Geçtiğimiz Ekim ayında Buenos Aires’te bir hafta geçirerek Arjantinli işçilerin fabrikaları yeniden kazanma hareketini inceledim.

Son dönemlerde kapitalist küreselleşmeden esinlenen ekonomik krizler sırasında Arjantinli işçiler, kapitalist işyerleri iflas edince felaketle karşı karşıya kaldılar. İflas eden bazı tesislerde işçiler, gelirlerini kaybetmemek ve açlıkla karşı karşıya kalmamak için, kapitalist işyeri sahibi işi devam ettiremeyecek durumda olmasına rağmen işyerlerini iktisadi faaliyete yeniden kazandırma kararı aldılar.

Devletin karşı çıkmasına, yoğun rekabete, eskimiş ekipmana ve azalmış talebe rağmen bu kararı veren işçiler son beş yılda kabaca 190 tesisi ele geçirdiler. İşgal edilen her tesiste bize söylenen, yalnızca işyeri sahibinin değil, yöneticiler ve mühendisler gibi daha önceki profesyonellerin ve “fikir” işçilerinin de işyerlerini terk ettiğiydi. Bu imtiyaz sahibi çalışanlar, iflas etmiş bir faaliyete yapışıp kalmaktansa, kısmetlerini başka yerlerde aramanın daha iyi olacağını düşünürken, vasıfsız ve rutin işler yapan işçiler ya batmış işyerlerini yeniden kazanacak ya da işsiz kalacaktı. Dolayısıyla, hareketin bilinçli bir örgütleyicisinin dediği gibi, Arjantin’de bugüne kadar yapılan fabrika işgalleri “bir ideolojiye ya da takip ettiğimiz devrimci bir planına göre yapılmış eylemler değildi.” Bunun yerine, “çaresizlikten kaynaklanan birer öz-savunma eylemiydi.” İşin en ilginç, hatta kışkırtıcı ve ilham verici tarafı ise, bir şirketi ele geçirildikten – ki bu devletin siyasi direnişinin üstesinden gelmek için genellikle aylar süren bir mücadele demekti – ve tesisler bir süre işletildikten sonra, yeniden kazanma projelerinin giderek bir vizyon edinmeye başlaması.

“İşyerlerini yeniden kazanma hareketi”nin genel gidişatı hakkında bir şeyler öğrenirken, işgal edilmiş bir oteli, bir dondurma tesisini, bir cam fabrikasını ve bir mezbahayı ziyaret etme fırsatı buldum. Bunların hepsi, bedensel işler yapan, itaatkâr, vasıfsız, çoğunlukla da eğitimsiz, hatta bazen de okuma-yazma bilmeyen eski işçiler tarafından ele geçirilmişti.

Çalışan sayısı 80 ila 500 arasında değişen bu işletmelerin her birinde işçiler, yeniden kazanılan diğer bütün işletmelerde olduğu gibi, karar alma mercileri olarak çabucak bir işçi konseyi kurmuştu. Bu konseylerde her işçinin bir oyu var ve genel işletme politikaları belirlenirken çoğunluk prensibi uygulanıyor. İşçiler buna öz-yönetim adını veriyor ve her işletme kendi norm ve işleyişlerini belirliyor.

Ele geçirilen çoğu işletmede, işçiler hemen “bütün gelirleri, aynı saat başı ücret üzerinden belirlemeye başlamış.” Bu tarz eşitlikçilikten biraz farklılaşan diğer işletmelerde ise “işletmede uzun yıllar çalışmış olanların biraz daha fazla maaş almasına izin veriliyor, yeni başlayanlara ise daha az veriliyor.” Ayrıca, son zamanlarda teşvikler üzerine de bir tartışma başlamış. Ne tür teşvikler, nasıl bir karışım içinde kullanılmalı? Bazı işyerleri, düşünsel ve yönetsel işlerine daha fazla ücret verme kararı almış. Başka işyerleri ise daha fazla çaba gerektiren ve yorucu işlere daha fazla ücret veriyor. Ancak çoğu işyerinde herkese eşit ücret oranları uygulanması prensibine bağlı kalınmış. Herkes, bir yandan hakkaniyetin en iyi nasıl tesis edileceğini tartışırken diğer yandan da “daha yoğun çalışmayı sağlamak için ne tür teşvikler geliştirebileceklerini” düşünmeye başlamış. Ağır işlerde çalışanların daha fazla ücret almadığı işyerlerinde bile – ki pek çok işyerinde durum böyle – rutin işlerde çalışanlara “daha zevkli işler yapmaları için gerekli eğitim ve fırsatın” sağlanmasına insanların büyük önem verdiği söyleniyordu. Ayrıca herkes işyerinin genel olarak kaydettiği başarının yalnızca işverenin değil, bütün çalışanların iyiliğine olduğunu gördüğü için bilgiyi paylaşmayı reddetme eğiliminin de azaldığı söylendi.

