Türkiye'nin genel seçimlere doğru yaklaştığı şu günlerde deprem, çevre sorunları ve çevre sorunları içinde nedenleri ve sonuçları itibariyle çok özel bir yere sahip olan küresel iklim değişimi, siyasi partilerin gündeminde yer almıyor. İnsanların kolektif refahı ve mutluluğunu yakından ilgilendiren bu konular, "Kuzey Irak'a girelim", "hainleri yok edelim", "bölünmeyelim", "parçalanmayalım" temalarına kilitlenerek aşırı ideolojikleşen mevcut siyasi atmosfere teslim olmuş görünüyor. Türkiye'nin "yüksek siyaset" ortamı, korkuyu bilinçli bir şekilde egemen kılmak suretiyle, insanların düşünebilme ve kendileri için daha doğru olanı isteyebilme yeteneklerini köreltiyor. Kararlı bir şekilde yükseltilen "Türk-Kürt", "laik-şeriatçı", "cumhuriyetçi-demokrat", "milliyetçi-hain" karşıtlıklarının tozu dumanı arasında, örneğin Prof. Naci Görür'ün yaklaşan Marmara depremi hakkında yaptığı uyarıları algılamakta güçlük çekiyoruz. Hiçbir siyasi partinin kirlenen kentlerimiz, azalan su kaynaklarımız, verimsizleşen tarım alanlarımız, azalan balık türlerimiz vb. hakkında söyleyecek önemli bir sözü yok. Küresel iklim değişimi sorunu da bir bilinmeze havale edilmiş görünüyor.

Küresel iklim değişiminin şiddetlenen etkilerini hafifletebilmek ve gelecek on yılları kazanabilmek için Türkiye'nin de tüm dünya ile birlikte, küresel bir adalet perspektifi içerisinde uluslararası anlaşmalara tabi olması bir zorunluluk. Bu konuda Türkiye Yeşilleri ve çeşitli sivil toplum kuruluşları Bahar 2007'de "Türkiye Kyoto'yu İmzala" kampanyasını başlattılar. Bölgesel Çevre Merkezi (Türkiye) ve Enerji Ekonomisi Derneği[[dipnot1]], Türkiye'nin bu anlaşmaya dahil olmasından doğabilecek ekonomik faydaları anlatan bildiriler yayınladılar, toplantılar düzenlediler. Hem Avrupa'nın hem de Üçüncü Dünya'nın enerji ve çevre bürokrasilerinin senelerdir ana mesaisini oluşturan bu gündem muhtemelen, AB'den uzaklaşan Türkiye bürokrasisinin kalın duvarlarından içeri sızamadı ve seçim sürecine girilmesiyle birlikte "hele yeni hükümet bir gelsin, döner baştan tartışırız" şeklinde bir yaklaşım egemen oldu.

