Macar asıllı George Konrad ve Ivan Szelenyi’nin The Intellectuals on the Road to Class Power (Sınıf İktidarı Yolunda Entelektüeller) (Harcourt Brace Jovanovich) başlıklı ciddi ve incelikli kitabı sayesinde, Amerikan hükümeti, Sovyet hükümeti, New York Times ve çoğu Batılı Marksistin ötesine geçerek Doğu bloğunda işçilerin kendi ekonomik hayatlarını yönetmediklerini, hatta hiçbir zaman yönetmemiş olduklarını öğreniyoruz. Orada da, Batı’da olduğu gibi, entelektüellerin kazançları işçilerin kazançlarından bayağı yüksektir. Beyaz yakalı fikir işçileri daha iyi semtlerdeki daha büyük, daha rahat konutlarda yaşamaktadırlar. Şehirlere yerleşmek, daha iyi hizmet verilen ve finanssal destek sağlanan konutlarda ikamet etmek için daha çabuk izin alırlar. İşçi sınıfının büyük bir kısmı hemen hiç hizmet götürülmeyen köylerde ya da banliyö varoşlarında hayatlarını devam ettirirken, onlar çalıştıkları yerlere nispeten yakın yerlerde yaşarlar. Entelektüellerin çocukları daha iyi okullara giderler ve üniversite eğitimi görme oranları daha yüksektir. Devlet ve parti görevlileri için seçkin bakım sağlayan özel hastanelere girme hakkına yalnızca entelektüeller ve yakınları sahiptir. Entelektüellerin daha fazla istihdam edildiği kurumların kafeteryaları bile fabrika kantinlerinden çoğunlukla daha iyi yemekler sunarlar.

Daha da önemlisi, Konrad ve Szelenyi “(bu ekonomilerdeki işçilerin) Sahip oldukları iddia edilen öncü role rağmen, tıpkı kapitalist tesislerdeki işçiler gibi çalıştıkları tesiste alınan alt ya da üst düzey kararlarda çok küçük bir söz hakkına sahiptirler.” der. “İşlerin arttırılması ya da azaltılmasına, neyin üretileceğine, ne tür teçhizat kullanacağına, teknik gelişmenin (ki o da olursa) ne yönde olacağına, parça başı mı yoksa saat başı ücretle mi çalışacağına, performansın neye göre değerlendirileceğine ve üretim normlarının nasıl hesaplanacağına, işçilerin ücretlerinin işletmenin kâr oranına bağlı olarak nasıl düzenleneceğine ya da yönetim müdüründen ustabaşına fabrikanın idari yapısının nasıl işleyeceğine dair kararlarda işçinin hiçbir söz hakkı yoktur.” Dolayısıyla, işçiler Doğu’da da aynen Batı’da olduğu gibi talepte bulunup taleplerini nadiren elde etmek suretiyle ne alabiliyorlarsa onu alırlar. Tek fark, Batı’da kapitalistlerden talep ederken Doğu’da koordinatörlerden talep ediyor olmalarıdır.

Kapitalizmde, kapitalistler üretim araçlarına sahiptirler, tahsisat için pazarları kullanırlar, işin amacını ve niteliğini belirlerler, işçileri (ve yöneticileri) çalıştırır ya da kovarlar. Koordinatörizmde, kapitalistler yoktur. Müdürler, plancılar, mühendisler ve diğer entelektüeller tahsisat için merkezi planlama ya da pazarları kullanarak işi tanımlarlar. İşçiler, diğerleri tarafından tanımlanan görevleri yapmaya devam ederler.