Ele geçirilen bütün tesislerde, bazı eski işlerin, özellikle de kapitalistlerin denetim kurmasıyla ilgili işlerin “artık gereksiz olduğu” belirtildi. Fakat, “önceden profesyonellerce yapılan bir çok örgütsel, yönetsel ve güçlendirici işin bundan böyle geriye kalan işçiler tarafından yapılmak zorunda kalındığı” söylendi. Dolayısıyla, bazı işçiler önceden yapmadıkları bazı görevler üstlenmeye başlamışlar ve zaman zaman bunun için okuma-yazma bilmeleri de şart koşuluyor. Çalışanların yaklaşık beşte biri çoğunlukla ya da sadece güçlendirici ve daha zevkli işler yaparken kalan beşte dördünün sıkıcı, rutin ve daha ağır işleri yaptığı, ayrıca bu beşte birin gündemi belirleyerek, tartışmalarda hakimiyet kurarak ve isteklerini yaptırarak kalan dörtte bir üzerinde tahakküm kurduğu kapitalist şirketlerde gördüğümüze benzer bir işbölümü olup olmadığını sorduğumda, şu cevabı aldım: Daha güçlendirici ve daha rutin işler yapan işçiler arasında ayrımın hâlâ olduğunu, ancak bunun yanında işçileri ücret tartışmalarının dışındaki tartışmalara da katma ihtiyacı duyduklarını söylediler. Bu cevaplarda, eski alışkanlıklardan ziyade katılımcılığın önünde yapısal bir takım engellerin olduğu ilk başta fark edilmiyordu. Fakat biraz üzerlerine gidince örgütçüler eski işbölümlerinin eşitlikçi itkilerle çeliştiğini kabul ediyor, ancak tek çözüm olarak bedensel işler yapan daha fazla sayıda işçinin yönetsel işleri yapmayı da öğrenmesi gerektiğini öneriyorlardı. İşleri oluşturan görev bileşenlerini değiştirip herkesin güçlendirici işlere bir miktar katılmasını sağlamadan, yeteri kadar yönetsel işin var olamayacağını fark edemiyorlardı.

Örnek olarak, ziyaret ettiğimiz dondurma tesisinde çalışan iki kadından bir tanesi mali işlerden sorumluydu. Bu işçiye sınıfının ne olduğunu sorduğumda önce neyi kastettiğimi anlamadı, ancak anladıktan sonra “tabii ki herkes gibi ben de işçiyim” dedi. Ona göre durum gayet açıktı. Sorum, cinsiyetini sormak kadar anlamsızdı. Kendini diğer bütün işçiler gibi görmesi, bütün işçilerle aynı ücreti alması, herkes gibi tek bir oyu olması dışında cevabının safdillik olmadığını destekleyen bir şey daha vardı: Mali işlerden sorumlu olan bu kadın işçi, hesaplarla ve kayıtlarla yalnızca yarım gün uğraşıyordu. Geri kalan yarım gün de montaj hattında çalışıyordu. Ancak bu işçinin durumu istisnaydı. Aldığım cevaplar tekrar tekrar şunu gösteriyordu: Yönetsel işlerin yapılması için, işçilerin bir yandan eski işlerini muhafaza ederken diğer yandan yeni güçlendirici işler yapması her zaman, hatta çoğunlukla benimsenen tipik iş kalıbı değildi. Aksine bazı işçiler bütün iş saatlerinde daha fazla düşünsel iş yapıyor, montaj hattına ya da diğer rutin işlere hiç girmiyordu. Ayrıca yeniden kazanılan işyerlerinde, pek çok işçi yeni yönetsel işler üstlenmeden sadece eski işlerini yapmaya devam ediyordu. Başka bir deyişle, bu işyerlerindeki işçilerin çoğunluğu – yepyeni bir bağlamda olmakla birlikte – hâlâ güçten düşürücü ve rutin işlerle uğraşmaya devam ediyordu.