Şurası bir gerçek ki, halk iklim sorununu ciddi bir şekilde gündemine alıp bu yönde sürekli bir baskı kuvveti haline gelmediği müddetçe, hükümetler, iklim değişiminin nedenlerinin zayıflatılması ve etkilerinin hafifletilmesi yönünde ciddi bir çalışmaya kendiliğinden kesinlikle girmeyeceklerdir. Bu evrensel gerçek şundan kaynaklanıyor: Yaşadığımız "karbon ekonomisi"nde, karbon emisyonlarının azaltılması son kertede kaçınılmaz ekonomik maliyetler içerir; enerji, su ve tarım politikalarında ise çeşitli çıkar gruplarının hiç de hoşlanmayacağı karşı-teşviklerin uygulanmasını gerektirir. Oysa hükümetlerin biricik varoluş nedeninin, üretimin-tüketimin sürekli artabileceği uygun ekonomik ortamı sağlamak olduğu söylenebilir ve eğer bu doğruysa, hükümetler uzun vadede ekonomide özellikle işgücü dışındaki maliyetlerin yükselmesini istemezler. Bu evrensel gerçek karşısında Türkiye'nin yakın vadede alacağı konum şöyle tahmin edilebilir: Kyoto'ya, bu anlaşmanın ekonomik açıdan görece zayıf katılımcılarına tanıdığı bazı ekonomik avantajlardan yararlanmayı umarak (az gelişmiş ülkelere temiz enerji kaynaklarının transferini öngören "Temiz Kalkınma Mekanizması" gibi) temkinli bir yaklaşım ve eğer mümkün olursa, ciddi bir emisyon kontrolü taahhüdü altına girmeden anlaşmanın bir sonraki taahhüt dönemine katılım. Bu hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir, fakat uzun vadede ne Türkiye için, ne de dünyanın geri kalanı için yeterli olacaktır. Çünkü, kişi başına karbon emisyonlarında dünya ortalamasını şimdiden yakalamış bulunan (yaklaşık 1 ton karbon /kişi /yıl) ve halihazırda, emisyon artış hızında dünya şampiyonu olan Türkiye (son on dört yılın tüm sera gazları yıllık büyüme ortalaması yüzde 4)[[dipnot2]] , küresel adalet perspektifi içinden değerlendirildiğinde, orta vadede (önümüzdeki 20 sene) emisyonlarını mutlak anlamda aşağı çekmeye başlamak yükümlülüğü ile karşı karşıya kalacaktır. Zira, uzun vadede sürdürülebilir bir atmosfer dengesine ulaşabilmek için hedeflenmesi gereken kişi başına dünya karbon emisyonu ortalaması 0.3 ton /karbon/kişi dolayındadır.

Küresel iklim değişimine neden olan karbon emisyonlarının azaltılması için halk neden kararlı bir baskı uygulamalıdır? Hükümetler iklim değişiminin nedenlerinin zayıflatılmasını neden istemezler? Bunu anlayabilmek için, iklim değişimine neden olan karbon emisyonlarını Kaya Denkliği'nin[[dipnot3]] yaptığı gibi faktörlerine ayırarak incelemek öğretici olabilir. Bu denkliğe göre senelik ulusal karbon emisyonları şu faktörlerin aritmetik çarpımıdır: Kişi başına gayrı safi yurtiçi hasıla (TL/yıl/nüfus), nüfus, enerji verimliliği (enerji/TL), karbon yoğunluğu (karbon/enerji). Dolayısıyla, teorik olarak, karbon emisyonlarını bu faktörlerden her birini azaltmak suretiyle indirmek mümkündür. Şimdi bu faktörleri birer birer inceleyelim.

Kişi başına gayrı safi yurtiçi hasıla (KBGSYİ) o ülkenin ortalama zenginliğine işaret eder. Hükümetlerin gayreti bu değişkenin, yani o ülkede üretilip pazara taşınan toplam mal ve hizmetlerin artırılması yönündedir ve aslında büyük kapitalistinden işsizine kadar tüm ekonomik sınıflar mevcut sistemde bu değişkenin azami artışını talep ederler. Üretim ve tüketim arttığı müddetçe herkes mutludur, büyük ve küçük sermaye sahiplerinin kârları, çalışanların ücretleri, işsizlerin iş bulma umudu artar. Bu büyüme adeta sistemdeki ekonomik eşitsizliğin tedavisi yerine ikame edilmiş bir semptom giderici, bir ağrı kesici gibidir. Üretim ve tüketim arttığı müddetçe, pastadan daha az pay alanların daha büyük pay sahiplerini yakalama umudu vardır; büyümenin durduğu noktada bu umutlar kırılır. Görünen o ki, KBGSYİ emisyon indirimi açısından, hükümetler için kullanışlı bir stratejik araç değildir. Adeta herkes karbon emisyonlarını her yıl yaklaşık ortalama yüzde 2-3 büyüme çarpanıyla artıran bu faktör karşısında çaresizdir.

