Dünya hükümetleri 20 yıl evvel Dünya Zirvesi’nde, iklim değişikliğiyle mücadelede yasal bağlayıcılığı olan bir çerçeve oluşturmak üzere Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzaladılar.
Bugün, iklim değişikliğine katkısı olan sera gazı salımları azalmıyor, artıyor.
İklim Antlaşması daha güçlü değil, daha zayıf.
Sera gazlarını azaltmadaki başarısızlık, İklim Sözleşmesi Kyoto Protokolü’nün ana hedefi olan karbon ve salım ticaretinin kusurlu rotasını takip etmekle alakalı.
Kyoto Protokolü sanayileşmiş ülkelerin kendi karbon salım paylarının kendi aralarında ticaretini yapmalarına onay verir (Madde 17). Ayrıca, sanayileşmiş ülkelerdeki “yatırımcılara” (özel veya kamu), sera gazlarını azaltma yükümlülüğüne yerine getirmek üzere kullanılabilecekleri Sertifikalı Salım İndirimi Birimleri (CERU) karşılığında, gelişmekte olan ülkelerde uygun karbon indirimi projelerine yatırım yapma izni de verir. Bu, Kyoto Protokolünün 12. Maddesi’nde Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM) olarak adlandırılmıştır. Kyoto Protokolü, tarihin en büyük kirleticisi olan 38 sanayileşmiş ülkeye salım hakları vermiştir. Avrupa Birliği Salım Ticareti Sistemi (ETS) 11,428 sanayi tesisini karbondioksit salım hakkıyla ödüllendirmiştir. Larry Lohmann, salım ticaretiyle ilgili olarak şunu ileri sürmektedir: “Dünya’nın karbon çevrim kapasitesine ilişkin haklar, onlara el koymak için en büyük güce ve bunu yapmak için en yüksek mali çıkara sahip olanların ellerinde toplanıyor.” Bu gibi düzenlemelerin iklim değişikliğini önlemekten ziyade atmosferi özelleştirmekle alakalı olduğu, Kyoto Protokolü’yle dağıtılan hakların, küresel sıcaklık artışını 2°C’nin altında tutmak için ihtiyaç duyulan seviyelerden birkaç kat daha yüksek olmasından anlaşılmaktadır.
İklim aktivistleri sadece, Kyoto Protokolü’nün öncelikle işlerlik kazanmasına odaklandılar. Böylece, masumane bir şekilde, çevreyi kirletenlerle uyum içinde oldular.
Kopenhag Zirvesi’nin gerçekleştiği sırada kirleticiler çok daha iyi organize olmuşlardı ve Başkan Obama’nın Kopenhag Mutabakatı için bastrımasını sağlayarak, yasal olarak inşa edilmekte olan bir sonucu da önlemiş oldular.
Kopenhag ve Ötesi: Yeryüzü Demokrasisi için Gündem
Kopenhag’daki Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi muhtemelen yurttaşların ve hükümetlerin bir araya geldiği en büyük buluşmaydı [şimdiye kadar? Ne yapmak için?]. Sayı çok fazlaydı çünkü sorun acildi. İklim kaosu çoktan milyonlarca hayata ve milyarlarca dolara mal olmuştu. Dünya, Kyoto aşamasından sonrası, başka bir deyişle 2010’dan sonrası için zengin Kuzey’den yasal bağlayıcılığı olan salım indirimleri koparmak üzere bir araya gelmişti. Bilim bize sıcaklık artışının 2°C altında tutulabilmesi için gereken indirimin, 2020 yılına kadar yüzde 80 olması gerektiğini söylüyor. Yasal bağlayıcılığı olan bir anlaşma olmadan sera gazı salımları azalmayacak, kirletenler kirletmeye devam edecekler ve yeryüzündeki yaşamın karşı karşıya bulunduğu tehlike artmaya devam edecek.