Diğer işçilerden daha fazla kazanıp kazanmadığını sorduğumda, mali işler sorumlusu/montaj işçisi kadın “hayır, aynı ücreti alıyorum, neden daha farklı ücret alayım ki?” dedi. Daha fazla tartıştığımızda ise – ziyaret ettiğimiz bütün işyerlerinde olduğu gibi – bu kadın ve dondurma tesisindeki diğerleri, “işçiler tembellikleri yüzünden cezalandırılmıyor ya da daha çok çalıştıkları için ödüllendirilmiyor; ancak eğer birisi işleri gevşetirse durum konseye götürülüyor ve kendini düzeltmesi sağlanıyor” dedi. Aynı şekilde “alkolizm şiddet vb.” sebeplerden dolayı bütün konseyin kararıyla bazı işçilerin işten çıkarıldığı da söylendi. Kısaca, işgal edilen bütün işyerlerinde işçiler çalışma arkadaşlarını memnun edecek niteliklere sahip olmak zorundaydı. Bu da, insanların işlerini layıkıyla ve bütün konsey tarafından anlaşıldığı şekliyle kapasiteleri ölçüsünde katkı sunarak yapmaları gerektiği anlamına geliyordu. Kısaca, görev başındaki işçi ya kapasitesine uygun olarak elinden geleni yapıyor ya da içinde bulunduğu durum hakkında kendisiyle konuşuluyordu.

Diğer işçilerden farklı olup olmadığını, diğer işçilerin de kendisinin halletmekten gurur duyduğu mali işleri yapıp yapamayacağını sorduğumuzda, mali işler sorumlusu kadın “tabii ki diğerleri de yapabilir” dedi. Sorduğumuz diğer herkes de “evet, tabii ki herkes mali işleri yapabilir ya da en azından herkes düşünsel bazı işler yapabilir” dedi. Fakat neden mali işlerden sorumlu olanın sadece kendisi ve diğer iki çalışan olduğunu, niçin dondurma tesisinde geri kalan bütün işçilerin rutin ve sıkıcı işleri yapmaya devam ettiğini sorduğumuzda, ne mali işler sorumlusu ne de görüştüğümüz işçilerin herhangi birisi – en azından biz sorana kadar – bu genel işbölümünün yetersiz olduğunu düşündüğünü söyledi. “Hepimiz işçiyiz” dediler. “Hepimiz arkadaşız. Ortak emeğimizin cefasını da sefasını da birlikte sürüyoruz.” Sıkı çalıştıkları, ellerinden geleni yaptıkları ve aynı ücreti aldıkları sürece kimin hangi işi yaptığı onlar için önemli değildi. Fakat işçilerle konuştuğumuzda, bize daha güçlendirici işleri yapanların istisnasız hep işçiler olduğunun söylendiğini de unutmamalıyız.

Yeniden kazanma hareketinin gelişimini dikkatle takip eden aktivistlerle yaptığımız uzun görüşmelerimiz sırasında, bütün aktivistler, işçiler arasında daha güçlendirici ve daha az güçlendirici işleri yapanlar şeklinde sürekli bir ayrım olmasının sorunlu olduğunu ve inandıkları diğer kazanımları boşa çıkarmaması için çözüme kavuşturulması gerektiğini söylediler. Ancak böyle bir değişimin nasıl yapılabileceğine dair belili bir plan önerileri yoktu, genel olarak asıl önceliklerinin başarılı olmak ve var olan işleri kaybetmemek olduğunu söylediler.

