Bir vizyon olarak Katılımcı Ekonomi:

Berlin duvarının yıkılması (1989) Marksizmin geniş kesimlerin gözünde bir seçenek olmaktan çıkmasına yol açtı. Tabii daha önceden de güçlü kuşkular vardı. 1990’ların sonunda Marksizmden pek o kadar esinlenmeyen, hatta onu karşısına alan başka bir muhalefet dalgası ortaya çıktı. Bu, alternatif küreselleşme hareketi olarak adlandırıldı.

Alternatif küreselleşme hareketi, daha çok dünyadaki gelir uçurumunun artmasına yol açan uluslararası düzeydeki kurumları (IMF, Dünya Bankası-DB, Dünya Ticaret Örgütü-DTÖ vs.) eleştiren bir protesto hareketi olarak doğdu.

Katılımcı Ekonomi, bu hareketi desteklemekle birlikte aynı zamanda eleştirir. Eleştirisinin temel unsuru toplumlara sunabilecek bir gelecek vizyonundan yoksun oluşudur. Hareket çok başarılı olacak olsa bile, en fazla IMF, DB veya DTÖ’nün yerine daha reformcu kuruluşlar geçecektir. Oysa her toplumda insanlar çok iyi bilmektedir ki, büyük şirketler, hiyerarşik üretim mekanizmaları, pazarlar varolduğu ve toplumu “kâr peşinde koşma” dürtüsü yönlendirdiği sürece bu kazanımlar geçici olacak, kalıcı ve radikal bir toplumsal dönüşüme yol açmayacaktır.

Katılımcı Ekonomi kapitalizmin yerine hem ekonomik açıdan uygulanabilir, hem de insanların özlem duyduğu değerleri yaşama geçirebilen bir ekonomik vizyon önermedikçe, alternatif küreselleşme hareketinin başarısız olacağı görüşündedir. İnsanlar bize “peki siz ne istiyorsunuz?” diye sormaktadır. Küresel kapitalizmin kötülüklerini sayıp dökmek dışında bir yanıt alamadıkları için de pasifize olmakta, “çok kötü” olduğunu bile bile kapitalizme razı olmak dışında bir çıkar yol bulamamaktadırlar. Katılımcı Ekonomiye göre, alternatif küreselleşme hareketinin tıkanmasında rol oynayan en büyük faktör de böyle bir gelecek vizyonundan yoksun oluşudur.

Katılımcı Ekonomi kendini gelecekte kurabileceğimiz alternatif bir ekonomik vizyon olarak sunarken, aynı zamanda bugünü de etkilemeye çalışır. Hareketin bugün bir vizyona sahip olması, şimdiki örgütlenme ve eylemlere de kılavuzluk edecektir. Toplumu ne yöne doğru değiştirmek istediğimizi bilmeden, kalıcı reformlar peşinde koşamayız ve giderek toplumsal bir dönüşüm sağlamakta başarısız kalırız.

Seminer Nasıl İlerliyor?

Katılımcı Ekonomi öncelikle insanlığın özlemleri diyebileceğimiz bazı ahlaki değerler ortaya koyar. Bunlar, hakkaniyet, dayanışma, çeşitlilik ve öz-yönetim’dir. Sonra gerek kapitalizmin, gerekse koordinatörist ekonominin türevleri olarak adlandırdığı pazara ve merkezi planlamaya dayalı sosyalizmin bu değerleri nasıl çiğnediğini göstermeye çalışır. Buraya kadar daha çok negatif bir analiz yapmış oluruz. Ardından bu değerlerin hangi ekonomik kurumlarla hayata geçirilebileceğini tartışmaya başlar. Burada aşama aşama katılımcı ekonomi modeli kurulmaya başlanır.

Önce toplumda hakkaniyet ilkesinin hangi ücretlendirme/ödüllendirme yoluyla hayata geçebileceği tartışılır. İnsanlara ücret öderken kriter olarak neyi almalıyız? “Gayrete ve fedakarlığa göre” Katılımcı Ekonominin ilk kurumsal ilkesidir.

Ardından, işyerlerinde (işletmelerde) ve yaşam birimlerinde (mahallelerde, şehirlerde vs.) gerçek bir taban demokrasinin nasıl oluşturulabileceği tartışılır. İşçi ve tüketici konseyleri ile “herkesin kararlara, o kararlardan etkilendiği ölçüde katılması” ilkesi bu bölümde elde ettiğimiz sonuçlardır.

Gel gelelim işçi ve tüketici konseylerinin kurulmasının, gerçek bir taban demokrasisinin oluşumu için yeterli olmadığı ortaya çıkar. Bunun nedeni, gerçek bir sınıf karakteri taşıyan “koordinatör” sınıftır. Bu bölümde doğası ve sınıf çıkarları açısından koordinatör sınıf analiz edilir ve ortadan kaldırılması gerektiğine karar verilir.

İşlerin dengeli bir şekilde dağıtılması ya da “dengeli iş düzenleri” hem gerçek bir işyeri demokrasisini hayata geçirebilir; hem de ekonomik açıdan ciddi bir verimlilik kaybına yol açmaz. İşçi ve tüketici konseyleri + dengeli iş düzenleri ile Katılımcı Ekonomi modelinin kurulmasında bir hayli yol almış oluruz.

Geriye ekonominin üretim ile tüketim arasındaki ana halkası kalır. Bu, tahsisattır. Katılımcı ekonomide kaynaklar, girdiler ve iş gücü nasıl tahsis edilecek, hangi üründen ne kadar tüketilecektir? Yanıt, Katılımcı Planlamadır. Katılımcı Planlama aynı zamanda toplumda dayanışma ilkesini hayata geçirmek açısından kritik bir öneme sahiptir.

Konu Başlıkları: - Değerler (Hakkaniyet, Dayanışma, Çeşitlilik ve Öz-yönetim) – Kapitalizm ve Sosyalizm türleri bu değerleri nasıl çiğniyor? - Bu değerleri hangi kurumlarla hayata geçirebiliriz? - Hakkaniyet - Özyönetim - demokrasi - Koordinatör sınıf - İş düzenleri – sınıfsız bir toplum - Katılımcı planlama – Dayanışma

i) Değerler

1) Hakkaniyet

Kapitalist ekonomilerde ve pazara veya merkezi planlamaya dayalı ekonomilerde hakkaniyet şu şekillerde ayaklar altına alınır:

- Kapitalizmde üretim araçlarının özel mülkiyeti, bunların miras yoluyla devredilebilmesi hiç çalışmadan kazanmanın yolunu açar. - Üretim araçlarının özel mülkiyeti kaldırılsa bile, pazara veya merkezi planlamaya dayalı ekonomiler bireylerin ekonomiye ürün bazında yaptığı katkıyı ödüllendirirler. Bu hakkaniyetli değildir. İnsanlar farklı eğitim düzeylerine sahiptir. Çalıştıkları iş yerleri daha ileri ya da geri bir verimlilik düzeyine sahip olabilir. Mesai arkadaşları daha az ya da daha çok çalışabilir. Bunun ötesinde, kişiler genetik olarak devraldıkları farklı fiziksel özelliklere sahiptir; farklı yetenekleri vardır.