Sınıf yapıları ve iç dinamikleri, farklı varlık ve gelir tahsisatlarına yol açıyor olsa da, bu iki sistem bir açıdan birbirine oldukça benzemektedir. "Emek işçinin denetimi altında değildir.”. İronik bir biçimde, Marx’ın kapitalizmi tarif etmek için yazdığı bu sözler koordinatörizm için de geçerlidir. “İşçiler, işlerinde kendilerini ifade edemezler. Memnun değildirler bilakis mutsuzdurlar.” İş “işçilerin fiziksel ve zihinsel enerjilerini özgürce geliştirmez”, aksine ‘‘bedenlerini çürütür ve zihinlerini harap eder”. İşçiler “var olduklarını sadece işte değilken hissederler, işteyken ise kendileri gibi olmadıklarını hissederler”. “Çalıştıkları zamanlarda evde değildirler, çalışmadıkları zaman ise evdedirler.” “İşçinin emeği bu yüzden gönüllü değil zorunludur; mecburi bir emektir.” “Emek, bir ihtiyacın tatmini için değil; emeğin dışındaki ihtiyaçları tatmin etmek için bir araç olarak kullanılır.” ABD ve Sovyet ekonomik sistemleri arasındaki çekişme işçiler için her zaman anlamsız olmuştur, çünkü iki sistem de onlara hizmet etmez ve baskı uygular.

Peki koordinatör ekonomilerde işi kimin “dışsal ihtiyaçları” yönetir? Konrad ve Szelenyi lafı dolandırmaz: “Komünist partiler, iktidara geldikten sonra, işçi konseyleri, fabrika komiteleri ve sendikalardan işçi korolarına, tiyatro gruplarına ve spor kulüpleri vs. varana kadar sadece işçilerin yer aldığı tüm örgütlenmeleri dağıttı ya da dönüştürdü.” Konrad ve Szelenyi, buradan şu sonucu çıkarmaktadır: Bolşevizm “entelektüellere iktidar bir kez ele geçirildiğinde, kendilerini bazı özel menfaatleri temsil etme görevinden vareste kılan bir program sundu ve bu özel menfaatleri de iktidarı ele geçirmek için sadece bir araç olarak kullandı”. Buradan da şu sonuca varırlar: “ Bolşevikler, ürünlere el koyanların haklarına el koymak suretiyle, yani artı ürünün tanzim edilmesi hakkının toprak sahibi ve kapitalistlerden alıp iktidardaki entelektüellere veya politik pozisyonları ve işlevleri sayesinde entelektüel haline gelen işçi kadrolarına vermek -ve doğrudan üreticilerin yönetim ve kontrol organlarını yok etmek- suretiyle yeni bir oranlama ve yeniden dağıtım sisteminin (yani koordinatörizmin) ana hatlarını çizdiler.”

Koordinatorizm üretim sorumluluklarını şöyle paylaştırır: birileri (koordinatörler) öncelikli olarak fikri, idari ve yaratıcı görevleri yerine getirirken, diğerleriyse (işçilerse) başkaları tarafından belirlenen rutin işleri yapar; yani koordinatörler işçileri yönetir. Fakat ekonomik özgürleşme vaadi her zaman için, fikri ve tatbiki emek icra edilmesi sürecinde üretim sorumluluklarının herkese adil olanaklar sağlayacak şekilde dağıtılması ve böylece faaliyetlere karar verilmesi sürecinde tüm işçilerin uygun bir rol üstlenmeye hazır ve yetkin olmaları anlamına gelir. Bu bir “üçüncü yol”dur.

Dolayısıyla, modern ekonomik kurumların önünde üç seçenek vardır; kapitalizm, koordinatörizm ve bizim “katılımcı ekonomi” diye adlandırdığımız sistem. Koordinatörizmin başarısızlığı geriye kalan tek seçeneğin kapitalizm olduğu anlamına gelmez.

Konunun tarihiyle ilgili bilgi sahibi okurlar için, Karl Marx’ın Felsefe Yazıları’nda, arzu edilen ekonomilere dair söylediklerini hatırlatmak yararlı olacaktır: “Kendi hayatımı bireysel olarak ifade ederken sizin sürdüğünüz hayatın ifade edilmesini de sağlarım ve böylece kendi bireysel etkinliğimde kendi gerçek doğamı, beşeri ve komünal doğamı da doğrudan onaylamış ve gerçekleştirmiş olurum. Emeğim, özgür ifade ve dolayısıyla hayattan keyif alma aracım olacaktır.” Bu düşünce eskiden olduğu gibi şimdi de özgürleştiricidir. Ama bu düşüncenin baskıcı merkezi planlamayla, piyasaların rekabetçi bencilliğiyle veya bizzat resmi Marksizm’in otoriteryen fikirleriyle hiçbir alakası yoktur. Bu yüzden de, sözkonusu sistemlerin başarısızlığı, bizim emeklerimizi “özgür ifade ve dolayısıyla hayattan keyif alma aracı” haline getirme çabalarımızın yararlılığı açısından bir anlam taşımamaktadır.