Nüfus artışı söz konusu olduğunda çok hassas bir tartışma sahasına girildiğini kabul etmek gerekir. Özellikle kadınlar için temel bir insan hakkı olarak kabul edilmesi gereken "istenen sayıda çocuk yapma hakkı" ceberut devletler tarafından gerektiğinde acımasız yöntemlere başvurarak ihlal edilmektedir. Geçmişte, örneğin Çavuşesku'nun Romanyası'nda, devlet gücünü artırmak ve beklenen işgücü açığını kapatmak amacıyla uygulanan zorunlu çocuk politikaları, bugün Çin'de devlet eliyle aksi yönde uygulanan zorunlu nüfus kontrolü ve özellikle ihtilaf bölgelerinde sakıncalı etnik azınlıkların demografik genişlemesinden endişe duyan egemenlerin uyguladığı nüfus kontrol yöntemleri (kısırlaştırma) temel insan haklarına aykırıdır. Diğer taraftan, çocuk büyütmenin giderek daha maliyetli hale gelmeye başlamasıyla doğum oranları azalmakta, fakat, biyoloji ve tıp sahalarındaki gelişmelerle birlikte ortalama insan ömrü uzamaktadır. Tüm bunların neticesinde nüfus artışı (yavaşlayarak da olsa) devam etmektedir. Sonuçta "nüfus", makul ve kullanışlı bir stratejik araç değildir ve halihazırda her yıl, emisyonları yaklaşık yüzde 1-2'lik bir büyüme faktörüyle çarpmaya devam etmektedir. Bu, KBGSYİ faktörüyle birlikte karbon emisyonları üzerinde her yıl yaklaşık yüzde 6'lık bir büyüme etkisi yaratmaktadır.

Kişi başına ulusal zenginlik (KBGSYİ) ve nüfus değişkenlerine kısaca bir göz attıktan sonra Kaya Denkliği'nin son iki değişkenine gelmiş bulunuyoruz. İklim politikalarının esas stratejik araçları, Kaya Denkliği'nin son iki faktörü olan enerji verimliliği ve karbon yoğunluğudur. Bu iki faktörün birlikte, yukarıda kabaca hesapladığımız yüzde 6'lık büyümeyi etkisizleştirecek hızda aksi yönde bir değişim göstermeleri halinde net karbon emisyonlarının dengeye oturması veya azalması mümkün olabilir. Enerji verimliliği bir ekonomide birim zenginlik üretiminin ihtiyaç duyduğu enerji tüketim miktarıdır. Tarım-madencilik, imalat, hizmet (özellikle taşımacılık) sektörlerinde ve barınmada ayrı ayrı ele alınması gereken bir değişkendir. Enerji verimliliği alanında ilk aşamada kolaylıkla yerine getirilebilecek bazı iyileştirmeler vardır ve bunların yerine getirilmesi noktasında halkın hem öncü olması hem de hükümetlere karşı talepkâr bir tutum sergilemesi gerekir. Örneğin, evlerin ısı yalıtımının güçlendirilmesi, aydınlatmada tasarruflu ampullerin kullanılması, az elektrik tüketen elektronik eşyaların tercih edilmesi, gıda tüketiminde az işlenmiş, ambalajsız ürünlerin tercih edilmesi, otomobil yerine toplu taşıma araçlarının kullanılması bireysel olarak yerine getirilebilecek önlemlerdir. Tarım, imalat ve taşımacılıkta enerji verimliliğinin artırılması ise ilk aşamada büyük ölçüde bakımsızlıktan kaynaklanan enerji kayıplarının giderilmesinin ardından o derece kolay değildir. Yeni yatırımların ve eskiyen yatırımlar hurdaya çıktıkça, bunların yerini alacak yeni yatırımların daha modern ve pahalı teknolojiler içermesini gerektiren bu süreç, hem doğası gereği yavaş ilerleyecek, hem de yatırımcıların ek maliyet üstlenmelerini gerektirecektir. Yatırımcıların bu maliyeti üstlenmelerini sağlayabilecek güç halkın hükümetler aracılığıyla uygulayacağı baskıdır.

