BGST Yayınları olarak 8-11 Eylül tarihleri arasında Michael Albert’i Türkiye’ye davet etmiş ve BDP İstanbul Siyaset Akademisi ve Demokratik Toplum Kongresi’yle (DTK) birlikte İstanbul ve Diyarbakır’da “katılımcı ekonomi ve demokratik özerklik” başlıklı etkinlikler düzenlemiştik.

Bu etkinliklere ilişkin izlenimlerimi içeren ilk yazıyı yaklaşık bir hafta önce yazmıştım.[[dipnot1]] Bir kez daha bir haftanın Türkiye için uzun bir süre olduğu ve kayda değer birçok olayın bu kadar kısa süreye sığabileceği ortaya çıktı. Güncel gelişmeler elbette çok önemli. Bununla birlikte, güncele gömülmemekte ve Michael Albert gibi aktivistlerin açmaya çalıştıkları uzun vadeli perspektif tartışmalarını elden bırakmamakta da fayda var.

Venezüella-Kürdistan/Chavez-Öcalan

Michael Albert’in ziyareti boyunca sürekli gündeme getirdiği ve Diyarbakır BDP il binasındaki konferansın açılışını yaptığı bir konu, Venezüella-Kürdistan ve Chavez-Öcalan arasında kurduğu benzerlikti. Venezüella’dan İspanya ve Yunanistan’a kadar pek çok ülkede halkın taleplerini temsil etme gücünü iyiden iyiye yitiren mevcut yönetim biçimlerine alternatif, katılımcı ve doğrudan demokrasi arayışları güçlenmişti. Dolayısıyla M. Albert’e göre, Kürt coğrafyasında ilan edilen Demokratik Özerklik (DÖ) projesine, daha genel karakterdeki bir sürecin parçası olarak bakmak gerekiyordu. M. Albert’in, DÖ projesine ve Kürt Hareketi’ne dönük ilgisi de buradan kaynaklanıyordu: “Eğer siz burada DÖ’yü kurmayı başarabilirseniz, dünyanın başka yerlerindeki insanlara çok güçlü bir esin kaynağı olabilirsiniz.”

Hakkında çok sınırlı bir bilgiye sahip olduğum için biraz da utanarak izlediğim konferanslarda Venezüella’daki Bolivarcı Devrim’in özyönetim boyutuna ilişkin şunları öğrendim: Otuz milyon nüfusa sahip ülke yaklaşık 500 kişiyi temsil ettiğini söyleyebileceğimiz 50 bin mahalle veya semte bölünmüş durumda. En tepede Hugo Chavez olmak üzere üst yönetim kademelerindeki politikacı ve aktivist bir kesim, yukarıdan aşağıya bir özyönetim modeli inşa etmeye çalışıyor. Ancak çeşitli taban hareketleri içindeki halktan da destek görüyorlar. Bu 50 bin mahallede, “mahalle konseyleri/meclisleri” kurulmaya çalışılıyor. M. Albert’in söylediğine göre halihazırda 38 bini faal durumda. Michael Albert “bu meclisler hiç sorunsuz, tıkır tıkır çalışıyor demek istemiyorum” diyor. Pek çok sorun var. Bunlardan en önemlisi ise, “ara kademe”nin, yani valilerin, kaymakam düzeyindeki yöneticilerin, belediye başkanlarının büyük bölümünün ve polisin klasik yönetim biçimine meydan okuyan bu çabayı baltalamak için elinden geleni yapması.

Venezüella deneyimine ilişkin olarak M. Albert’in dile getirdiği en önemli –ve muhtemelen Latin Amerika’ya özgü– bir özellik şuydu: Özyönetim esprisi, onu yaşama geçirmeye çalışanlar tarafından içselleştirilmişti. Siyaset bakanıyla yaptığı bir görüşmeyi aktaran M. Albert, ilçe düzeyindeki mahalle meclislerinden tutalım bölge meclislerinin üst organına ve nihayet ülke çapındaki meclisler konseyine kadar, meclis kararlarıyla belediye başkanlarının, valilerin ve hatta Başkan Chavez’in kararlarının çelişmesi durumunda ne olacağını sormuş. Bakan, her düzeyde meclislerin kararlarının geçerli olacağını söylemiş.

Peki Venezüella’daki uygulama gerçekten bu yolda mı ilerliyor? Bunun için –İspanya ve Yunanistan da dahil– dünya deneyimlerini yakından izlemek, bol miktarda çeviri çalışması yapmak gerekiyor. Aynı zamanda Türkiye’nin bütünü için de bir öneri niteliği taşıyan DÖ uygulamalarını, başka yerlerdeki deyenimler ve sorunların ışığında daha sağlıklı değerlendirebiliriz. Tıpkı kutsal kitaplar gibi özyönetim-katılımcı demokrasi anlayışları da kişilerin sınıfsal konumlarına, yönetici olup olmamalarına veya toplum tabanıyla ilişki kurma perspektifi taşıyıp taşımamalarına göre epeyce farklılaşan yorumların konusu olabiliyor.