Koordinatörizmin Kökenleri

Peki koordinatörizm nerede başladı? Bugün Stalin hakkında pek az eleştirmenin söyleyecek güzel sözü vardır, ama Doğu bloğu koordinatörizminin ve siyasi otoriteryanizmin sorunları çok daha önceden başlamıştı. Makalenin sonunda sıralanan diğer yazılarda, güncel sorunların izlerini orijinal Marksist teorik çerçevenin zaaflarına kadar geriye doğru takip etmeye çalıştık. Burada ise Rus devriminin liderlerinin eşitlikçilik ve katılımcılık karşıtı fikirlerini örneklerle açıklamaya çalışacağız.

İlk koordinatör ekonomik sistemin ünlü yaratıcısı Leon Troçki, işçilerin toplumu yönetme gücünün “bireysel ekonomik girişimlerin yönetilme biçimiyle … hiçbir şekilde ifade edilemeyeceğini” söylemişti. Yani Troçki, kendisi gibi merkezi yöneticilerin yönetim işini “işçilerin çıkarına” sürdürdüğü sürece Bolşeviklerin olağan fabrika hiyerarşisini korumalarında bir sorun olmadığını düşünüyordu. Troçki’nin fabrikada “tek başlı yönetimi” şiddetle savunmasının sebebini anlamak için, onun insan doğasına ilişkin kötücül görüşüne bakmamız yeterlidir: “İnsanların işten kurtulmaya çalışmaları genel bir kuraldır. İnsan tembel bir hayvandır.” Doğal olarak, toplumun merkezindeki yoldaşlar bazen “tembel hayvanlar”ı kendilerine yarar sağlamaya zorlarlar. Troçki son olarak şunu ekler: “İç savaş en güçlü, en bağımsız, en inisiyatif sahibi ekonomik organlarımızı yağmalamamış olsaydı, şüphesiz tek başlı yönetime çok daha önceden ve çok daha az zahmetle geçmiş olurduk.” Başka bir deyişle, Troçki, koordinatör yapılarını, yandaşlarının iddia ettiği gibi iç savaşın mecbur ettiği gereksinimler sebebiyle değil, tercihi bu yönde olduğundan kabul etti. Bu elitist düşünceler Troçki’nin toplum gündemini belirledi: Merkezi idarecilerin, tabii ki işçilerin kendi iyiliği için, “tembel hayvanlar”ı yönetecek olan “tek başlı idareciler” atadığı koordinatörist olan ama sosyalist olmayan bir gündem. Eğer otonom işçi örgütleri bu süreçte paramparça edilmek zorundaysa varsın edilsin. Bunlar, Troçki gibilerin, işçileri kendi tembelliklerinin sonuçlarından korumasını yani işçileri özgürleştirmek için yönetmesini engeller. Bu koordinatör gündemin, emeği “özgür düşünce ve dolayısıyla, hayattan keyif alma”ya dönüştürmekle ilgili hiçbir kaygısı olmadığı açıktır.