Ziyaret ettiğimiz bir mezbahada, güçlendirici işleri yapan işçilerin oluşturduğu bir alt-gruptan ayrı olarak, 500’ün biraz altında işçinin katıldığı bütün konseyin günlük yönetim işini yapacak sekiz kişilik bir yönetim kurulu seçtiğini öğrendik. Öncesinde rutin/tekrara dayalı işlerde çalışan, fakat şimdi düşünsel işler yapan ve bunun ötesinde bütün işletme tarafından seçilmiş bu sekiz kişiyle görüştük. Yönetim kuruluna seçildikten sonra maaşlarında bir değişme olmadığını söylediler. Daha önce düşünsel ve güçlendirici işer yapmaya başladıklarında da maaşlarının değişmediğini söylediler.

Midemiz bulanarak sığırların parçalandığı üretim hattını izledik. Her işçi üretim hattında belirli bir kesme hareketini defalarca yapıyor, sonunda da sığır sonraki işlemler için parçalara ayrılmış oluyor. İşçi konseyi, işyerinin koşullarını değiştirmiş. Sürekli tekrarlanan sabit hareketin yarattığı stresi ve gerginliği azaltmak için gün içine yayılan daha fazla dinlenme zamanı verilmesi uygulamasına geçilmiş. Ancak konsey, tartışmalarımızdan anladığımız kadarıyla, işleri daha az rutin ve yorucu hale getirmek için ne mezbahanın teknolojisini yeniden tasarlamış ne de bunu yapmayı aklından geçirmiş.

Ziyaret ettiğimiz cam fabrikası da herkese eşit ücret prensibini benimsemiş; tamamen yönetsel ve planlamayla ilgili işlevleri yerine getiren, ancak kendilerini işçi olarak gören bir yönetim konseyi oluşturmuş. Fırınlara bakan, kızgın camı sürekli bir noktadan başka bir noktaya taşıyan işçileri izledik. Öğrendiğimize göre bu işçiler, üretim hızına yetişebilmek için yakıcı sıcak içinde koşturdukları her bir tam saat için yarım saatlik mola veriyorlar. Önceki kapitalist dönemle kıyaslandığında bu mola düzeni, tıpkı herkese eşit ücret verilmesi ve eskiden zahmetli işler yapan bazı işçilerin şimdi düşünsel ve yönetsel işler yapması gibi, büyük bir değişim. Cam taşıyan ve fırınlara bakan kadın ve erkeklerin günün bazı bölümlerinde daha az yorucu ve düşünsel işler yapıp yapamayacağını sorduğumuzda herkes “tabii ki yapabilirler, insanların iş değiştirmesine, yeni beceriler öğrenmesine imkân tanımak için her türlü çaba gösteriliyor, çünkü şimdi artık herkesin bu tür işleri yapabileceğini biliyoruz” diye cevap verdi. Maksatlarının bu olduğu açıkça belliydi, en azıdan mevcut işbölümünün dayattığı rollerin sınırları dahilinde bunu yapmaya çalışıyorlardı.

Cam fabrikasının yönetim kuruluyla otururken onlara, işçi konseyine gidip ağır sorumluluklar yerine getirdikleri ve daha fazla şey bildikleri için daha fazla maaş istediklerini söylemeleri durumunda ne olabileceğini sordum. Gülerek şu cevabı verdiler “kuruldan atılır, üretim hattına geri döneriz.” “Tamam, ama bu düşünsel ve yönetsel işleri önümüzdeki beş yılda da yaparsanız, günlük üretim faaliyetleri için daha hayati bir öneme sahip olduğunuz, daha bilgili olduğunuz, konsey toplantılarında liderlik yaptığınız vb. için daha fazla ücret almaz mısınız?” diye sordum. Konsey başkanı güldü ve “yani, evet, olabilir, ama olmaması daha iyi olur” dedi. Daha uzun görüşmelerimizden anladığımız kadarıyla, daha güçlendirici işler yapanlar, mali işlerden sorumlu olanlar vb. gerçekten konsey toplantılarında her seferinde gündemleri belirliyor, toplantılara başkanlık yapıyor ve neredeyse bütün kritik bilgileri onlar sağlıyor.

