Pek çoğu Avrupa ülkesi olan bazı gelişmiş devletlerin sera gazı salımları üzerinde yetersiz sınırlamalar getiren Kyoto protokolünün birinci taahhüt dönemi artık ömrünü tamamlıyor. 1992 tarihli BM İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması üzerine inşa edilen 1997 tarihli Protokol, 2005 yılında yaptırım gücü kazanmıştı ve anlaşmaya taraf gelişmiş ülke salımlarının 2008-2012 taahhüt dönemi içerisinde, 1990 seviyeleri temel alındığında yüzde 5.2 azaltılmasını öngörüyordu.
Kyoto’nun işlerlikte olduğu dünyada, 1990 temel alındığında küresel salımlar 2006 yılı itibariyle yaklaşık yüzde 25 arttı. Kyoto’nun birinci taahhüt döneminin sonuna geldiğimizde bu artış yüzde 30’lara varacak.
İklim değişimi, fosil yakıt ekonomisinin sistemik bir sonucu olduğu için, konu hakkındaki bilimsel bilgi ve öngörüler geçtiğimiz yüzyıl boyunca ısrarla göz ardı edilmişti. 20. yüzyıl kalkınma ekonomisinin bu “kirli sırrı” ancak 1992 tarihli Çerçeve Anlaşma ile güncel siyasetin zorunlu bir bileşenine dönüştü. Çerçeve Anlaşma’nın temel hareket noktası (1) sorunun kabulüne (2) erken sanayileşen ülkelerin öncelikli sorumluluğuna dayanıyordu.
Kyoto Protokolü, o günlerin baş kirleticisi ABD’nin (artık baş kirletici Çin) oyun bozanlığı da işin içine girince, en başta kapsamı itibariyle cılız bir anlaşmaya dönüştü. Küresel salımların sadece yüzde 40’ını kapsayabildi, diğer yüzde 60 ise gönlünce artmaya devam etti. Örneğin Türkiye, 1990 temel alındığında küresel salımlarını 2006 itibariyle yüzde 95 artırdı. Sonuçta Kyoto bugün, küresel salımların yüzde 40’tan da azını kapsar hale geldi.
Bu durumun taahhüt veren taraflar açısından gönülsüzlüğe yol açtığını görmek zor değil. Kyoto’nun yürürlükte olduğu dönemde, taahhüt altındaki tarafların toplam salımlarının anlaşmanın ılımlı şartlarını sağlayacağı görülüyor, fakat sahte bir gerekçeyle: Taahhüt altındaki eski doğu bloğu ülkeleri (eski geçiş ekonomileri) salımlarının yarısını post-sosyalist dönemde içine düşdükleri ekonomik buhran nedeniyle yitirdikleri için. Merkez kapitalist ekonomiler ise Kyoto’nun temel aldığı 1990 sonrasında salımlarını ortalama yüzde 10 artırdılar. Yani Kyoto’nun yürürlükte olduğu dünyada, sadece kapsam dışı olanlar değil, kapsam içinde olanlar da pek iyi bir iş çıkaramadılar.
Yüzde 5.2 indireceğim deyip yüzde 10 artırmak, buna karşın –birkaç ülke hariç– yaptırım riskine girmemek nasıl mümkün olabiliyor? Kyoto enstrümanları denen “salım ticareti” ve “temiz kalkınma” mekanizmalarının suistimale açık uygulamaları sayesinde. Küresel adalet veya yeryüzü demokrasisi perspektifinden bakıldığında insanlığın ortak mülkü olan atmosferin, az sayıda şirkete peşkeş çekilmesi sonucunda. Ayrıca, salım indirimi muafiyeti sağlayan ve taahhüt vermemiş taraf ülkelere yapılan temiz kalkınma yatırımları nedeniyle.
BM İklim değişimi gündeminin tüm tantanası altında son on yıldır yapılanlar, iklim değişimi gerçeğini kavramaktan çok uzak. Üstelik bilimin öngörüleri sürekli değişip, sunduğu reçeteler giderek daha acı bir tat alırken, BM Çerçeve Anlaşması altında yapılanlar insanlığın sorumsuz geçmişini hatırlatmaya devam ediyor. Örneğin, Çerçeve Anlaşma imzalandığında küresel ekosistemi geri dönüşsüz bir çöküşten koruyabilecek atmosfer-karbon istikrar seviyesini 450-500 ppm bandında görüyorduk. Günümüzde özellikle iklim geribeslemelerini de içeren modeller sayesinde (buzulların erimesi sonucu yerküre yansıtmasının azalması, Sibirya gibi ülkelerdeki permafrostun erimesi sonucu toplu metan çıkışı, karasal ve okyanussal karbon yutaklarının doyması vb.) hem bu istikrar seviyelerinin hem de bu seviyeleri yakalamak için gerekli olan salım indirimlerinin yetersiz olduğunu anlıyoruz. İklim değişiminden söz edildiğinde adı sıkça zikredilen James Hansen’in görüşleri dikkate alındığında, 400 ppm’in altında bir istikrar bandı zorunlu ve bunu yakalamak için yüzyıl ortasında sera gazı salımlarının yüzde 80 azaltılması, daha sonra da yaklaşık tümüyle tasfiyesi gerekli.
Dikkate alınmayan yalnızca doğa bilimsel öngörüler değil. Kyoto’dan beri köprünün altından ne sular aktı diye düşündüğümüzde, 2007 tarihli Stern raporu ve yine 2007 tarihli BM Kalkınma Teşkilatı raporları önemli bir yerde duruyor: İklim değişiminin, ciddi önlem alınmaması halinde oluşacak maliyetlerini, geciktikçe maliyetlerin de artmakta olduğunu ve bu maliyetlerin özellikle yoksulların aleyhine eşitsiz dağılımını hatırlattıkları için.
Kopenhag’da, 2012-2020 yılları için geçerli taahhütlere karar verilirken, bilimin öngörülerini ciddiye almak ve Kyoto’nun zaaflarından ders çıkarmak durumundayız. Sürdürülebilir bir dünya ve sürdürülebilir bir iklim anlaşması için (1) ölçülebilir, küresel, yeterli salım indirim hedefleri ortaya koyan, (2) bu indirim hedeflerini tüm dünya topluluğuna hakkaniyetle paylaştıran, (3) maliyetleri azaltmak için önerilen mali /yönetsel enstrümanları, bu hedefleri sulandırmak üzere kullanamayacak şeffaf idari mekanizmalar ve yaptırımlar getiren bir anlaşmaya ihtiyacımız var. Reel politik bizlere bu işlerin daha uzun süre kör topal yürüyeceğini gösteriyor. Fakat böylesi bir anlaşmaya yarın, bugün olduğundan çok daha fazla ihtiyaç duyacağız.