Bu tip toplantılara genelde hâkim olan tüm o şamata içinde, Endonezya’nın Bali adasındaki iklim konferansına katılan delegeler evlerine zafer kazandıklarını ilan ederek döndüler. ABD delegasyonunun yoğun engelleme çabalarına karşın, müzakereciler sera gazı emisyonlarının indirimi için müzakerelere devam etmek üzere yumuşak bir uzlaşıya vardırlar ve metni imzalaması için ABD’yi son dakikada kandırmayı ve sıkıştırmayı başardılar.

Fakat en sonunda, “Bali yol haritası” denen şey, yeni küresel iklim görüşmeleriyle ilgili olarak bundan iki yıl önce Montreal’deki benzer bir toplantıda elde edilen belirsiz takvime yeni pek az şey ekleyebildi (bkz.). Kanada, Japonya ve Rusya’nın desteğiyle ve eski müttefik Avustralya’nın zımni kabulüyle, ABD delegasyonu, dünyanın iklimindeki tersinemez ve feci değişimleri engellemek üzere 2020’ye kadar yüzde 25-40 indirim yapılmasını öngören ezici mutabakatın altındaki tüm referansları (bağlayıcı olmayan bir dipnot dışında) silmeyi başardı.

1997’de Kyoto’da, o zamanki başkan yardımcısı Al Gore, iklim müzakerelerindeki bu tip ilk tıkanmayı aştığı için takdir edilmişti: Delegeler meclisine, eğer hedeflenen indirimler yarıdan fazla azaltılırsa ve bunun uygulaması pazara dayalı bir emisyon ticareti mekanizmasına bağlı olursa ABD’nin zorunlu indirimleri kabul edeceği sözünü vermişti. “Pazarlanabilir kirletme hakları” kavramı ABD’de neredeyse bir on yıldır ortalıktaydı fakat “sınırla-al-sat” sistemi küresel bir ölçekte ilk defa uygulanacaktı. Yaklaşık on yıl sonra sonuç, Britanyalı yazar George Monbiot’un çok yerinde bir ifadeyle “sahte emisyon indirimlerinin bolluk pazarı” olarak adlandırdığı şey olmuştur. Tabi, ABD Kyoto Protokolü’nü hiçbir zaman imzalamadı ve dünyanın geri kalanı, giderek hantallaşan ve etkisizleşen bir karbon ticareti sistemini yönetiyor olmanın sonuçlarına katlanmak zorunda kaldılar.

Küresel iklim bozukluğuna karşı verilen temel resmi yanıtın dar bir bakışla, büyük ölçüde karbon ticaretine ve telafilere odaklanmış olduğu dikkate alındığında, bir katılımcının ifadesiyle Bali’nin “dünyanın, gökyüzünün ve yoksul haklarının pazarlandığı büyük bir alışveriş hovardalığına” benzemesi şaşırtıcı değildir. Tüm karbon tacirleri, teknoloji geliştirenler ve ulusal hükümetler, mallarını binlerce delegeye ve STK temsilcilerine sergilemek üzere oradaydılar. Pek çok uluslararası organizasyon Bali’yi, küresel ısınmanın çeşitli veçheleri hakkındaki son araştırmalarını piyasaya sürecekleri bir fırsat olarak değerlendirdiler. Bunların arasında Global Forest Coalition tarafından yayınlanan, tarımsal ürünler, otlar ve ağaçlardan “biyoyakıt” üretilmesi yönündeki mevcut küresel baskıların dünya ormanları üzerindeki etkilerine değinen yeni ve önemli bir rapor da vardı.

Aslında ormansızlaşma problemi –bugün dünya karbon dioksit emisyonlarının ’sinden sorumlu– Bali’de gündemin önemli konuları arasındaydı. Dünya Bankası, “Ormansızlaşma ve Vasıfsızlaşmadan Kaynaklanan Emisyonların İndirimi” şeklinde adlandırılan bir BM programına (REDD - Reducing Emissions from Deforestation and Degradation) hazırlık maksadıyla yeni bir “Orman Karbon Ortaklığı Düzeni” (Forest Carbon Partnership Facility) açıkladı. Artık Dünya Bankası kaynakları ormanlarını korumak isteyen hükümetlerin hizmetinde olacak, fakat Banka’nın çevresel yıkıma mali destek sağlamak yönündeki uzun geçmişini dikkate alan gözlemciler şüpheyi elden bırakmıyorlar. Bu girişim temel olarak, zengin milletlerin (ve bireylerin) haddinden fazla karbon dioksit emisyonlarını yoksul ülkelerde normalde karbon tasarruf eden projelere yatırım yapmak suretiyle “telafi” edebilecekleri şeklindeki aptalca fikre dayanıyor.