En şaşırtıcı ve bazı yönlerden de en düşündürücü tartışmayı, fabrikanın seçilmiş başkanı ve orada bulunan bir kaç işçiyle yaptım. Daha başarılı olan başka tesislerde halen işyeri sahiplerinin yönetimi altında çalışan işçilerin yeniden kazanma hareketinin başarılarına öykünerek kendi kârlı tesisleri ele geçirip işletebileceklerini, öz-yönetim kurmaya çalışabileceklerini, böylelikle hem kendilerini onurlandırıp hem de ödüllerini eşit olarak paylaşmak isteyebileceklerini düşünüp düşünmediklerini sordum. İşçiler hiç tereddütsüz “hayır” dedi.

Başarılı işyerlerindeki işçilerin, tesisleri ele geçirmeleri ve yönetmeleri halinde, işyerlerinde daha iyi şartlara kavuşacakları yerde durumlarının daha da kötüleşeceğinden çekineceklerini, ayrıca başkaldırıları başarısız olursa baskı görmekten ya da kovulmaktan korkacaklarını söylediler. Çalışma hayatlarının kontrolünü ele geçirmek için fiili olarak savaşmaya başlamadan önce, kâr peşinde koşan patronlarından kurtulmanın tatmin düzeyleri açısından nasıl bir değişikliğe yol açabileceğini fark etmemiş olduklarını söylediler. Tesisi ele geçirmek için savaş vermek, daha sonra da hayatta kalabilmek için onu işletmek zorunda kaldıkları için yeni işletme tarzına bağlılık duyduklarını, ama böyle bir bağlılığın daha önce var olmadığını büyük bir netlikle söylediler.

“Eğer yarın burada bir işletme açar ve ben ve müdürlerim için çalışmak kaydıyla aldığınızın iki katı maaş önerirsem cevabınız ne olurdu?” diye sordum. Gülerek “kendi yönettiğimiz cam fabrikasını bırakıp ne kadar yüksek bir maaşla olursa olsun kapitalist bir işyerinde çalışmayı kabul ettirebilmeniz için bizi vurmanız gerekir” dediler. “Niçin bu dersi başka tesislerde çalışan arkadaşlarına taşıyıp onları da değişim için çaba göstermeye teşvik etmediklerini” sorduğumda ise omuz silkerek bunun mümkün olmadığını söylediler. Daha da kötüsü, gündemlerinde böyle bir şey yoktu.

Genel olarak baktığımızda, bu fabrikaların en dikkat çekici ve en ilham verici yanı, işçilerin ruh haliydi. Kapitalist yönetim altında çökmüş, genellikle eskimiş ve köhnemiş teknolojilerle çalışan, zorluklarla dolu bu işyerleri başarıyla yeniden kazanılmıştı ve işçiler bu başarıdan gurur duyuyordu. Eski fabrika sahiplerinin ulaşamadığı bu başarı kısmen yönetici kadronun ve profesyonellerin aşırı ölçüde yüksek maaşlarının ortadan kalkması sayesinde maliyetlerin azalmasıyla sağlanmıştı; ama hiç şüphesiz yukarıdan dayatılan baskıya karşı direnmek yerine, işyerlerinin kendilerine ait olduğunu hisseden işçilerin de bunda önemli bir payı vardı. İşçiler sadece daha iyi maaşlarla değil, daha iyi koşullarda ve daha iyi bir statüde çalışıyorlar; ama hepsinin ötesinde, bildiğim kadarıyla hiçbir kapitalist işyerinde basitçe bilinmeyen bir onurla ve gurur duyarak, karşılıklı ilgi ve dayanışma içinde çalışıyorlar. Bu manevi kazanım ziyaret ettiğimiz her yerde hakimdi. Fakat, daha fazlası için gayret göstermek konusundaki isteksizlik de maalesef yaygındı.