Kopenhag’da iklim savaşlarının birçok boyutunu yansıtan çeşitli çekişmeler vardı. Bu çekişmeler şunları karşı karşıya getiriyordu:
1. Yeryüzünün ekolojik sınırlarıyla, sınırsız büyümeyi (ve onunla alakalı sınırsız kirletme ve sınırsız kaynak tüketimini);
2. Yasal bağlayıcılığı olan taahhütlere duyulan ihtiyaçla, sera gazı salımlarını azaltmak üzere yasal bağlayıcılığı olan uluslararası yükümlülükler çerçevesini dağıtmak üzere hareket eden ABD liderliğindeki inisiyatifi;
3. Kuzey’in ekonomik olarak güçlü tarihsel kirleticileriyle, iklim değişikliğinin kurbanları olan ekonomik açıdan zayıf güney ülkelerini (ki bunlar Güney’le müzakare eden fakat sonunda ABD’yle birlikte Kopenhag mutabakatını imzalayan BASIC ülkelerini –Brezilya, Güney Afrika, Hinditan ve Çin’i de içermektedir);
4. Açgözlülük, kâr ve askeri güce dayanan şirketlerin saltanatıyla, sürdürülebilirlik, adalet ve barışa dayanan Yeryüzü Demokrasisi’ni;
Klimaforum ve Kopenhag’ın caddelerinde bir araya gelen yüz binlerce insan, oraya yeryüzü vatandaşları olarak geldiler. Danimarkalı ve Afrikalılar, Kuzey Amerikalılar ve Latin Amerikalılar, Kanadalılar ve Hintler; yeryüzü, iklim adaleti, yoksul ve savunmasız olanların hakları ve gelecek nesiller için bir oldular.
Bundan önceki hiçbir Birleşmiş Milletler Konferansı’nda yurttaşların böylesine büyük bir katılımı görülmemişti. İklim müzakereleri hiçbir zaman halkın böylesine büyük bir katılımına tanık olmamıştı. İnsanlar Kopenhag’a geldiler çünkü hepsi iklim krizinin ciddiyetinin tümüyle farkındalar ve üretim ve tüketim kalıplarının değişmesi için harekete geçmeye kendilerini içtenlikle adamışlar.
Amerika Birleşik Devletleri 1992 yılında Rio De Janerio’daki Dünya Zirvesi’nden beri, Birleşmiş Milletler uluslararası hukuk çerçevesinin bir parçası olmak hususunda gönülsüzdü. Kyoto Protokolü’nü hiçbir zaman imzalamadı. Başkan Obama, Danimarka Başbakanı Rasmussen ile Çin’e yaptığı gezi sırasında, Kopenhag’da sadece politik bir deklarasyon yayınlanacağını, yasal bağlayıcılığı olan bir sonuç elde edilmeyeceğini zaten açıklamıştı.
İşte Dünya’nın elde ettiği tam olarak budur –bağlayıcılığı olmayan bir Kopenhag Mutabakatı: Öncelikle ABD ve dört BASIC ülkesi olmak üzere beş ülke tarafından imzalanan, sonrasındaysa 26 ülke tarafından desteklenen, geriye kalan 192 BM üyesi devletin sürecin dışında bırakıldığı bir mutabakat. Pekçok ülke bir mutabakata varıldığını, Başkan Obama’nın ABD şirket medyasına duyurmasıyla öğrenebilmişti. Dışlanan ülkelerin çoğunluğu mutabakatı imzalamayı reddetmişlerdi. Bu, bağlılıklarını beyan etmeyi tercih eden ülkeler arasındaki bir anlaşma olarak kaldı. Ama yine de, Amerika Birleşik Devletleri ve diğerlerinin, Güney’de yaşayanların ihtiyaçlarını görmezden gelmek hususunda ne kadar istekli olduklarını göstermiş oldu. Sudan Büyükelçisi Lumumba Di Aping mutabakata karşı çıkarak, belgede kabul edilen 2°C’lik artışın Afrika’nın sıcaklığında 3 ila 5°C’lik bir artışla sonuçlanabileceğini söyledi. Ayrıca kurulan paktı, birkaç ülkenin ekonomik tahakkümünü devam ettirmek üzere oluşturulmuş bir intihar paktı olarak değerlendirdi.
Jeffrey Sachs’ın “Obama BM İklim Sürecini Baltalıyor” adlı makalesinde yazdığı gibi:
“Obama’nın sahte bir müzakere zaferi ilan etme kararı, zengin ülkelerin her istediğini yapabileceği, daha küçük ve daha yoksul olan birçok ülkenin “sinir bozucu” kaygılarını daha fazla dinlemek zorunda olmadıkları işaretini vererek BM sürecini baltalıyor. Uluslararası hukuk, tüm karmaşıklığıyla, birkaç gücün ikiyüzlü, tutarsız ve ikna edici olmayan sözlerine yerini bırakıyor. Görünen o ki, ABD diğerlerine kendi şartlarını kabul etmeleri için ısrar etmiş, BM süreci pamuk ipliğine bağlı bırakılmış.” [[dipnot1]]
Her ne kadar bu kararın maksadı BM sürecini dağıtmaksa da, birincisi dört yıldır, ikincisiyse 2 yıldır müzakerelerde bulunan iki geçici çalışma grubunun (Kyoto Protokolü Geçici Çalışma Grubu AWG-KP ve Uzun Vadeli İşbirlikçi Eylem Çalışma Grubu AWG-LCA) raporları kapanış ana oturumunda benimsenmişti.