Örnek: Ahmet, Mehmet’e göre daha iri yapılı ve güçlüdür. Her ikisi de şeker kamışı kesmeye giderler. Doğal olarak aynı çalışma süresi içinde Ahmet daha çok şeker kamışı kesmiş olacaktır. Kapitalist ve sosyalist ekonomiler bu durumda Ahmet’i, Mehmet’e göre daha çok ödüllendirecektir. Peki bu hakkaniyetli midir? Hayır, değildir. Bu tartışmaya 2. bölümde daha ayrıntılı şekilde gireceğiz.

2) Dayanışma Dayanışma, bireylerin birbirlerinin durumundan haberdar olmaları, bunun sonucu olarak kendilerini başkalarının yerine koyabilmeleri (duygudaşlık veya empati) ile mümkündür. Bireylerin aldığı kararlar başkalarını (gerek aynı iş yerindeki çalışma arkadaşlarını, gerekse daha geniş tüketici kitlesini) nasıl etkilemektedir? Ya da tüketiciler bir ürünü tüketmek isterken, o ürünü üreten işçilerin durumunu ne ölçüde göz önüne alırlar?

- Pazar ekonomileri, alıcı ile satıcıyı karşı karşıya getirirken toplumun geriye kalanını yapılan mübadelenin sonuçlarının tamamen dışında bırakır. Bir otomobil satıcısı otomobili en uygun fiyata alıcıya satmak ister. Aynı şey alıcı için de geçerlidir. Burada otomobil teknolojisinin yarattığı çevre kirliliği, trafik vs. sorunlar her iki tarafın da umurunda değildir. - İşçiler, tüketiciler üzerinde olumsuz etkileri olabilecek bir ürün üretirler (örneğin kanserojen madde içeren bir ürün). Burada çoğu kez işçiler yalnızca aldıkları ücretle ilgilenir ve üretimlerinin toplumsal sonuçlarını göz önüne almazlar. - Daha çarpıcı olan ise, bir çarşıya çıktığınızda karşılaşacağınız manzaradır. Pek çok satıcı dünya kadar ürünü satmaya uğraşmaktadır. Peki bu ürünleri üreten işçiler nerededir? Hangi koşullarda üretmişlerdir? Tüketim zevklerine hitap eden bir ürün (örneğin Nike spor ayakkabıları) çocuk emeğinin aşırı sömürülmesiyle üretilmiş olabilir. Ama tüketici bu gerçeğin farkında değildir; çoğu zaman da umursamaz.

Bu örnekler, pazar ekonomilerinde dayanışma ilkesini hayata geçirmenin imkansız olduğunu gösterir.

3) Çeşitlilik - Bir işyerinde x ürününü belirli bir miktarda üretmenin – aynı zamanda çalışma yaşamının kalitesini koruyarak (ya da yükselterek) – en iyi yolu nedir? Bunu önceden tam olarak bilemezsiniz. Bu nedenle, belirli bir üretim kalıbını tercih etmiş olsak bile, buna karşı çıkanların görüşleri saklı tutulmalı, hatta bu yönde araştırmalar sürdürülmelidir. Çoğunluğun tercih ettiği üretim kalıbı beklenen parlak sonucu vermeyebilir. Bu nedenle çeşitli alternatiflerin korunması tercih edilmesi gereken bir özelliktir. Gel gelelim, işveren veya (sosyalizmde) merkezi planlamacılar adına üretim süreçlerini denetleyen koordinatör sınıf (işyerindeki mühendisler, işletmeciler, hatta forman denilen usta başları) çoğunluk/azınlık görüşleri tartışmasına bile girmez. Hiyerarşinin üst-basamaklarında daha önce alınmış bir kararı sonuna kadar uygulamaya çalışır - Kapitalizm kendi içinde üç sınıf (burjuvazi, koordinatör sınıf ve işçi sınıfı); sosyalizm ise iki sınıf (koordinatör sınıf ve işçi sınıfı) üretir. Bu sınıflar birbirlerine karşı düşmanca, küçümsemeyle veya nefretle yaklaşırlar. Ama sınıflar kendi içlerinde bir homojenlik üretme eğilimdedir. Bir işçi sınıfı alt-kültürü, koordinatör sınıfın yuppie kültürü, burjuvazinin ise kendine özgü “yüksek” kültürü, aslında birbirlerine çok benzer bireyler üretir. Oysa bu tercih edilir bir durum değildir. Sınıfsız bir toplumda çeşitliliğin artma ihtimali çok daha fazladır.

4) Öz-yönetim - Öz-yönetim, biçimsel demokrasinin ötesinde, doğrudan ve yerel demokrasiyi akla getirir. Merkezi planlamaya dayalı sosyalist ekonomilerde, plancılar aşağıya doğru bazı öneriler sunarlar. Daha sonra tek tek üretim birimlerinden geri-besleme ilişkisi içinde veriler alırlar. Sonra öneriler talimatlara dönüşür ve uygulanması istenir. - Kapitalist ekonomilerde, işverenlerin adına üretim süreçlerini denetleyen koordinatör sınıf olduğu sürece iş yeri demokrasisinden bahsedemeyiz. (Bu konuya daha sonra döneceğiz). - Ayrıca ister kapitalist, isterse pazara-dayalı sosyalist olsun, pazar ekonomilerinde karar zaten verilmiştir. Amaç maliyetlerin düşürülmesi ve kârın azamileştirilmesidir. Her finansal güçlük durumunda, zaten işe işçilerin ücretlerinin kısılmasıyla başlanacaktır. (Pazara dayalı öz-yönetimsel bir modelin benimsendiği eski Yugoslavya’da olduğu gibi) bu kararı bizzat işçi konseylerinin vermesi fazla bir şey değiştirmez.

ii) Katılımcı Ekonomi bu değerleri hangi ilkeler ve kurumlar çerçevesinde hayata geçirebilir?

A) Gayret ve Fedakarlığın Ödüllendirilmesi - Hakkaniyet

İnsanların sahip oldukları üretim araçları ya da mülkleri (dolayısıyla kudretleri) karşılığında ödüllendirilmesinin hakkaniyetli olduğunu savunmak oldukça güçtür. Çağımızda daha çok şu kriter öne çıkıyor gibi gözükmektedir: İnsanları, ekonomiye yaptıkları katkıya – yani ürettikleri ürüne göre – ödüllendirelim.

Bireylerin ürettikleri katkının değerini arttıran faktörler arasında;

  • Çalıştıkları işyerinin üretkenliği
  • İnişe geçen bir sektör yerine, yükselişe geçen bir sektörde çalışmak gibi şans faktörü
  • Doğuştan gelen yetenek ve beceriler
  • Eğitim düzeyi
  • Ve bir mal veya hizmet üretirken gösterdiğimiz gayret ve fedakarlık vardır.

Bunlardan, eğitim ve gayret-fedakarlık dışındaki bütün faktörler insanın kendi denetiminin dışındadır. Dolayısıyla kendimizin denetleyemediği faktörler yüzünden daha fazla veya daha az ödüllendirilmek hakkaniyetle bağdaşmaz.