Öğrendiğimiz kadarıyla, yeni kazanılan şirketlerin başlangıçtaki işletme çabasına yardım etmek amacıyla bazı işyerleri arasında kolektif fonlar oluşturulmuş. Bu fonlarla, öncelikle mücadele eden işyerlerinin faaliyete geçebilmesi için daha oturmuş durumdaki işyerlerinden yardım aktarılıyormuş. Ayrıca, bu işyerlerinin birbirleriyle, pazar rekabeti değil, sosyal değerler ve dayanışma temelinde iş yapma imkânları üzerinde düşünülmeye başlanmış. Ancak ele geçirilen işyerlerindeki işçilerle biraz daha konuşunca, sevseler de sevmeseler de pazar payı için rekabet etmek zorunda kaldıklarını söylediler. Başlarda bu rekabetin inanılmaz ölçüde zor olduğunu, çünkü daha önce ürettikleri ara malları alan firmaların kenara çekilip onlarla iş yapmadıklarını söylediler. Fakat zamanla, “maliyetleri düşürüp, yüksek kalitede mal üretip, müşteriye ulaşmayı” başarmışlar. Bütün bu tartışmalardan çıkan sonuç, pazar rekabetinin öz-yönetimin alabileceği kararlar yelpazesi üzerinde oldukça etkili olduğuydu. İşçi konseyleri, üretim hızını arttırıp maliyetleri azaltan yöneticilerin çalıştığı başka firmalar rekabette kendilerini geride bırakmasın diye çalışma koşullarında çok fazla iyileştirme yapamıyorlar. Pazar rekabetinin bu güçten düşürücü etkisi henüz işçilerin insancıl eğilimlerini tersine çevirmemiş, ancak kesinlikle genişlemelerinin önünde bir engel olmuş ve daha şimdiden insancıl yenilikler yapmalarını yavaşlatmış.

Daha önceki beklentileri ve tasarımları ne olursa olsun, bir insanın Arjantin’deki işgal edilmiş fabrikalara bakıp önemli dersler çıkarmaması mümkün değil. Kapitalist toplum, yalnızca rutin ve itaatkârlık gerektiren işlerde çalışmaktan başka bir şey yapamayacaklarını düşünene kadar insanlara vasıfsız, rutin işler yaptırarak ve özgüvenlerini, yaratıcılıklarını ve inisiyatiflerini bastırarak kapasitelerinin korkunç derecede altında kullanıyor onları. Buna da eğitim adı veriliyor, oysa olsa olsa aşağılama ve alçaltma denebilir.

Arjantin’deki fabrikaları yeniden kazanma hareketi, hayatları boyunca durmadan çalıştırılmış ve itilip kakılmış, çok az okuma-yazma bilen ya da hiç bilmeyen işçilerin bir kaç ay içinde yapamayacakları varsayılan, bilgi ve becerilerini aştığı farz edilen işleri onurluca ve etkin şekilde başarabildiklerini gösteriyor. Aynı şekilde, Arjantin’deki işgal edilen fabrikalar, seçkinci kafa yapısıyla yetiştirilmemiş insanların hükmetmek ya da hükmedilmek yerine, hakkaniyetli şekilde gelir elde etmek ve iktidarı adil şekilde dağıtmak konusunda nasıl güçlü ve kendiliğinden bir istek duyduklarını ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, bu önemli derslerin ötesinde, Arjantin’deki işgal edilmiş fabrikalara bakan farklı insanlar muhtemelen farklı şeyler görecektir. Örneğin ben işbölümünü, bütün işçiler düşünsel ve güçlendirici işleri eşit olarak paylaşacak şekilde değiştirmeden, bu fabrikaların son derece eşitlikçi ve katılımcı itkilerinin gittikçe zayıflayacağını ve yenik düşeceğini görüyorum. Her işyerinin üretim atölyesinden gelmiş ve bulundukları üst düzey konumlara özgürce seçilmiş olsalar dahi, geri kalan çoğunluk eskisi gibi yalnızca rutin işlere saplanıp kalmışken, bir grup işçi bütün güçlendirici işleri yapan konumlara yükselirse ortaya şu sonuçlar çıkacaktır: Zamanla güçlendirici işleri yapan az sayıda kişi konsey tartışmalarında baskın hale gelecek, toplantı gündemlerini belirleyecek, izlenecek politikalar konusunda kendi isteklerini dayatacak ve sonunda da kendilerini daha yüksek maaşlarla ve avantajlarla ödüllendireceklerdir.