Lenin, kendi koordinatör yönelimini “Fabrikalardaki tüm otoritenin yönetimin elinde yoğunlaştırılması son derece önemlidir.” diyerek açığa vurmuştu. Bu mantığı da “işçi sendikalarının işletmelerin yönetilmesine doğrudan yapacakları tüm müdahaleler kesinlikle zararlıdır ve kabul edilemez olarak nitelendirilmelidir” diyerek sonuca ulaştırmıştı. Troçki koordinatörizmi haklılaştırmak için insan doğasına ilişkin kötücül bir görüşe başvururken, Lenin bir diğer antidemokratik ekonomik ideoloji siperine, modern teknolojiye sığınıyordu. “Sosyalizmin merkezi üretim kaynağı ve temeli olan geniş ölçekli makine endüstrisi kesin ve katı bir irade bütünlüğü gerektirir... Tam irade bütünlüğü nasıl sağlanabilir? Binlerce kişinin kendi iradelerini bir kişinin iradesinin hakimiyetine sokmasıyla.” Troçki gibi Lenin için de, sözkonusu “bir tek kişinin iradesi”nin iyi güdülenmiş olması yeterliydi ve bu şüphesiz Stalin’in de takdir ettiği bir analizdi.

Kendilerine hizmet eden analizlerini kabul etmeyen ve ekonomik politikalar üzerinde daha fazla söz hakkı talep eden işçilere karşı Lenin şöyle haykırıyordu: “Bir üreticiler kongresi! Bu tam olarak ne anlama geliyor? Bu budalalığı tarif etmek için kelimeler yetersiz kalır. Kendime sürekli aynı şeyi sordum, acaba şaka mı yapıyorlar? Bu kişileri gerçekten ciddiye alabilecek bir insan var mıdır? Üretim her zaman gereklidir, ama demokrasi değildir. Üretimde demokrasi bir dizi radikal yanlış düşünceyi beraberinde getirir.” Belki de Lenin’in kastettiği radikal yanlış düşüncelerden biri de emeğin “özgür ifade ve dolayısıyla hayattan keyif alma aracı” olmasıydı.

Lenin ve Troçki’nin koordinatör düşüncelerinin aksine, Rosa Luxemburg Bolşevikleri eleştirirken özgürleştirici bir eğilimi ifade etti: “En sonunda tarihsel sürecin çok daha meşru bir çocuğunun doğuşuna tanık olduk: İlk defa geniş kitlelerin gerçek iradesini ifade eden, Rus işçi hareketi. Daha sonra Rus devrimi liderliğinin onların sırtına binmesiyle dengelenmeye başladı, ve bir kez daha, ama bu kez Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Merkez Komite ekselanslarının şahsında kendini tarihin kadiri mutlak yöneticisi tayin etti. Bu yetenekli cambaz, yöneticilik rolünü oynayabilecek tek kişinin, hata yapma ve tarihin diyalektiklerini kendi başına öğrenme konusunda sınırsız hakka sahip olan işçi sınıfının kolektif benliği olduğunu fark etmedi bile. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse: Gerçekten devrimsel nitelik taşıyan bir işçi hareketi tarafından yapılan hatalar, en iyi Merkez Komite’nin doğru kararlarından bile çok daha verimlidir.”

Luxemburg, koordinatör eğilimlerle özgürleştirici eğilimler arasındaki farkı şöyle ifade ediyordu: “Lenin’in aklındaki ben disiplini, sadece fabrikada değil, aynı zamanda kışlalarda, ve her türlü bürokraside, kısacası merkezi burjuva devletin tüm iktidar mekanizmasında proletaryaya dayatılmıştır… Aynı terimin, “disiplin”in, bin el ve bin ayağa sahip bir vücudun istem dışı hareketleri, ve bir grup insanın bilinçli politik eylemlerinin eşzamanlı koordinasyonu gibi birbiriyle alakası olmayan iki kavramı aynı anda nitelemesi tamamen kelimelerin suiistimal edilmesinden kaynaklanıyor. İlkinin iyice içselleşmiş uysallığının özgürlük için mücadele veren bir sınıfın gayeleriyle ortak bir noktası olabilir mi?”

Cevap, elbette ki, hayırdır. Geriye kalan soru, işçilerin ve tüketicilerin öz örgütlenmesi ve kolektif özyönetimlerine dayanan verimli, eşitlikçi, ekolojik olarak sağlıklı bir ekonomik sistem yaratıp yaratamayacağımızdır.