Ben bir malı çoğunlukla tek başıma üretmem. Benim işverenimin yaptığı yatırım, mesai arkadaşlarımın üretkenlik düzeyi, kullandığım girdilerin veya benim sektörümde iş gücünün daha mı bol; yoksa daha mı kıt olduğu, çalıştığım sektörün ekonomik krizlerden etkilenme derecesi, benim ürettiğim malın değerini topluca belirleyen unsurlardan bazılarıdır. Ama ben sadece ne kadar uzun ve/veya yoğun çalıştığıma bağlı olarak ödüllendirilmeliyim.

Bu argümana karşı çıkmak zordur. Ama modern toplumlarda koordinatör sınıfın vasıfsız işçilere göre çok daha yüksek ücretler alması özellikle eğitim gerekçesiyle haklılaştırılmaya çalışılır. Buna beyin cerrahı/çöpçü problemi diyoruz. Bir beyin cerrahının ne kadar çok çalışırsa çalışsın, zahmetli koşullarda son derece bıktırıcı bir iş yapan çöpçüye göre daha çok gayret göstermediği açıktır. Buna karşın toplumsal önyargı beyin cerrahının çok uzun bir süre eğitim görmek zorunda kaldığını; dolayısıyla ona hayat boyu ödenen yüksek ücretin bir nevi katlandığı bu zahmetin karşılığında bir tazminat olduğunu öne sürer. Gerçekten böyle midir?

  • Bir kere hangi koşullarda eğitim görmüş olursa olsun, cerrahın karşılaştırılması gereken kesim koordinatör sınıfın diğer kesimleri değil, çöpçüdür. O eğitim görürken, çöpçü halihazırda zor koşullarda çalışmaktadır.
  • İkincisi, eğitim çok büyük ölçüde bütün toplumun sağladığı bir altyapıyla (binalar, laboratuarlar, öğretmenler) gerçekleştirilir.

Dolayısıyla, sadece daha çok eğitim gördüğü için bir beyin cerrahının bir çöpçüye göre daha fazla gelir elde etmesi haklılaştırılamaz.

Bu konuda eğitim görenler arasında bir karşılaştırma yapılabilir. Eğer Ahmet, Mehmet’ten daha zahmetli koşullarda, daha çok çaba gerektiren bir eğitim kurumunda okumuşsa (ya da eğitim masraflarını kendisi karşılamışsa), o zaman tabii ki Ahmet daha fazla ödüllendirilmelidir. Ama bu Ahmet’in yaşam boyu daha yüksek bir geliri hakketmesi anlamına gelmez. Yalnızca mesleki kariyerinin başlangıcında bir telafi ücreti olarak Ahmet’e, Mehmet’e göre biraz daha fazla ödeme yapılmasını gerektirir – ama o kadar!

Okula gitmenin bir işte çalışmaktan daha zahmetli olduğu durumlar ise yok denecek kadar azdır.

Diğer yandan, beyin cerrahı çöpçüye göre manevi tatmin sağlayan başka imkanlara sahiptir: zaten yaptığı iş ona toplumsal bir prestij sağlamaktadır; mesleki formasyonunu geliştirmek için kongrelere vs. katılması onun insani potansiyelini de geliştirir. Bütün bunların üzerine bir de daha yüksek ücret alması toplumsal olarak hakkaniyetli bir yaklaşım sayılmaz.

Öyleyse katılımcı ekonomi ödüllendirmede hakkaniyet ilkesini şöyle hayata geçirir: kim daha fazla ve/veya daha yoğun çalışıyorsa ya da daha zahmetli koşullarda, (itfaiyeciler gibi) daha tehlikeli koşullarda çalışıyorsa; daha rutin, aptallaştırıcı, manevi tatmini düşük işlerde çalışıyorsa, onun daha fazla ödüllendirilmesi gerekir.

İhtiyaç kriteri: Katılımcı ekonomi gayret ve fedakarlığa ek olarak bir de ihtiyaç kriteri getirir.

Bazı insanlar çalışamayacak durumdadır (özürlüdür) veya kaza geçirip artık çalışamayacak duruma gelirler. Onlara toplumsal tüketim ortalamasına göre ihtiyaç temelli bir gelir sağlanır.

B) Öz-yönetim – gerçek demokrasi

Katılımcı ekonomi, adem-i merkeziyetçi ve doğrudan demokrasiye mümkün olduğunca yakın bir öz-yönetim biçimini savunur. Bununla birlikte, temsili demokrasiye ait öğeleri de barındırır.

İşçiler ve tüketiciler en küçük birimlerden başlayan ve daha geniş birimlere doğru yükselen konseyler şeklinde örgütlenirler. Bir işyerinde özel bir iş için örgütlenmiş bir çalışma ekibinden tutalım, o işyerini kapsayan konseye, o sanayiyi (örneğin basın-yayın sektörü) kapsayan konseye ve nihayet ulusal ekonomiyi kapsayan konseye kadar çeşitli düzeylerde konseyler vardır.

Benzer şekilde, tüketiciler de bir öncelikle bir mahalle konseyinde, bir semt konseyinde, kırsal bir yönetim birimi konseyinde, bir şehir konseyinde, bir vilayet ve nihayet ülke çapında bir konseyde örgütlenirler.

İşçiler hangi düzeyde bir işe karar vereceklerse (örneğin bir işyerine yatırım yapılması) o düzeyde tartışır ve karar verme süreçlerine katılırlar.

Tüketiciler de, örneğin bir mahalleye yüzme havuzu yapılması gibi bir öneriyi mahalle konseyinde öne sürerler ve karara varmaya çalışırlar.

Bununla birlikte, katılımcı ekonomiyi herhangi bir biçimsel demokratik işleyişten ayıran önemli bir ilke vardır: herkesin kararlara, o karardan etkilendiği oranda katılması. Bu ilke, özellikle karmaşıklaşmış modern toplumlarda önem taşır; çünkü günümüz toplumlarında bir çok şey iç içe geçmiştir ve çoğu zaman bir (üretim/tüketim) biriminde alınan kararlar, başka birçok (üretim/tüketim) birimini de etkilemektedir.

Çeşitli düzeylerde konseylerin ve konseyler federasyonunun olmasının nedenlerinden birisi de budur.

Örneğin A işyeri büyük bir demir-çelik fabrikasıdır ve oradaki işçi konseyi büyük bir yatırım yapma kararı alır. Bu karar nihai bir karar olamaz; çünkü kararın sonuçları bu yatırım için gerekli olan girdileri üretecek işyerlerini de – en az A işyerindeki işçiler kadar – etkilemektedir. Sözgelimi bu girdileri sağlayacak B, C ve D işyerlerindeki işçiler bir dönem için çalışma saatlerini arttırmak zorunda kalacaklardır. O halde A işyeri konseyi “yatırım önerisini” ayrıntılandırıp bir üst düzeydeki sanayi konseyine iletir. Orada karar alma sürecine artık B, C ve D işyerleri konseylerinin temsilcileri de katılırlar. Karşılıklı müzakerelerle bir sonuca varılır ve bu sonuç mutlaka “yatırım önerisinin” olduğu gibi kabul edilmesi biçimini almak zorunda değildir.