Kaya Denkliği'nin son faktörü olan karbon yoğunluğu, bir ekonomide birim enerji üretiminin neden olduğu karbon emisyonlarını gösterir. Haliyle, elektrik ve yakıt üretiminde fosil kaynaklara (kömür, petrol, doğalgaz) bağımlılıktan kurtulup hidro, rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir ve temiz (karbonsuz) enerji kaynaklarına (ve kimilerine göre nükleer enerjiye) yöneldikçe, o ekonominin karbon yoğunluğu azalacaktır. İşin ilginç tarafı, bir ekonominin karbon yoğunluğunun azaltılabilmesi için, yurttaşların bireysel düzeyde doğrudan getirebilecekleri önlemlerin çok sınırlı olmasıdır (örneğin, çatıların güneş enerjisinden yararlanan paneller veya fotovoltaik hücrelerle kaplanması gibi -ki, kentsel çok katlı yaşam buna zaten son derece sınırlı imkân tanımaktadır). Karbon yoğunluğunun azaltılabilmesi için enerji politikalarının, yenilenebilir enerjiye araştırma, geliştirme ve uygulama aşamalarında pozitif ayrımcılık sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Türkiye'nin altına imza attığı uzun vadeli doğal gaz ithalat anlaşmalarına bu çerçeveden bakıldığında, önümüzdeki on yılda enerjide karbon yoğunluğunun azaltılmasının hiç de kolay olmayacağı şimdiden söylenebilir.

Özetleyecek olursak, hükümetlerin iklim değişimine karşı mücadeleden kendilerine sağlayabileceği herhangi bir fayda yoktur. İçine girdiğimiz seçim sürecinde bu konunun siyasi partiler tarafından gündeme alınmaması tesadüf değildir, çünkü toplumun yarışan siyasi partilerin müstakbel iktidarını tehdit edecek, bu yönde ciddi bir uyarısı olmamıştır. Kaya'nın faktörlerini takip edecek olursak, hükümetler, ulusal üretim-tüketimi azaltmak istemezler; nüfus sorununu popüler bir konu olmadığı için siyaset alanının dışında tutmayı tercih ederler; imalatçıların daha pahalı yatırımlara yönelmeleri ve maliyetlerini artırmaları yönünde düzenlemeler getirmeyi istemezler; ve fosil yakıta dayalı kocaman bir enerji sektörünü emeklemekte olan yenilenebilir enerji sektörü karşısında mağdur etmeyi göze alamazlar.

Halkın iklim değişimiyle ilgili gündemi ise bunun tam tersi olmalıdır, çünkü bireysel önlemler çok değerli olmakla birlikte yalnızca bunlara dayanarak kat edilebilecek mesafe çok kısadır. Yine, denkliğin faktörlerini sırasıyla ele alarak özetleyelim: Ekonomik eşitliği yakalamanın tek yolunun birbirimizin üzerine basarak büyümeye çalışmak olmadığı bir ekonomik sistem tahayyül etmeliyiz; insanların yalnızca sağlıklı ve güvenli bir şekilde büyütebilecekleri sayıda çocuk sahibi olmayı tercih edeceği bir ekonomik ve kültürel iklim yaratmalıyız; üreticilerin enerji verimliliğinin maliyetini üstlenecekleri; fosil yakıtlar karşısında temiz enerjinin teşvik edildiği bir siyasi ortam kurmalıyız. Bunların dışında yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Bunları yaptığımız taktirde bundan yaklaşık 40 yıl sonra, attığımız adımların ne derece yeterli olduğunu görüp anlama şansına sahip olacağız. Fakat egemen siyasi ortam –ve tabi, içinde bulunduğumuz seçim atmosferi- bizlerden tam aksi yönde hareket etmemizi, bizim ve gelecek kuşakların maddi-manevi çıkarını ilgilendiren bu sorunları bir kenara bırakmamızı, milliyetçi intikam yeminleri etmemizi ve kendi bildiğini okuyacak müstakbel iktidara gözü kapalı onay vermemizi talep ediyor.