BGST Yayınları olarak 8-10 Eylül tarihleri arasında Michael Albert’i Türkiye’ye davet ettik. Daha doğrusu kendisi Yunanistan’a kadar gelmişti ve Türkiye’ye de gelmek istiyordu.
68 döneminde ABD’de öğrenci hareketinde aktif roller üstlenen ve özellikle 80-90’lı yıllarda alternatif yayıncılık alanında önemli örneklerin –muhalif bir yayınevi, kapsamlı bir internet sitesi [[dipnot1]] – oluşumuna katılan M. Albert, 2000’lerde “katılımcı ekonomi” vizyonunu ortaya atmış ve dünya çapında tartışmaya açmıştı. Daha sonra, başka düşünürlerin de katkısıyla, bu ekonomi modelini “katılımcı toplum” adıyla toplumsal cinsiyet, ırk-kültür-cemaatler, yönetim biçimi, sanat-sanatçılar gibi toplumsal yaşamın diğer alanlarına genişletme çabasına girişmişti. Kapitalizme olduğu kadar Marksist sosyalizm anlayışına da ekonomik bir alternatif sunmaya çalışan Michael Albert, katılımcı yayıncılık gibi bazı alanlarda BGST’ye de esin vermişti. Başkalarıyla birlikte katıldığı bir tartışma dizisini saymazsak, Düşünce Düşleri, Umudu Gerçeğe Dönüştürmek ve Çağımızın Bilimleri adıyla üç kitabını yayımlamıştık. Dolayısıyla M. Albert bizim için önemliydi ve “gelme” diyemezdik. Fakat sorun şuydu ki Türkiye’de mevcut olduğu kadarıyla “sol” dünyadaki alternatif arayışlarının çok uzağında kalmıştı. Dolayısıyla bu çerçevede bir düşünce alışverişinin pek verimli olmayacağını düşündük.
Bunun yerine, Kürt hareketinin Temmuz 2011’de ilan ettiği “Demokratik Özerklik” (DÖ) projesinin epeyce belirsiz olan ekonomi alanına katkısı olur ve dünya deneyimleriyle DÖ-ekonomi alanı arasında paralellikler kurabilir diyerek, İstanbul ve Diyarbakır’da BDP ve Demokratik Toplum Kongresi’ne (DTK) ortak bir etkinlik düzenleme önerisi yaptık. Sonuçta M. Albert birisi İstanbul’da, diğeri ise Diyarbakır’da olmak üzere iki konferans verdi, alternatif ekonomik örgütlenmelerin temsilcileriyle buluştu, çoğunlukla Kürt medyasına mülakatlar verdi, Tutuklu Aileleri Dayanışma Derneği’ni (TUAD-DER) ziyaret etti, henüz yeni oluşmakta olan bir mahalle meclisinin katılımcılarıyla görüştü.
Bu yazıda, bütün bu aşamalarda nelerin tartışıldığını, hangi noktaların öne çıktığını anlatacak değilim. Yalnızca özellikle ilgimi çeken ve paylaşmak istediğim bazı örnekler üzerinde durmaya çalışacağım.
İstanbul: Özyönetim Perspektifi ve Marksizmi Savunmak
İstanbul’da BDP İl Binası’nda yapılan konferansla başlayabiliriz. Konferansa katılanların bileşimi hakkında dişe dokunur bir fikre sahip olamadım. Michael Albert’in sunuşu ise katılımcı ekonomi vizyonunun klasik, adım adım anlatılması şeklindeydi. Daha tabandan katılan BDP’lilerin bazıları bu analitik anlatımından sıkılmış olacaklar ki konferansın ortalarında ayrıldılar. Organizatörler olarak bizim de M. Albert’e konuşmasını, DÖ ve ekonomi alanındaki alternatif deyenimler üzerine odaklamasını önermemiz gerekirdi. Bunu bir ölçüde yapabilirdi, çünkü geç olmakla birlikte kendisine DÖ bildirgesi gibi bazı belgeler göndermiştik. Bu öneriyi ancak Diyarbakır’da yapabilecektik. O koşuşturma içinde konuşma formatı hakkında öneriler geliştirmeyi bir şekilde atlamıştık.