Tüketicilere dönük de bir örnek verebiliriz. A şehrinin enerji ihtiyacı yoğun bir kirlilik üreten termik santrallerle karşılanmaktadır. A şehri tüketici konseyleri federasyonu, kendisine yakın olan ve büyükçe bir nehrin geçtiği B şehri civarında bir baraj yapıp, enerji ihtiyacını hidro-elektrik enerji üretimiyle karşılamayı kararlaştırır. Böylece A şehrinin halkı hava kirliliğinden kurtulacaktır.

Fakat bu karardan B şehri civarındaki nüfus da etkilenecektir. Çünkü belirli sayıda köy ve kasaba boşaltılmak zorunda kalınacaktır. Bu durumda, doğal olarak B şehrinin tüketici federasyonu da karar sürecine dahil olur. Konu bölge tüketici konseyine taşınır. Burada A şehrinde yaşayanlar, boşaltılmak zorunda kalınacak köy ve kasabaların başka bir yerde kurulması için gerekli maliyeti üstlenmeye zorlanırlar. Böylece A şehri tüketici konseyleri federasyonu baraj maliyetine ek olarak yeni yerleşim yerlerinin inşaatı için gerekli masrafları da “baraj önerisine” dahil etmek zorunda kalır. Öneri şu ya da bu şekilde (reddedilme şıkkı dahil) karara bağlanır.

Temel ilke, yukarıda belirtildiği gibi, bir karardan etkilenen bütün birey veya kesimlerin – o karardan etkilendikleri oranda – karar alma sürecine katılımının sağlanmasıdır. Bunun için söz konusu kararın sonuçlarına dair bilgilerin şeffaf biçimde ilgili bütün kesimlere ulaşabilmesi gerekir. Bir kararın sonuçları hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan, o karar hakkında alacağımız kolektif kararlar demokratik olmayacaktır. İkincisi, karar alma sürecine katılan bireylerin eğilimlerinin de bilinmesi gerekir. İnsanlar bir kararın sonuçları hakkında yeterli bilgiye sahip olduktan sonra ne düşünmektedir? Bunlar sağlandıktan sonra, işyeri veya tüketici konseyinde duruma göre konsensüs veya herkese bir oy üçte/iki çoğunluk ya da basit çoğunluk aranması gibi oylama yöntemlerine başvurulabilir.

Mikro bir örnek: İşçilerin geceli gündüzlü birbirlerine çok yakın şekilde çalıştığı küçük bir işyeri düşünelim. Buraya yeni bir işçi alınacaktır. İşyeri konseyi nasıl bir oylama yöntemi izlemelidir?

İşyerindeki işçilerden birisi, yeni işe alınacak işçiyi önceden tanımakta ve ondan hiç hoşlanmamaktadır. Daha önce aralarında bir gerilim yaşanmıştır. Bu durumda alınacak karardan – diğer işçilere göre – en çok o etkilenecektir. Diğer işçilerin etkilenme derecesi ise daha düşük olacaktır. Eğer herkese bir oy/nitelikli çoğunluk kuralı benimsenirse, söz konusu işçi tek tek işçilerin çoğuna derdini anlatmak ve işçinin işe alınmaması için onların desteğini kazanmaya çalışmak zorunda kalacaktır. Oysa bu durumda en uygun yöntem veto hakkını içeren konsensüs olabilir. Yeni işe alınacak işçiden hoşlanmayan işçi kararı veto eder ve kararın ağır sonuçlarına katlanmaktan kurtulur.

C) Güçlendirici ve güçlendirici olmayan işler – koordinatör sınıf

Koordinatör Sınıf - İş Organizasyonu ve İş Bölümü:

Modern toplum tarafından tüketilen mal ve hizmetler oldukça karmaşıklaşmış bir ilişkiler ağı içerisinde üretilmektedir. Her bir işyeri kendine has karakterler taşımakla birlikte, genel dokuda güçlü bir işbölümü ve uzmanlaşma geleneği bulunmaktadır.

Her bir işyerinde yapılan işler, belirli görevlerin bir araya getirilmesiyle oluşmaktadır. Örneğin bir tahsildar, o gün yapması gereken “tahsilatların listesini teslim alır”, “tahsilat yapacağı işyerlerini dolaşır”, aldığı tutarlara karşılık “makbuz düzenler”, tüm tahsilatlar tamamlandıktan sonra o günkü tahsilatlar için bir “tahsilat raporu hazırlar” ve “tahsilatı vezneye iade eder”. Bu durum için tahsildarlık işinin 5 görevden oluştuğunu söylemek mümkündür. Bu görevlerin bazılarının son derece basit, bazılarının ise daha fazla gayret ve kişisel katkı gerektiren işler olduğu kolayca görülebilir.

Her iş, basit ve karmaşık görevlerin farklı bir oranda birleşmesiyle oluşur. İçinde ağırlıklı olarak daha fazla zihinsel faaliyet; analiz, planlama ve değerlendirme unsurları barındıran işleri “Güçlendirici” işler; daha fazla basit ve rutin görevlerin oluşturduğu işleri ise “Zayıflatıcı” işler olarak adlandıracağız.

Mekanik olan ve zihinsel faaliyet gerektirmeyen işler öz-saygı, güven ve öz-yönetim becerilerini yok eder. Heyecan verici ve yeteneklerin kullanılmasını teşvik eden işler ise ekonomik alternatifleri analiz etme ve değerlendirme yeteneğini zenginleştirir.

Dolayısıyla söz konusu işler, bu işçilere sağladığı yaşam kalitesi ve güç bakımından olduğu kadar ilgili ücret ve statü bakımından da bir hiyerarşi oluştururlar. Bu hiyerarşi sıradan bir işçi, bir bekçi, bir ustabaşı, bir yönetici, mühendis ya da yönetim kurulu başkanı olmak arasındaki farkı belirler. Üretim, Tahsisat ve Tüketim karşısında işgal ettikleri konumlar açısından yeterince benzer koşullara, maddi çıkar ve motivasyonlara sahip olan bu iki grubu iki ayrı sınıf olarak tanımlayacağız: İşçi sınıfı ve Koordinatör Sınıf.

Koordinatörler

Koordinatör sınıf, mülk sahibi sınıf adına yöneten ve bu yönetim hakkını “doğal”/ “eğitimle kazanılmış” becerilerden kaynaklanan “haklı” nedenlere dayandıran, sahip olduğu belirli “uzmanlıklar” sayesinde emeğine karşı ücret alan bir gruptur. “Uzmanlıklarına” dayanarak kendilerini daha güçlü kılan işleri yaparlar ve bu işleri yapabilme becerilerini, bilgileri tekellerine almaları sayesinde muhafaza ederler.

Koordinatör sınıf, kategorik olarak “çalışan sınıf”ın bir parçası olmakla birlikte, “Analiz Eden”, “Karar Veren”, “Planlayan”, “Değerlendiren” konumlar üzerinde kurduğu tekelle, kapitalist sınıf ve işçi sınıfının arasında konumlanarak bu iki sınıfla da karşıtlıklar yaşar:

Bilgi ve karar alma süreçleri üzerindeki tekellerini kendi çıkarları doğrultusunda, kimi zaman kârlılıkla ters düşecek şekilde kullanırlar. Böylelikle kariyerlerini/yaşam standartlarını iyileştirmeye çalışırken kapitalist sınıfla karşıtlık yaşarlar. Firmanın faaliyetlerini pratik olarak “rehin” aldıkları için bu eylemlerinden dolayı ceza görmeleri pek de muhtemel değildir.