Kopenhag Mutabakatı şüphesiz, tıpkı Kopenhag’da olduğu gibi, gelecek müzakerelerde BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi sürecine engel olacaktır. Tıpkı yeryüzünün geleceği gibi, Birleşmiş Milletler’in geleceği de bıçak sırtında. Kopenhag’da yeni bir dünya düzenine duyulan ihtiyaç defalarca tekrarlandı. Fakat bu, şirketlerin küreselleşmesi ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) tarafından şekillendirilen bir dünya düzeni, BM İklim Antlaşması tarafından değil. Bu, kirliliğin zengin ve sanayileşmiş Kuzey’den alınıp taşeron olarak Çin ve Hindistan gibi ülkelere verilmesine dayalı bir dünya düzeni. Bu, kirletenlerin haklarına dayalı bir dünya düzeni.
Bugün, iklim değişikliğinin nedenleri ve etkileri küreseldir. Ekonominin küreselleşmesi, enerji yoğun üretimi Çin gibi ülkelere kaydırdı ve market rafları şimdi bu ucuz ürünlerle dolup taşıyor. Bu nedenle, Kuzey’in şirketleri ve tüketicileri, Güney ülkelerinin artan salımları üzerinde de sorumluluk taşıyorlar.
Aslına bakılırsa, Çin ve Hindistan’daki kırsal yoksullar arazilerini ve rızklarını enerji yoğun sanayileşmeye yol açmak için kaybediyorlar. Onların kirleten olduklarını varsaymak iki misli suç olacaktır; küresel bir ekonomide atmosfer kirliliği regülasyonunun temeli uluslar değiş şirketler olmalıdır.
Yurttaş hareketlerinden ve Afrika hükümetlerinin Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü Yöneticiliği’ni kapatmalarından 12 yıl sonra, şirketlerin gücüyle yurttaşların gücü, sınırsız kâr ve sınırsız büyümeyle kırılgan bir yeryüzünün sınırları arasındaki aynı mücadele Kopenhag’da sergilendi. Tek fark, ticaret müzakerelerinde şirketlerin ticari çıkarları tüm çıplaklığıyla ortadayken, iklim müzakerelerinde şirketlerin gücünün şirket devletlerin arkasına saklanabilmesidir. Kopenhag Mutabakatı özünde küresel şirketlerin BM İklim Antlaşması’nı kaldırma teşebbüsü ve küresel olarak kirletmeye devam etmeleri mutabakatıdır. Bu “Kirletme Hakkı Mutabakatı” olarak adlandırılmalıdır. Bunun yasal bağlayıcılığı olan hiçbir salım hedefi yoktur.
Kopenhag’daki 15. Taraflar Konferansı konuşmaları ve Cancun’daki 16. Taraflar Konferansı, sera gazı salımlarını azaltabilecek ve felaket getiren iklim değişikliğini önleyebilecek sonuçlar için pek umut vaat etmediler. Bu çıkmaz, modası geçmiş bir büyüme paradigmasından kaynaklanıyor. Müzakereleri sürükleyen, veya daha doğrusu tıkayan bir dizi yanlış varsayım var:
1. yanlış varsayım: Gayri Safi Yurtiçi Hasıla yaşam kalitesini ölçer.
2. yanlış varsayım: Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın büyümesi ve yaşam kalitesinin artması, fosil yakıt kullanımının artmasına bağlıdır.
3. yanlış varsayım: Büyümenin ve fosil yakıt kullanımının bir sınırı yoktur.
4. yanlış varsayım: Kirletenlerin hiçbir sorumluluğu yoktur, sadece hakları vardır.
Bu yanlış varsayımlar; şirketler, hükümetler ve medya tarafından kusturana kadar tekrar edilirler. Times of India gazetesinde yayınlanan bir makaledeki ifadeye göre “salımlar doğrudan yaşam kalitesiyle ve sanayii üretimle alakalıdır, dolayısıyla ekonomik büyümeyle doğrudan bağlantılıdır.”