Fakat İstanbul’daki konferansın pek canlı geçmemesinin başka nedenleri de olduğunu düşünüyorum. İstanbul’da mahalle meclisleri gibi özyönetim denemelerinin Kürt bölgesine göre daha cılız olduğu doğru. Dolayısıyla sorular ve tartışmalara özyönetim modellerinin damgasını vurmamış olması bir ölçüde anlaşılabilir. Bununla birlikte, Kürt hareketinin benimsediği yeni paradigma göz önüne alındığında, bazıları parti yönetici olan dinleyicilerin Öcalan’ın özyönetimci demokrasi önerileri ile katılımcı ekonomi modeli arasında daha fazla bağ kurmasını beklerdim. Bunun yerine ilginç bir şey oldu: Michael Albert’in Marksizm kökenli sosyalizme yönelttiği eleştiriler karşısında bazı dinleyiciler âdeta Marksizmi savunmaya başladılar. Etkinlik sonrasında daha rahat konuşabildiğim bir partiliye, “Öcalan, Marksist paradigmadan kopalı çok oldu, Marksizmin bu şekilde savunulmasını anlayamadım” mealinde bir şeyler söyleyerek tepkimi ifade ettim. Öcalan Marksist paradigmadan kopuş yaşamış, iktidarı merkeze almayan anarşizan düşüncelere meyletmeye başlamıştı; ama hepimizin bildiği gibi, Öcalan’ın 2000’lerin başından beri savunduğu düşünsel çerçeve kelimenin gerçek anlamıyla pek tartışılmamıştı. Sosyalist-özgürlükçü düşünce içindeki tarihsel referansları, Marksizm-Leninizm eleştirisinin güncel göndermeleri en azından belirli bir kademede eleştiri ve tartışma konusu yapılmamışa benziyordu. Ya da daha keskin şekilde ifade etmek gerekirse, Marksizm ile Öcalan’ın düşünsel çerçevesi arasındaki taban tabana zıt yönler pek öne çıkarılmamış gibi görünüyordu. “Sosyalizmde ‘devlet’ düşüncesinin olduğu, ama komünizme geçileceği için devletin sönümleneceği, dolayısıyla henüz o aşamaya gelinmediği için reel sosyalizm deneylerinin yetersiz kaldığı”, “M. Albert’in aslında sınıflı bir toplum ve bir tür ‘sosyal demokrasi’ önerdiği” gibi ilginç, önemli ölçüde savunmacı yorumların ardında sanıyorum bu faktör yatıyordu. Ama bu gözlemimi izleyicilerin bütününe genelleyemem.
Diyarbakır: Kadın Kooperatifleri Katılımcı ve Anti-Kapitalist Olabilir mi?
Diyarbakır elbette çok farklı. BDP’iler çok daha örgütlüler. Üstelik şehrin içindeki bütün belediyeler BDP’li olduğu için imkânlar çok daha geniş. Aslında Diyarbakır’da iktidarın devletle BDP/DTK arasında paylaşıldığı öne sürülebilir. Diyarbakır’daki bazı tartışmaların “iktidar” odaklı olması da bu açıdan tesadüf değildi sanıyorum.