İşverenler tarafından işe alınmış “profesyonel” çalışanlar olarak işverenlerin programlarını işyerinde hayata geçirmenin aracı olarak da işçi sınıfıyla karşıtlık yaşarlar. Bu rolleriyle kapitalist sınıfın işçi sınıfıyla karşıtlığını miras almışlardır. Taşeron kullanımı, üretimin kirinden kurtularak pazarlama şirketlerine dönüşüm, kitlesel işten çıkarmalar, ücretleri baskı altında tutarken şirket adına fedakarlık talep etmek, işçi ve diğer hizmetli sınıfın tepkilerini kontrol altında tutmak; sendikalaşmayı engellemek vs. bu sınıfın “patronlar” adına icra ettiği olağan görevlerdendir.

Bu karşıtlıklar bir işyerinde dayanışmayı engeller ve onun yerine husumet ve birbirini denetleme eğilimini geliştirir.

Meşrulaştırma Mekanizmaları

Kapitalist sistem meritokrasiyi, “yeterince iyi olanın” ödüllendirilmesini ön plana çıkararak; daha yüksek konumlarda bulunan kişilerin daha iyi oldukları ve daha fazla çaba sarf ettiklerini ileri sürerek, “haksızlık” olarak adlandırdığımız sonucun aslında normal olduğunu ima eder. “İyi olmak”, herkesin eşit şartlarda katıldığı yarıştan galip çıkmak anlamına gelmektedir. Hayat tarafından eşitsiz şekilde sunulan tüketim olanaklarını her durumda en iyiler toplayacaktır: İyi bir okuldan mezun olmak, belirli disiplinlerde kabiliyetli olmak, daha yetenekli ya da daha yaratıcı olmak, hep en iyi olma yolundaki doğal avantajlar olarak değerlendirilir.

Farklı işyerlerini birbirlerine karşı, aynı işyerindeki çeşitli işleri de kendi aralarında karşılaştırırız. Yapılan işe, ortaya konan ürüne ve bunların zorunlu kıldığı uzmanlıklara zihnimizde belirli değerler atfederiz. Bu şekilde şartlandırılmamız da benzer bir sürecin ürünüdür: Örneğin, uçak üretmek, tekerlekli sandalye üretmekten daha yüksek katma değer yaratan bir iştir ve çalışanlarına daha fazla kazandırır. Bunu “normal” bir olgu olarak karşılarız (uçak sektöründe çalışan işçi çok daha “vasıflıdır”). Benzer şekilde, aynı fabrikada çalışmalarına karşın, bir uçağın motorunu imal eden işçi de koltuklarını üreten işçiden daha fazla kazanır. Oysa çoğu durumda, bir iş yerinde alacağınız görev tesadüfler tarafından belirlenir ve bu tesadüfler belirli yaşam standartlarını beraberlerinde getirir.

İşçi sınıfının gözüyle “Yöneten sınıf farklıdır”. Çünkü onlar kendileri gibi değildir. Daha akıllıdır; daha zekidir; belirli ince işler konusunda kendilerinin sahip olmadığı becerilere sahiptir. Bu doğaldır. Kaçınılmazdır. Kaderdir. Bu duruma “içerlenerek boyun eğilir”. Koordinatör sınıfın kibirliliği ve kendini yüksek görmesi ise nefretle karşılanır.

Koordinatör sınıf gözüyle işçi sınıfı, bu işleri gerçekleştirebilecek “yeteneğe” sahip değildir. Yüksek nitelikli işlerin bu sınıf tarafından yapılmasını beklemek işi tehlikeye atar; üstelik bu sınıfı taşıyamayacağı bir yükün altına sokar. Kendilerinin yaptıkları işler, başkaları tarafından kolayca yapılamayacak/öğrenilemeyecek kadar karmaşık, yorucu ve özeldir. Basit işleri ve basit zevkleri olan işçi sınıfı gerçekten de aşağı/sıradan bir tabakadır. Yaptıkları işi herkes yapabilir. Yaşama dair ince zevkleri yoktur. Hayatları, yaptıkları iş doğrultusunda basit bir düzeyde geçer. Dolayısıyla koordinatör sınıf üyeleri şöyle düşünür: “Bu özverimiz karşılığında en büyük pay bizim olmalı.”

Koordinatör sınıfın varlığı öz-yönetimi nasıl tehdit ediyor?

Gerçek bir işyeri demokrasisi yaratmak için çalışanlarımızın her birine birer oy hakkı verdiğimizi ve her kararı oylamaya sunduğumuzu varsayalım. Bu, kararların alınması sürecini nasıl değiştirecektir?

  • Oy kullanmanın bir formaliteden öteye geçebilmesi, oy verecek kişilerin oylanacak konularla, oylama sonucunda oluşabilecek durumlarla ilgili bilgiye sahip olmasına bağlıdır. Bir işyerinde olup bitenler hakkında bilgi sahibi olmayan kişiler, sahip oldukları oyları doğru kararlar alacak şekilde kullanamayacaklardır.
  • Bilginin belirli bir grubun tekelinde olması, bu grubun “gerçek”e ilişkin resmi dilediği gibi sunabilmesi, bilgiden yoksun olan kişileri kolayca maniple etmesini mümkün kılar. (Çoğu kez kararlar önceden alınmıştır bile.) Bir yayınevinde, yayınlanacak kitapların seçilmesi süreçlerinden uzak tutulmuş mizanpaj yapan bir teknisyen, yeni dönem için yayınlanacak kitapların seçiminde sahip olacağı oy için nasıl karar verecektir?
  • Parçası olduğu üretim süreciyle ilgili bilgi akışından izole edilen işçi sınıfı doğal olarak “karar süreçlerinde” pasifleşecektir. Modern Batı toplumlarında, genel parlamento seçimlerinde katılım düzeyinin düşüklüğü buna bir örnek teşkil eder. Hakkında bir şey bilmediğiniz ve sonucu değiştiremeyeceğiniz seçimlere neden katılasınız ki?
  • Kimi durumlarda mesleki örgütler, kendi alanlarını “dışardan gelebilecek” olanlara karşı kıskançlıkla korurlar: Akademiler, Barolar, Tıp Örgütleri, Mühendislik Odaları vs. Bunları bir tür modern lonca örgütleri olarak görmek mümkündür. Mesleğe giriş ve mesleğin icrasında uyulacak kurallar titizlikle işletilir. Bir hemşirenin, doktor tarafından yapılması gereken bir işe burnunu sokması “profesyonellik kuralları” tarafından engellenir.

Sorun oylamaya katılma ya da oy hakkına sahip olma sorunu değildir. Zayıflatıcı işlerle köreltilmiş çalışanlar, her biri üçer oy hakkına bile sahip olsa karar sürecinin kuklaları olma akıbetinden kurtulamazlar.

Öz-yönetim nasıl sağlanacak ?

