oyunu birkaç yerde sergilemek anlamına gelir. Kadrolaşma ve örgütlenme diye bir dert yoktur. Eğitim araştırma ve entelektüel faaliyetler yok denecek kadar azdır. Oyunlar hazırlanırken ‘Yaptık oldu!’ mantığının egemen trend haline gelmesi, dramaturji çalışmasının es geçilmesi, ‘anlaşılmazlığın’ hakim estetik biçim haline gelmesi, toplumcu temalardan uzaklaşılarak daha ‘mahrem’ temaların seçilmesi, salt biçimci post-modern denemelerin moda haline gelmesi, dışa dönüklüğün ve örgütlenmenin reddi, amatör alandaki diğer topluluklarla sığ ve pragmatik bir dayanışmanın ötesine geçememe vb. türünden örnekler, bu yeni trendin belirleyici özelliklerindendir. Özetle bu tarz gruplarda hakim olan genel eğilimin içe dönüklük ve grup-merkezcilik olduğu söylenebilir.
Bu eğilime sahip tiyatro topluluklarının kamusal alanda ve kamusal alana etki edecek şekilde konumlanmaktan ziyade, toplumla bağların yitirildiği ve depolitizasyonun kışkırtıldığı alanlarda örgütlendiği tespit edilebilir. Bu eğilimin en güçlü göstergelerinden birisi tiyatro ediminin yapıldığı mekanların değişmeye başlamasıdır...
* Bu yazı, Mimesis 11’de (Kasım 2005) yayınlanan “Tiyatro Alanındaki Kültürel-Politik Gelişmeler, ‘Alternatif’ Mekan Arayışları ve İATP” adlı makaleden alıntılanmıştır.
(1) 2000’li yıllara gelindiğinde tiyatro sanatının arkaik bir sanat dalı olduğu iddia edilmeye başlanmıştır. Seyircinin tükendiği, ekonomik dibe vurmanın yaşandığı bir süreçte, tiyatro sanatının ve tiyatrocuların yaşayabilmesi için direkt olarak televizyon ve eğlence sektörünün içinde konumlanması önerilmektedir. Amatör tiyatro bölgesi ise ‘bir arka bahçe’ olarak tanımlanarak, depolitizasyonun kışkırtıldığı evcilleşmiş bir bölge olarak düşünülmektedir.