Diyarbakır’a gittiğimize ilk etkinliğimiz “atölye”ydi. Günler öncesinden M. Albert’in doğrudan mahalle meclisleri çalışanları, Bağlar ve Sur Belediyesi’nin bünyesindeki kadın kooperatifleri çalışanları, bir yoksullukla mücadele derneği olan “Sarmaşık” çalışanları vs. ile atölye yapmasını, alternatif ekonomik çabalar konusunda birinci elden bilgi alıp karşılıklı deney alışverişine girilmesini önermiştik. DTK’dan sorumlu arkadaşlar ise başka bir format tercih etmişler. Bize kadın kooperatiflerinde çalışan 10 civarında kadını geri gönderdiklerini, çünkü daha temsili, kurum temsilcileri düzeyinde bir toplantı öngördüklerini söylediler. M. Albert bunu duyunca elbette çok şaşırdı ve “onlar kalsaydı, temsilciler gitseydi daha iyi olurdu” gibi bir şey söyledi. Toplantı, alternatif ekonomik birimlerde veya mahalle meclislerinde çalışanların değil onların belediye veya DTK içindeki “koordinatörleri”nin, “işler önemli ölçüde yolunda gidiyor” ekseninde raporlarını sunmasıyla geçerken, bir kadın arkadaş kalktı ve eleştirilerini dile getirdi. Bu kadar radikal bir eleştiriye, ikinci ve son defa BDP il örgütündeki Vedat Aydın salonunda tanık olacaktık. Bir mahalle meclisinde çalışan bu katılımcı, “biz de klasik belediyeler gibi makamlar, mevkiler üretiyoruz, bu makamlara gelenler bizden kopuyor, biz ise karar alma süreçlerine katılamıyoruz” mealinde bir eleştiri yaptı. Önemli bir nokta, toplantıyı organize eden DTK temsilcilerinin tartışmanın üzerini kapatmamasıydı.
Bu “atölye”deki ikinci önemli tartışma ise M. Albert tarafından başlatıldı. Büyük yoksulluk içindeki kadınlara iş sağlayan, tandır ekmeği, turşu, salça gibi üretimlerini hiç pay almadan pazara ulaştıran belediyelerin desteklediği kooperatifler aynı zamanda “anti-kapitalist mi” sorusu tartışmanın temelini oluşturdu. Katılımcılar bu sorunun Diyarbakır’daki çalışmalar için biraz “lüks” olduğunu, amaçlarını esas olarak her an madde bağımlılığı veya fuhuş batağına düşebilecek insanlara –özellikle de kadınlara– iş yaratmak olduğunu ifade ettiler. Buna kim ne diyebilirdi ki? Devlet politikası gereği açlıkla terbiye edilmeye çalışılan, üstelik yine devlet eliyle uyuşturucu ve fuhuşun yaygınlaştırıldığı Diyarbakırlı yoksulların çok az bir kısmına da olsa iş yaratmak, insan gibi yaşamalarını sağlamak ancak takdirle karşılanabilirdi. Tartışmayı daha fazla sürdürmek haddini bilmezlik olmaz mıydı? Buna karşın Michael Albert tartışmayı sürdürdü. Bu, muhalif ve sol akımlarda hep gündeme gelen bir tartışma olmuştur aslında. Hangisine öncelik verelim: İnsanı ihtiyaçların karşılanmasına mı, yoksu sorunun kökünden çözülmesini sağlayacak bir gelecek inşa edilmesi mi? Başka bir deyişle, “reform mu, devrim mi?”.
M. Albert’in söylediklerini şöyle özetleyebiliriz. Öncelikle, yoksullara iş imkânı yaratmak saygı duyulacak, çok önemli bir çabaydı. Fakat iş bununla bitmiyordu. Bu tür kooperatifler ne kadar uzun süre ayakta tutulabilirdi? Pazar mekanizmaları, kadınların ürettiği ürünleri sürekli olarak değersizleştirmeye çalışacaktı. Ya da burada belirli beceriler kazanan birisi, yarın kalkıp bir fabrikada iş bulacaktı ve içinden geldiği topluluktan kopacaktı. Bunun da ötesinde, tıpkı Güney Afrika’da olduğu gibi Kürdistan’da da temel sorun çözüldükten sonra, yani ana dilde eğitim gibi haklar tanındıktan sonra kültürel alanda büyük bir ilerleme kaydedilmiş olacak, fakat yoksulların yoksullukları büyük ölçüde aynen devam edecekti. Dolayısıyla M. Albert’e göre insanlara iş bulma gayretiyle anti-kapitalist bir gelecek yaratma işini birleştirmek mümkündü. Bunun için yapılması gereken temelde iki şey vardı: Bir, kooperatiflerin iç işleyişinin anti-kapitalist olması; iki, kooperatiflerin klasik pazar ilişkisi yerine başka mekanizmaları harekete geçirmeye çalışması.