Eşit ve adil bir çalışma hayatı özlemi duyanlar, klasik sosyalizmin bu konudaki sorunları çözebileceğine dair derin bir inanç beslediler. İster pazar ekonomisine dayalı, isterse merkezi planlamaya dayalı olsun klasik sosyalizmin sınıf analizi iki kutupludur. İki sınıflı bir savaşta eşitlik, adalet ve mutluluğun “mülk sahibi” zorbaların yenilgiye uğratılmasıyla sağlanacağı öngörülür. Öngörülen mutluluğun yaşanan deneyimler tarafından sağlanamamış olması, “kaçınılabilir” işleyiş kusurları olarak değerlendirilir ya da yozlaşmış bürokrasilere bağlanır.

Klasik sosyalizm analizinde “koordinatör sınıf” yer almamaktadır. Bu eksiklik nedeniyle sosyalizm, üretimin maddi araçlarına bireysel olarak sahip olma koşullarını ortadan kaldırırken, üretim sürecini denetleme/yönetme kabiliyetinden kaynaklanan tekeli olduğu yerde bırakma hatasına düşmüştür. Merkezi planlamada da tıpkı pazar ekonomileri gibi sınıf bölünmesi ve hiyerarşi yaratır. Merkezi planlama farklı olarak bu bölünmeyi “planlamacılar” ve onların planlarını “uygulayanlar” arasındaki ayrım üzerine inşa eder: Merkezi planlama, bu ayrımdan hareket ederek daha güçlü kılınmış ve güçsüzleştirilmiş işçiler yaratır.

Parti bürokratları, mühendisler ya da planlama uzmanları, neyin nerede, hangi yöntemlerle, ne kadar üretileceğine ve kime, nerede, ne kadar tahsis edileceğine dair önemli ekonomik kararları alan gruplardır. Değerlendiren, karar veren ve uygulatan bu koordinatör sınıf her zaman sıradan işçilere göre daha yüksek yaşam standartlarına sahiptir, daha zevkli koşullarda çalışır.

Katılımcı ekonomi, güçlendiren-zayıflatan işler karşıtlığının ortadan kaldırılmasını ve görevlerin zorluk düzeylerini ve güçlendirici etkilerini dikkate alarak dengeli ve adil bir şekilde yeniden kurulmasını esas alarak, koordinatör sınıfın oluşabileceği maddi koşulları ortadan kaldıracaktır. Önerilen çözümün detayları ise, biraz sonra “Dengeli İş Düzenleri” başlığı altında sunulacak.

D) Dengeli İş Düzenleri – sınıfsız bir toplum

Yukarıda açıklandığı gibi, güçlendirici işler koordinatör sınıfın denetiminde kaldığı sürece, gerçek bir işyeri demokrasisinden ve nihayetinde sınıfsız bir toplumdan bahsedemeyiz.

Katılımcı ekonominin bu soruna önerdiği çözüm gerçek anlamda bir katkıdır ve yaşanmış olan sosyalizm deneyimlerinin neden başarısız olduğunu önemli ölçüde – en azından işyerleri düzeyinde – aydınlatır.

Marksizm iki sınıflı bir ekonomik analize dayandığından, koordinatör sınıfın nasıl ortadan kaldırılabileceği sorusunu kendisine sormaz. Katılımcı ekonomi ise, gördüğümüz gibi, üç sınıflı bir ekonomik analiz yapar ve koordinatör sınıfın ortadan kaldırılması gerçek bir sorun halini alır.

Katılımcı ekonomi işçilerin güçlendirici işler bakımından da eşit kılınması gerektiğini söyler ve dengeli iş düzenlerini önerir.

Güçlendirici işleri yapanlar biraz da rutin işler yapsa, bıktırıcı ve zahmetli işleri yapanlar ise biraz düşünsel ve planlama benzeri işler yapsa işleri dengelemiş olmaz mıyız?

Örneğin bir hastanede, beyin cerrahı da dahil doktorlar mesailerinin belirli bir bölümünde yerleri temizleyebilirler. Basit muhasebe işleri yapabilirler. Ya da hasta kayıtlarını tutabilirler. Hastabakıcılara da belirli bir düzeyde tıp eğitimi sağlayabiliriz. Böylece onların da zaman içinde belirli doktorluk bilgi ve becerisi kazanmasını sağlayabiliriz. Bu sayede, hastabakıcılar öğleye kadar daha basit hastalıkları olan hastaları tedavi edebilirler. Öğleden sonra hastaların sürgülerini değiştirebilirler. Haftada bir gün de hastanenin idaresiyle ilgili bir görev üstlenebilirler.

Böylece güçlendirici görevler ile bıktırıcı görevler bütün işçiler arasında az çok eşit şekilde paylaştırılmış olur ve (eğer görevlerden oluşan “işlere” not verecek olursak) her işin notu ortalamaya doğru yaklaşır. Buna, dengeli iş düzenleri diyoruz. Bu sayede, işçilerin hepsi hastanenin nasıl idare edildiğini bizzat yaparak öğrenecek, belirli bir düzeyde doktorluk hizmetleri vererek kendi potansiyellerini geliştirmiş olacak, fakat usandırıcı/rutin işler de yapılmaya devam edilecektir.

Hastanenin işleyişiyle ilgili kararlar alınırken de, işçi konseyindeki her işçi hastanenin genel işleyiş sürecine dair bir hakimiyet kazanmış olacak, hastaların tedavisi, masraflar vs. konularında benzer bilgilere sahip olacaklardır. İşçilerin hepsi belirli ölçüde de olsa nitelikli işler yaptığından, öz-güvenleri benzer düzeyde olacaktır. Dolayısıyla herhangi bir konuda karar verilirken, her işçi benzer avantajlara sahip olarak karar alma sürecine katılabilecektir.

Gerçek bir işyeri demokrasisi ancak böyle sağlanabilir. Koordinatör ayrıcalıklar da ortadan kalktığından, aslında sınıfsal farklılıklar da silinmiş olur.

- İşlerin işyerleri içinde ve arasında dengelenmesi Katılımcı ekonomide işlerin dengelenmesi, herkesin her önüne gelen işi yapması demek değildir. Esas olarak daha güçlendirici işlerde çalışanların arada bir gidip çöpçülük yapması da değildir. Herkesin bir “esas işyeri” vardır ve işlerin dengelenmesi burada gerçekleşir. Örneğin, bir yayınevi orada çalışan bütün işçilerin “esas işyeri”dir. Yayınevindeki görevler (editörlük, kitap basımının planlanması, dağıtımı, okuyuculara katalog gönderilmesi, dizgi işi, ofisin gündelik bakım işleri vs.) orada çalışan işçiler tarafından dengelenir. Her işçi için dengeli bir iş düzeni yaratılır.

Bununla birlikte, bazı işyerlerinin ortalama notu diğerlerine göre daha yüksektir. Örneğin bir yayınevinde işleri ne kadar dengelerseniz dengeleyin, yapılan en rutin iş bile bir maden ocağında yapılan vasıfsız bir iş kadar zahmetli olamaz. Bu noktada, işlerlerin işyerleri arasında da dengelenmesi gerekir. Ortalama notu daha yüksek olan işyerlerinde çalışanlar, toplumsal ortalamayı yakalamak – yani biraz da zahmetli işler yapmak – için haftanın belirli saatlerinde esas işyerlerinin dışında daha rutin bir iş yaparlar. Tabii bunun tersi de geçerlidir. Ortalama notu daha düşük olan işyerlerindeki işçiler, belirli aralıklarla daha vasıflı işlerin yapıldığı işyerlerinde bir görev üstlenirler.