Kısacası, neredeyse evrensel olan eşitlikçi itkilere rağmen, kendilerine daha fazla statü, bilgi ve özgüven bahşeden bir işbölümüyle bir grup işçi sadece rutin işler yapan diğer işçilerden ayrışırsa, bu grup, işçilerin samimi olarak ortadan kaldırmayı hedeflediği şeye dönüşecektir: Yeni bir egemen sınıf; ancak bu sefer işyeri sahiplerinden değil güçlendirilmiş işçilerden ya da benim deyimimle koordinatörlerden oluşan, ama her halükârda yine yukarıdan yöneten, yönetici işçiler.

Arjantin’deki savunmacı işyeri projelerinin sayısı her ay biraz daha artıyor. Her bir proje yola, fabrika sahipleri ve güçlendirilmiş işçilerden oluşan bir “koordinatör sınıf” olmadan başlıyor. Başlangıçta bu projeler, sadece ticari açıdan başarılı olmayı hedeflemiyor. Hakkaniyetli ücret oranları, daha iyi çalışma koşulları, demokratik karar alma mekanizmaları ve geri çağrılabilir görevliler yoluyla başarının faydalarını hakkaniyetli şekilde paylaşmak için çok büyük bir arzuyla işe başlıyorlar. Ancak yeniden kazanılan bu işyerlerinde, eski şirket-tarzı işbölümü sürdüğü sürece, güçlendirici işler yapan az sayıda kişi ile sadece rutin işler yapan çoğunluk arasındaki yapısal farklılığın bu kazanımları sürekli zayıflatıp erozyona uğratacağı, böylece söz konusu kazanımların sadece iyi niyete ve insani özlemlere bağlı kalacağı açık görünüyor. Öte yandan, eğer işçiler ücret oranlarını eşitlerken olduğu gibi herkesin adil bir miktarda güçlendirici iş yapması gerektiği konusunda da bilinçlenirse, o zaman sınıfsızlık özlemi sadece gönüllerinde yer etmiş olmakla kalmayacak, kazanımlarını aşındırmak yerine onların önünü açacak olan yeni bir işbölümüyle yapısal olarak teşvik edilecektir.

Fakat, bu daha umut edilir durumda bile pazar ekonomisi hâlâ önemli bir problem olarak varlığını sürdürecektir. Pazarın, her bir işyeri için zayıflatıcı etkilerinin iyi anlaşılması; hangi değişikliklerin bu olumsuzlukları azaltacağının ve sonunda pazarların yerini alacak yeni tahsisat ilişkilerini müjdeleyeceğinin analiz edilmesi, mevcut ilişkileri aşmak isteyen bir hareketin önceliği olmalıdır. Pazar baskılarına karşı koymaya başlamak da, Arjantin’deki hareketin bizce en az takdire değer özelliğini, her bir işyerindeki yalıtılmışlığını ve işçilerin, yeniden kazanılmamış işyerlerinde de değişimler yapılmasını talep ederek onlara seslenmekte isteksiz davranmasını tersine çevirmek için temel önemde olacaktır.

Son olarak, işçilerin, eğer istihdam edildikleri işyerleri başarılı olsaydı, mecbur kalmayacakları ve içinde bulundukları durumun dezavantajlarını ve özgürleşme fırsatlarını anlamayacakları için işyerlerini yönetmek gibi bir hedeflerinin olmayacağını söylemesi üzücüydü. Bu durum, yeterli bir bilinç ve eğilim taşımamalarına rağmen aydınlanmamış geniş kesimleri mücadeleye çekecek aydınlanmış birkaç kişinin örgütlediği öncü grup fikrini destekler gibi duruyor. Bence bunu çürütmenin tek yolu, işçilerin anlattıkları gerçekleri yadsımak değil, bu seçkin “çözümü” genel amaçlarımızla çeliştiği için reddetmektir. Ardından da, hareketlerden, hem başarılı hem iflas eden işyerlerindeki eylemi nasıl esinleyip destekleyeceklerini; sınıf bölünmesini koruyacak yukarıdan aşağıya bir süreç izlemek yerine, sınıfsızlıkla uyumlu bir aktivizm üretecek yatay bir büyümeyle bunu nasıl yapacaklarını düşünmelerini talep etmektir. Yalnızca kapitalistleri yenmemiz yeterli değil, bunun yanında bütün ekonomilerde tam ve gerçek bir öz-yönetime erişmeliyiz.