1. varsayım yanlıştır çünkü Hindistan’da gayri safi yurtiçi hasıla artarken bile, aç olan insanların sayısı artmaktadır. Aslına bakılırsa, Hindistan şimdi açlığın başkentidir. Gayri safi yurtiçi hasıladaki büyüme gerçekte Hindistan’daki yoksulların yaşam kalitesini perişan etmektedir. Bu büyüme sayesinde zenginlik, şu an Hindistan ekonomisinin yüzde 25’ini kontrol eden birkaç 100 milyarderin ellerinde toplanmıştır.
2. varsayım yanlıştır çünkü fosil yakıtların yenilenebilir enerji kaynakları gibi alternatifleri vardır. Dahası, fosil yakıt kullanımının azalması, aslında, gıdanın ve yaşamın kalitesini artırabilir. Fosil yakıtlara dayanan endüstriyel tarım bir birim gıda üretebilmek için on birim enerji kullanır. İçeriden girdilere dayalı ekolojik sistemler, kullanılan her birim enerjiye karşılık 2 ila 3 birim üretir. Dolayısıyla, fosil yakıt kullanımını azaltarak, daha fazla ve daha kaliteli gıda üretebiliriz.
3. varsayım yanlıştır çünkü 2008 yılındaki ekonomik çöküş büyümenin sınırsız olmadığını, petrol tepe noktası da fosil yakıtlara erişimin giderek daha zor olacağını ve fosil yakıtların daha pahalıya mal olacağını göstermektedir.
4. varsayım Kyoto Protokolü’ndeki karbon ve salım ticaretine temel oluşturmaktadır. Bu varsayım, kirletenlerin ödemesini sağlamak yerine, milyarlarca dolar ödenek almalarına imkan sağlamıştır. Böylece ArcelorMittal karbon kredisi adı altında 1 milyar sterlini cebe indirip gidebilmiştir. ArcelorMittal’a, Avrupa Birliği’ndeki tesislerinden 2008 ve 2012 yılları arasında her yıl 90 milyon ton karbondioksit salma hakkı verilmişti, oysa şirket 2008 yılında sadece 68 milyon ton salım yapıyordu.
Gezegeni korumak ve devam eden kirliliğin neden olacağı iklim felaketini önlemek amacıyla Kopenhag’ın ötesi için çalışmak, bunun için adalet ve sürdürülebilirlik ilkelerine dayalı Yeryüzü Demokrasisi’ni inşa etmek durumundayız. İklim adaleti ve ticaret adaleti için verilen mücadele ayrı değil, tek bir mücadeledir. İklim krizi, fosil yakıt enerjisine, kaynak yoğun üretim ve tüketim sistemlerine dayalı bir ekonomik modelin sonucudur. Kopenhag Mutabakatı, yeryüzündeki yaşam için modası geçmiş olan bu sistemin ömrünü uzatmak üzere tasarlanmıştır. Yeryüzü Demokrasisi bizim, insan türü için başka bir gelecek kurmamıza yardım edebilir –yeryüzü ailesinin birer ferdi olduğumuzu, yeryüzünü ve onun yaşayan türlerini korumanın bizim tür kimliğimizin bir parçası olduğunu farkettiğimiz bir gelecek. Dünyanın kirletenleri, salımlarını azaltacak ve felaket getiren iklim değişikliğini engelleyecek yasal bağlayıcılığı olan bir mutabakatı engellemek üzere Kopenhag’da birleştiler. İklim savaşını uzattılar. Şimdi yeryüzü vatandaşları, hükmetleri ve şirketleri yeryüzünün kanunlarına, Gaia’nın kanunlarına uymaları ve iklim barışını sağlamaları için sıkıştırmak amacıyla birleşmeliler. Ve bunun için, görmek istediğimiz değişimin kendisi olmak zorundayız.
Petrol Değil Toprak’ta yazdığım gibi, gıdadan başlayabiliriz. Salımların yüzde 40’ı, aynı zamanda çiftçilerimizi intihara sürükleyen ve sağlığımıza zarar veren, fosil yakıt temelli kimyasal maddelere dayalı küreselleşmiş gıda ve tarım sistemlerinden kaynaklanıyor. Topraklarımızı ve beslenme düzenimizi zenginleştirirken diğer taraftan da karbon depolayan, biyoçeşitliliğe dayalı organik tarım sayesinde salımlarda yüzde 40 indirim sağlayabiliriz. Kirletenler Kopenhag’ta çözümsüzlük için bir oldular. Bizler yeryüzü vatandaşları olarak, gerçek çözümler üretmek üzere örgütlenebiliriz.