- Verimlilik kaybı oluşur mu? Dengeli iş düzenlerine getirilen başlıca eleştiriyi şöyle ifade edebiliriz: katılımcı ekonomi uzmanlaşmayı engeller; dolayısıyla verimliliği düşürür.

Katılımcı ekonominin bu temel eleştiriye yanıtları şöyledir:

Uzmanlık

Öncelikle katılımcı ekonomi uzmanlığa karşı değildir. Beyin cerrahlığı, bilimsel faaliyet, avukatlık, editörlük kendi başlarına ele alındıklarında birer “uzmanlık fonksiyonlarıdır”. Katılımcı ekonomi fonksiyonların kendisine karşı çıkmaz. Bunların belirli kişilerin – koordinatör sınıfın – elinde tekelleşmesine karşı çıkar. Dolayısıyla uzmanlıkları dengeli iş düzenlerinin bir parçası haline getirir ve toplum tabanına yaymaya çalışır.

İkinci yanıt şudur: Evet, bu dünyadaki üst düzey uzmanları dengeli iş düzenleri yapmaya zorladığımız için belirli bir ölçüde de olsa bir verimlilik kaybı yaşanabilir. Örneğin bir beyin cerrahı haftanın dört günü 6 ameliyat yapıyorsa, dengeli iş düzenlerine geçildiğinde haftada sadece iki gün 3 ameliyat yapacaktır. Diğer günler hastaların sürgülerini değiştirecektir, hasta giriş-çıkış dosyalarını tutacaktır vs. Bu durumda bir verimlilik kaybı sök konusu olabilecektir.

Burada daha genel tercihler devreye girer. Bu göreli verimlilik kaybını göze alarak, hakkaniyetli, öz-yönetime dayalı, insanların birbirlerine ve üretim/tüketim süreçlerine yabancılaşmadığı bir toplumu mu tercih ederiz? Yoksa verimlilik kaybı yaşamadığımız, ama hiyerarşik, sınıfsal ayrımların varolduğu, insanların egoist ve atomize bireyler haline getirildiği bir toplumu mu?

Katılımcı ekonomi üçüncü yanıtında ise şunları söyler: kapitalizmde nüfusun aşağı yukarı yüzde 1’i üretim araçlarını ve servetin çok büyük bölümünü elinde bulunduran burjuvazidir. Geriye kalan yüzde 19’u yüksek yaşama standartlarına sahip olan, bir ölçüde değerli mülkler edinebilen, yeteneklerini açığa çıkarıp kullanabildiği işler yapan koordinatör sınıftır. Son dilim olan yüzde 80 ise hem oldukça kötü koşullarda yaşar; hem de insanın üretim pratiği kişisel durumunu belirlediği için yetenekleri bastırılmış, vasıfsızlaştırılmıştır. Dengeli iş düzenlerine geçince toplumun bu çok geniş kesimi eğitim olanaklarına kavuşacak, güçlendirici görevler üstleneceği için yeteneklerini açığa çıkarma olanağına kavuşacaktır. Bunun sonuçlarını önceden bilemeyiz. Ama mevcut toplumlarımızda gizli kalan bu potansiyelin açığa çıkması pekala uzmanların sayısını şimdiki duruma göre önemli oranda arttırabilir.

Beyin cerrahı örneğine geri dönecek olursak, herkesin beyin cerrahi olamayacağı doğrudur. Ama kapitalist ekonomilerde beyin cerrahı olabilecek herkesin beyin cerrahı olamadığı da doğrudur. Dolayısıyla katılımcı ekonomide muhtemel sonuç, tek tek her beyin cerrahının daha az ameliyat yapması, bunun yerine rutin görevleri de yerine getirmesi; ama beyin cerrahı sayısı artacağı için yapılan ameliyat sayısının, en azından aynı kalması, hatta artması olacaktır.

D) Katılımcı Planlama – birbirinin koşullarına ilgi gösteren bireylerden oluşan bir toplum.

Tahsisat (allocation), girdilerin, kaynakların ve iş gücünün hangi üründen ne kadar üretileceğini belirlemek üzere nasıl dağıtılacağını düzenleyen mekanizmadır. Ama tahsisat aynı zamanda, üretilen ürünlerin kimler tarafından, hangi oranda tüketileceğini de düzenleyen bir mekanizma olarak karşımıza çıkar.

Pazar ekonomilerinde, tahsisat pazarlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Merkezi planlamaya dayalı sosyalizmde ise tahsisat mekanizması, merkezi planlama sürecidir.

Katılımcı ekonomi tahsisatı katılımcı planlama yoluyla gerçekleştirir. Böylece hem kaynakların verimli bir şekilde dağılmasını, yani israf yapılmamasını temin eder; hem de bireylerin birbirlerinin durumlarıyla ilgilenmesini teşvik eder, yani dayanışmayı güçlendirir.

Katılımcı planlama süreci yerel işçi ve tüketici konseylerinden başlar. İşyerlerinde işçiler o yıl içinde ne kadar ürün üretmek istediklerini, hangi girdileri kullanacaklarına karar verirler. Aynı zamanda çalışma yaşamının kalitesini arttırmak için, çalışma ve boş zaman arasında bir denge kurmaya, yani çalışma saatlerini toplumsal ihtiyaçları göz önüne alarak kısaltmaya çalışırlar. Yine rutin ve bıktırıcı işleri azaltmak için işyerinde üretkenliği arttıracak yatırımlar yapmayı isteyebilirler.

Diğer yanda, mahalle veya şehir tüketici konseyleri o yıl ne kadar bireysel tüketim, ne kadar kolektif tüketim yapmak istediklerini formüle ederler. Kolektif tüketim, yüzme havuzu, çocuk parkı, kültür merkezi gibi kamusal olarak faydalanılan ürünleri kapsar.

Bir önceki yılın planına bakarak, işçiler ve tüketiciler üretim ve tüketim düzeylerine ilişkin tahminlerde bulunabilirler.

Süreç genellikle işçi ve tüketici konseyleri arasında müzakereler ve sıkı pazarlıklarla ilerler. İlk başta tüketiciler, tüketim ihtiyaçlarını abartarak işçilerin üretmeyi düşündüğünden daha fazla tüketim talebinde bulunur. Daha seyrek olarak da, işçiler istenilen tüketim düzeyinin üzerine çıkan bir üretim düzeyi önerebilir. İlki talep fazlası, ikincisi ise arz fazlasıdır. Kaynakların verimli şekilde dağıtılabilmesi için arz ve talep arasında bir denge kurulması gerekir.

Örneğin tüketicilerin x malından geçen yıla göre daha çok tüketmek istediklerini düşünelim. Bu, x malını üreten sektördeki işçilerin geçen yıla göre daha çok çalışmasına ve çalışma yaşamının kalitesini arttırmaya dönük yatırımları ertelemesine yol açacaktır. Dolayısıyla ilgili işyerlerinin işçi konseyleri talep edilen tüketim düzeyinin fazla olduğunu ve çok acil bir ihtiyaç da olmadığını öne sürerek, kendi çalışma koşullarını gözetmeye çalışırlar. Burada tüketiciler bir karar vermek zorunda kalırlar: ilk baştaki tüketim taleplerinde ısrar ederek işçileri daha çok çalışmaya mı zorlamalı, yoksa taleplerini daha ılımlı hale mi getirmeleri gerekir?