Bu noktada, kooperatiflerle ilgili bilgi veren kadınlardan birisi, işlerin daha iyi gitmesi için çalışan kadınlardan bazılarını yürütme organına dahil etmeye karar verdiklerini söyledi. M. Albert’in yanıtı ise, bunun pek bir işe yaramayacağı şeklinde oldu. Katılımcı ekonomi çalışmalarını okuyanların tahmin edebilecekleri gibi, sorun çalışanların bir kısmının “yönetici” konumuna geçmesiyle çözülemezdi. Gerçekten anti-kapitalist bir işyeri, sistem-içi işbölümünü de tehdit etmek zorundaydı. Bunun için, bütün çalışanların biraz yönetim işlerinden, biraz da rutin işlerden oluşan bir “iş bileşeni”ne sahip olması gerekiyordu. Sürekli rutin, yıpratıcı, ağır işler yapanlar –kendilerine özyönetim imkânı verilse bile– bir süre sonra yine işyerinin yönetimine katılma olgusuna yabancılaşacaklar, eski özgüvensiz hallerine geri döneceklerdi. Eğer gerçek bir özyönetim veya işyeri demokrasisi istiyorsak, çalışanların hepsinin işin akışına ilişkin gerekli bilgilere ve özyönetim becerisine sahip olmasına imkân verecek işler de yapmasını sağlamalıydık. Yoksul bir kadının kooperatif yönetimine getirilmesi, onun da yöneticiler kastına (katılımcı ekonomi terminolojisiyle “koordinatör sınıfa” [[dipnot2]] ) dahil olmasından başka bir sonuç vermezdi.
Dolayısıyla yapılması gereken ilk şey, insanlara iş imkânı yaratırken kooperatifin zihinsel işleri yapanlar (koordinatörler)/rutin ve yıpratıcı işleri yapanlar (işçi sınıfı) şeklindeki işbölümünden kurtarılmasıydı. İşte böyle işyerlerinin çoğalması, kapitalizm için gerçekten tehdit edici olabilirdi.
Michael Albert’in gündeme getirdiği ikinci sorun ise, kooperatif-pazar ilişkisiydi. Burada, kendisinden daha yoksul olan Latin Amerika ülkelerine düşük fiyatla petrol satan, böylece onların kaynak tasarruf yapmasını sağlayan Venezüella örneğini verdi. Diyarbakır’daki kadın kooperatifleri de, pazar mekanizmasını verili kabul etmek yerine, başka ürünler üreten yerellerle ilişki kurabilir ve onlarla her iki tarafın da avantajına olan daha adil bir ürün değiş-tokuşuna girebilirdi. Benim açımdan ilginç olan, M. Albert’in bu tür mübadele biçimlerinin kapitalistler açısından ürkütücü örnekler oluşturacağını vurgulaması oldu.
Böylelikle, bir yandan işsizlik ve yoksulluktan kaynaklanan sorunları bir ölçüde hafifletirken, Kürt sorunu çözüldükten sonra da yoksulların yine yoksul kalmaması için şimdiden anti-kapitalist modeller kurmaya başlamak olası olabilirdi. Bu tür girişimler hem yoksulların mücadeleyi daha fazla sahiplenmesini sağlayabilir hem de benzer sorunlar yaşayan başka yerlerdeki halklara esin kaynağı olabilirdi.
Kürt sorunu çerçevesinde, Kürtlerin kimlik mücadelesini önemsizleştirmeden sınıfsal sorunların da çözümüyle ilgilenen benzer bir tartışmaya hiç tanık olmamıştım.
Yazının ikinci bölümünde, Michael Albert’in Venezüella-Kürdistan ve Hugo Chavez-Abdullah Öcalan arasında kurduğu paralelliğe ve Kürt sorununun gerçek çözümü için kitlesel sivil itaatsizlik eylemlerinin neden bir süreklilik kazanamadığına değinmeye çalışacağım.