Karbon telafileri şimdiden büyük miktarlarda yerli ormanın, daha ziyade karbon tecrit etme potansiyeliyle ölçülen ve palmiye yağı üretimi ve oldukça spekülatif selüloz temelli etanol gibi “enerji bitkileri” için hasat edilebilecek kereste plantasyonlarıyla yer değiştirmesini kışkırttı. Bali’de bir araya gelen yaklaşık 50 eleştirel STK tarafından yayımlanan bir bildiri kısmen şunları söylüyor: “Önerilen REDD politikaları daha fazla yerinden etme, ihtilaf ve şiddeti tetikleyebilir. Ormanların değeri arttıkça bu alanlar, orman içinde yaşayan veya kendi yaşam kaynakları için bu ormanlara bağımlı olan cemaatler için “izne tabi bölge” haline geliyorlar”. REDD’in temel varsayımlarından biri, geçmiş yıllardaki diğer Dünya Bankası girişimlerinde olduğu gibi, geleneksel orman cemaatlerinin kendi ormanlarını yönetemeyecekleri ve bunu sadece Banka ile ilişkili olan uluslararası uzmanların, ulusal hükümetlerin ve Conservation International ve World Wildlife Fund gibi itaatkâr çevre örgütlerinin başarabileceği şeklinde. Zaten Dünya Bankası ile aynı kafada olan kereste şirketleri ve plantasyon yöneticileri, Global Forest Coalition’dan Simone Lovera’nın sözleriyle, “kesmedikleri her bir ağaç için tazminat” talep edecekler.

Bali toplantısı yoksul ülkelere iklim değişimine uyum sağlamalarında yardımcı olmak üzere yeni bir BM fonu kurulmasını da sağladı. IPCC, kapsamlı 2007 raporunda, iklim değişiminden en az sorumlu olan insanların büyük bir ihtimalle, en ağır sonuçlara katlanmak zorunda kalacaklarını, çünkü onların yaygın bir şekilde artan taşkınlar, kuraklıklar, yangınlar ve hızla değişen iklimin diğer etkileri karşısında daha savunmasız olduklarını açık bir şekilde ifade etmişti. Yine Bali’de açıklanan, BM’nin iki yılda bir yayımlanan İnsani Kalkınma Raporu, sözde kalkınmakta olan dünyada yaşayan her 19 kişiden en az birinin daha şimdiden, 2000 ile 2004 yılları arasındaki iklimle ilişkili bir felaketten etkilendiğini ifade ediyor.

BM’nin yeni uyum fonu Global Environmental Facility tarafından yönetilecek. Bu kuruluş, BM çevre ve kalkınma programları ile Dünya Bankası’nın yarı bağımsız bir ortaklığı niteliğinde ve kaynakları, Kyoto Protokolü’nün Temiz Kalkınma Mekanizması altında gerçekleştirilen karbon telafi işlemlerinden alınan yüzde 2’lik bir vergi ile sağlanıyor. Diğer taraftan Kyoto Protokolü’nün Temiz Kalkınma Mekanizması, manipülasyonlar ve suistimaller yüzünden ve yine, tropik yağmur ormanlarını yok eden geniş ölçekli ticari kereste plantasyonları gibi son derece tartışmalı projelere mali kaynak sağlıyor olması nedeniyle çok fazla eleştiriliyor. Yeni uyum fonu yoksul ülke hükümetlerine, iklim değişimiyle ilgili yeni çok sayıdaki tehdit karşısında, sadece mevcut BM yoksullukla mücadele programlarını sürdürebilmek için gerekli olan 86 milyar doların çok küçük bir kısmını sağlayacak, fakat onları bu tartışmalı karbon telafi pratiklerine çok daha sıkı bir şekilde bağımlı kılacak.

Yani, uluslararası basında temel haber konusu Bush yönetiminin engelleyici yaklaşımları, fakat Clinton-Gore yönetimi tarafından getirilen “pazar yönelimli” BM politikaları sisteminin başarılı bir şekilde sağlamlaştırılması, iklim değişimi alanında gerçek ilerlemenin önünde daha kalıcı bir engel olarak karşımıza çıkabilir. Karbon ticareti ve telafiler Gore’un dünya yatırım bankalarındaki meslektaşlarını daha da zenginleştirebilir, fakat karbon dioksit ve diğer sera gazlarının gerçekten indirimine neredeyse hiçbir katkıda bulunamaz. O halde ne yapmalıyız?

Son yılda ABD’deki ve diğer sanayileşmiş ülkelerdeki aktivistler, muhtemel felaketler yaratacak olan iklim değişiminin gerçekliğini kurgulamaya ve hükümetlerine bu konuda bir şeyler yapmaları için baskı yapmaya başladılar. Al Gore’un filminin olumlu eğitsel bir etkisi oldu, tıpkı iklim değişimin geçek olduğuna ve sonuçlarını şimdiden görmekte olduğumuza dair tartışmasız kanıtlar sunan son IPCC raporu gibi. Fakat şimdiye kadar gördüğümüz kamusal eylemlerin pek çoğu, en azından ABD’dekiler, ilk bakışta oldukça çekingen ve gerçek değişim hakkındaki beklentileri itibariyle de oldukça minimaldi. Bali görüşmelerinin başarısızlığı hedefe çok daha yönelik ve militan bir yaklaşımın, İklim Adaleti için Halkın Gündemi’nin aciliyetini ortaya koyuyor. Böylesi bir gündemin en azından şu dört temel unsuru içermesi gerekiyor:

1. Küresel iklim bozukluğunun toplumsal adalet üzerindeki etkileri vurgulanmalıdır. Küresel ısınma sadece bilimsel bir mesele değildir ve tabii ki sadece kutup ayılarıyla ilgili de değildir. BM İnsani Kalkınma Raporu’nun son derece güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, küresel ısınma küresel adalet meselesidir ve günde 2 doların altında gelirle yaşamakta olan dünya nüfusunun yarısı açısından etkileri gerçekten yıkıcıdır. Bu sonuçların ülkemizde gündemleştirilmesi sorunu insanileştirmemize yardımcı olabilir ve küresel eylemin aciliyetini artırabilir. (Z Magazin’in önümüzdeki Ocak sayısında yayımlanacak olan makalem “Küresel Isınma ve Adalet için Mücadele” bu tartışmayı daha kapsamlı ele almaktadır.)

2. ABD iklim ve enerji politikaları ile ABD askeri maceraları, özellikle Irak savaşı (yeryüzünde mevcut en büyük enerji israfı şüphesiz bu savaştır) arasındaki bağlar kurgulanmalıdır. Yazar Michael Klare, İran Körfezi’ndeki birliklerin günlük petrol tüketiminin 3.5 milyon galon (yaklaşık 13.3 milyon litre) olduğunu belgelemiştir. Tüm ABD ordusunun günlük tüketimi bunun dört katı kadardır ve bu miktar, İsveç’in veya İsviçre’nin toplam ulusal tüketimlerine eşittir. Geçen Ekim, “Savaş Yoksa Isınma da Yok” sloganı altında toplanan göstericiler Washington’da bir Kongre ofisi binasının girişini kapattılar ve savaşın sonlandırılmasını ve daha büyük iklim felaketlerinin önlenmesi için gerçek adımların atılmasını talep ettiler. Ülke çapında benzer eylemler, hep doğruyu söyleyip sonra da kayıtsızca aksi yönde oy kullanan politikacılar üzerindeki baskıyı artırmakta çok işe yarayabilir.

3. Dünya’nın elitleri tarafından küresel ısınma için önerilen çok sayıdaki yanlış çözüm ifşa edilmelidir. Kamu ve özel fonlardaki milyarlarca dolar nükleer enerjinin canlandırılması, “temiz kömür” teknolojisi hayali ve sözde biyoyakıtların (gıda bitkileri, otlar ve ağaçlardan elde edilen sıvı yakıtlar, agro-yakıt demek daha doğru olacaktır) muazzam genişlemesi için heba edilmektedir (bkz.). Karbon ticareti ve telafiler emisyon indirimi için politik olarak tek uygun yöntem olarak sunulmaktadır, fakat bunlar yapısal olarak yetersizdirler. Zorunlu emisyon indirimlerine ihtiyacımız var, karbon dioksit kirliliği üzerinde vergi uygulanmasına, elektrik hizmetleri ve taşımacılık politikalarının en baştan gözden geçirilmesine, rüzgar ve güneş enerjisi için kamu fonlarına ve tüm sanayileşmiş dünyada tüketimin çok büyük oranlarda azaltılmasına ihtiyacımız var. Daha “yeşil” ürünler almak işe yaramayacak, daha az satın almak zorundayız.

4. Az tüketen, ademi merkeziyetçi, temiz ve politik olarak güçlendirilmiş cemaatlerden kurulu yeni bir dünya vizyonu yaratılmalıdır. ABD’deki ilk nükleer enerji dalgasını durduran 30 yıl öncesinin nükleer karşıtı aktivisitleri gibi, bir taraftan doğrudan demokratik, güneş enerjisiyle beslenen cemaatlerin esin verici vizyonunu kurarken yine, petrol-sonrası, büyük alışveriş merkezleri-sonrası bir toplumun pozitif hatta ütopyacı imkânlarını kurgulamalıyız. Küresel ısınma gerçekliği son derece acil ve statükoyu aklayan, sadece sorunu ele alıyormuş gibi yapan sahte çözümler iç karartıcı. Yerel olarak yönetilen güneş temelli alternatifler için gereken teknoloji şimdiden mevcut ve diğer taraftan, günümüzün yüksek tüketimli, yüksek borçlu “Amerikan tarzı yaşam biçimi” hakkındaki memnuniyetsizlik geçmişte hiç olmadığı derecede yüksek. Daha yerel yaşayarak yaşam kalitesini artırmak yönündeki deneyler pek çok yerde görülüyor. Cemaatler tarafından yönetilen yenilenebilir enerji üretimi deneyleri de (bkz. Solartopia.org). Al Gore siyasi iradenin küresel ısınmanın çözümü önündeki en büyük engel olduğunu söylerken haklı, fakat bizler aynı zamanda statükonun ötesine bakmalı ve daha farklı bir dünya için mücadele etmeliyiz.

Brian Tokar, Earth for Sale (South End), Redesigning Life? (Zed Books), and Gene Traders (Toward Freedom) adlı kitapların yazarıdır.