Bu, kapitalist ve/veya koordinatörist ekonomilerde rastlayamayacağımız bir durumdur. Katılımcı ekonomide tüketiciler, işçilerin çalışma koşullarıyla ilgilenmeye ve tüketim taleplerinin sonuçlarını göz önüne almaya zorlanırlar. Buna karşın tabii ki önerdikleri tüketim düzeyinin gerçekten zahmetli çalışma koşullarına yol açıp açmayacağını araştırmak hakları ve imkanları vardır. Bilgiler bilgisayarlarda saklıdır ve herkesin erişimine açıktır. Belirli bir sektörde bir maldan y miktar fazla üretilmesinin, çalışma yaşamını ne kadar zorlaştıracağı bilgisayar programları aracılığı ile kolayca hesaplanabilir.

Diğer yandan, işçiler de öne sürülen tüketim talebinin gerçekten acil olup olmadığını araştırabilirler. Çünkü acil talepleri karşılamayı kabul edecek ve üretim süreçlerini buna göre ayarlayacaklardır.

Somut bir örnek verebiliriz. Demir-çelik sanayinde çalışan işçilerin bu sene, önceki senelere göre oldukça yüksek bir çelik talebiyle karşılaştıklarını varsayalım. Bu talep belirli bir demir-çelik tesisindeki işçileri şaşırtır ve talebin kaynağını araştırmaya yöneltir. Bilgisayarlarda saklı duran verilerden öncelikle talebin çelik kullanılan bütün ürünlerden mi kaynaklandığını, yoksa belirli sanayilerde üretilen ürünlerle mi sınırlı olduğunu öğrenmeye çalışırlar. Tüketici konseylerinden gelen talebin sanayilere göre dökümünü çıkartırlar. Talep, çeliğin hammadde olarak kullanıldığı bütün ürünleri içermemekte, sadece iki sanayiden gelmektedir. Bunlar otomobil ve buzdolabı sanayileridir. Çelik talebindeki şaşırtıcı artışın kaynağı böylece açıklığa kavuşmuş olur.

Şimdi sırada otomobil ve buzdolabı talebindeki artışın genel bir karakterde mi olduğu, yoksa yerel bir özellik mi gösterdiğini araştırmak vardır. Otomobil talebi özellikle ülkenin daha soğuk olan Kuzey bölgesinden gelmektedir. Yüksek buzdolabı talebi ise ülkenin hemen her yerinden kaynaklanmaktadır.

Söz konusu işyerindeki işçiler araştırmalarını biraz daha derinleştirmek için buzdolabı ve otomobilde oluşan aşırı talebin ardındaki nedenleri öğrenmeye çalışırlar. Ülkenin Kuzey bölgesindeki işçi ve tüketici federasyonlarından gelen bilgiye göre, yeni bir otomobil modeli geliştirilmiştir ve karlı havalarda seyahat etmek bu yeni modelle daha konforlu ve daha ekonomik hale gelmiştir. Bu nedenle, tüketiciler daha fazla yeni model otomobil üretilmesini talep etmektedir.

Diğer yandan, ülkenin hemen her yerinde insanların ellerindeki buzdolaplarının arızalanmasından şikayetçi olduğunu öğrenirler. Şu anda kullanılan buzdolabı modeli beş yıl önce üretilmiş olan bir modeldir ve şikayetler çok arttığına göre demek ki üretiminde ciddi bir hata yapılmış olmalıdır. Zaten tüketiciler de bu nedenle ellerindeki buzdolaplarını yeni model buzdolaplarıyla değiştirmek istemektedir.

Bu durumda, sözü edilen iş konseyindeki işçiler nasıl bir üretim önerisi formüle ederler? Büyük ihtimalle, buzdolabı ihtiyacının acil olduklarını öğrendikleri için çelik üretimi kapasitesini buna göre düzenlemeyi kabul ederler. Ama otomobil talebini de karşılamaya kalktıkları durumda, iş yüklerinin çok artacağının farkındadırlar. Üstelik otomobil talebinin çok da aciliyeti yoktur ve gelecek yılı bekleyebilir.

Bu işyerindeki işçi konseyi çelik üretimine dönük önerilerini çelik sanayi işçi konseyine iletir. Başka demir-çelik işyerlerindeki işçiler de benzer tartışmalar yapar ve bütün farklı öneriler çelik sanayi işçi konseyinde toplanır. Öneriler buradaki temsilciler tarafından birbirlerine yaklaştırılarak bir karar halinde formüle edilir ve tüketici konseyleri federasyonlarına iletilir.

Katılımcı planlama süreci, işçileri ve tüketicileri birbirlerinin çalışma koşulları ve gereksinmeleriyle ilgilenmek, buna göre kararlar vermek zorunda bırakır. Böylece birbirine yabancılaşma yerine, bireyler arasında kendini başkalarının yerine koyma duygusu, dolayısıyla dayanışma gelişecektir.

iii) Geçiş Sorunu

Katılımcı Ekonomi seminerlerini dinleyen insanlar haklı olarak şu soruyu soruyorlar: “Peki, bu düzene nasıl geçilecek?” Buna geçiş sorunu diyoruz.

Katılımcı Ekonomi yukarıdan aşağıya politik bir devrimle ekonomik bir modelin uygulanmasını öngören klasik sosyalizmden ayrılır. Çünkü yukarıdan aşağıya yapılacak herhangi bir devrim yoktur.

O halde mevcut sistem içinde, yerel deneyimler gelişecek; bunlar giderek daha geniş işyerlerini/yaşama birimlerini kapsayacak ve kapitalist toplumun altı oyulmaya çalışılacaktır. Bir yerde denge Katılımcı Ekonomi lehine dönecektir.

Öyleyse Katılımcı Ekonomi parçalı bir biçimde ve kısmi olarak uygulanmaya başlanacaktır. Bu çerçevede, Katılımcı Ekonomiyi hem bir yayınevi gibi küçük işyerlerinde hayata geçirebileceğimiz bir model olarak düşünebiliriz. Hem de daha geniş bölgeler ve işyerleri için bir model olarak düşünebiliriz.

Örneğin, günümüzde Arjantin’de yaşanan deneyimler, Katılımcı Ekonominin bazı ilkelerinin pratikte cisimleşmesi açısından önemli olanaklar sunuyor. Arjantin’de yaşanan büyük ekonomik kriz sonrası bir çok büyük fabrikanın sahipleri fabrikalarını bırakarak kaçtılar. Bu işyerlerini, üretimi sürdürerek geçinmek isteyen işçiler işgal etti ve işletmeye başladı. Bu şekilde çeşitli öz-yönetim deneyleri gelişti. Eğer Arjantin’de “Katılımcı Ekonomici” bir toplumsal hareket olsaydı, işçilerin kendilerini ücretlendirme kriteri olarak neyi seçebileceğini, dengeli iş düzenlerini, pazar mekanizmasını aşmanın yollarını tartışmaya açma imkanı bulabilirdi.