Sanıyorum, Hugo Chavez-Abdullah Öcalan arasında kurulan benzerliğin nedeni de böylece açığa çıkıyor. Her iki lider de ilginç bir biçimde katılımcı bir demokrasi modelini yukarıdan aşağıya inşa etmeye ve doğrudan halk tabanına seslenmeye çalışıyorlar. Ve sanırım her iki örnekte de, özyönetim esprisini yeniden bir “temsili demokrasi” (“siz bize sorunlarınızı iletin, biz çözmeye çalışırız”) düzeyine çekmeye çalışan bir “ara kademe” sorunu yaşanıyor.

Kürt Sorununun Çözümü: Sürekli ve Kitlesel Bir Sivil İtaatsizlik

Değinmek istediğim ikinci konu, artık Türkiye toplumunun büyük bir kesiminin çözülmesini talep ettiği Kürt sorununun neden bir türlü çözülemediğiyle de ilgili. Elbette bu çözümsüzlük halinin pek çok nedeni var. Güçlü bir toplumsal desteğe karşın Kürt Hareketi AKP hükümetini çözüme zorlamakta güçlük çekerken, denklemin öteki ucunda Türkiye’nin batısında mütevazı düzeyde dahi bir barış hareketinin olmayışı hükümete/devlete Kürt halkına her türlü baskıyı yapma serbestisi kazandırıyor.

Diyarbakır ziyaretinin ikinci günü, tutukluların sorunlarıyla ilgilenen Tutuklu ve Hükümlü Aileleriyle Dayanışma Derneği’ne (TUHAD-DER) gittik. Derneğin Diyarbakır Şubesi yöneticileri, son iki yıldır yaşanan kitlesel tutuklamalar ve cezaevlerindeki ağır hasta mahpusların durumuyla ilgili bilgi verdiler. Bölgede bütün cezaevlerinin dolduğunu, devletin yeni cezaevleri yapmaya başladığını aktardılar. Siyasi tutuklu ve hükümlüler son zamanlarda sistematik şekilde Karadeniz bölgesindeki hapishanelere naklediliyorlarmış. Bunun bir nedeni cezaevlerinin dolup taşması, diğer nedeni ise ailelerin linç girişimi benzeri korkularla evlatlarını ziyaret etmesinin engellenmesi.

Devletin uyguladığı envai çeşit baskılar aktarılırken Michael Albert bir tartışma açtı: Devletin işinin zaten bu olduğunu, sürekli farklı baskı biçimlerini devreye sokarak Kürtleri hep savunma pozisyonunda, ancak dönemsel tepkiler gösterebildikleri bir kaos durumunda tutmak isteyeceğini söyledi. Devletlerin de bunu yapmasını gayet iyi bildiğini ekledi. Hasta tutukluların acılarını hafifletmeye ve cezaevlerindeki diğer sorunları çözmeye çalışmak elbette önemliydi. Fakat orta vadede gözetilmesi gereken hedef, gözaltı ve tutuklamaların sayısını azaltmak, mümkünse sona ermesini sağlamak olmalıydı.

Bu bağlamda birkaç öneride bulundu. Bir sonraki gözaltı dalgası başlayınca –biz Diyarbakır’dayken zaten geniş çaplı bir tutuklama furyası bekleniyordu– herkes hangi meydanda toplanacağı bilir. Beş yüz bin veya bir milyon kişi o meydana gider. Daha önceden yapılan hazırlıklar doğrultusunda dünya medyasıyla ilişkiye geçilir ve dünyanın dikkatinin Kürt bölgesine çekilmesi sağlanır. Aslında M. Albert, Kürtlerin kendi “Tahrir Meydanı”nı oluşturmasını öneriyordu. Sonradan bu diyalogları aktardığımız BDP’li bir siyasetçi, “Öcalan da benzer şeyler söylüyor. Bir görüşmesinde avukatlara, Tahrir Meydanı’nda olduğu gibi çok kitlesel gösteriler düzenleyebilseydiniz bu sorun çoktan çözülürdü demişti” dedi.

Ziyaret ettiğimiz kurumun yöneticileri kitlesel sivil itaatsizlik tartışmasını derinleştirmek istemediler ve Kürtlerin gördüğü zulümlerden söz etmeye devam ettiler.

Sanıyorum son yıllarda Batı’da barışın gelmesi için çaba gösteren pek çok kişinin aklı bu soruya takılıyor: Neden, örneğin Diyarbakır’da yüz binlerce kişi toplanamıyor ve bütün dünyaya güçlü bir mesaj iletemiyor?

Yanıtın bir kısmı, yukarıda M. Albert’in çerçevesini çizmeye çalıştığı gibi, Kürtlerin her gün yoksullukla ve bin türlü baskı biçimiyle uğraşmak zorunda bırakılması. İnsanların kafasını kaldırıp daha orta-uzun vadeli stratejiler belirlemesini önleyen, sömürge halklara dayatılan bir yönetim biçimi bu. Nasıl olsa devletlerin bol miktarda polisi, askeri ve cezaevi var. Mevcutlar dolduysa yenileri yapılır, rutinleşen baskı böylece süregider.

Yanıtın diğer bir kısmı ise (Batı’daki barış inisiyatifi eksikliğine daha sonra değineceğim) kısıtlı gözlemlerimden kalkarak söylemem gerekirse, halkın Kürt siyaset sınıfına bir ölçüde yabancılaşmış olmasından kaynaklanıyor. Vedat Aydın Salonu’ndaki konferansta bir dinleyici de bu soruna işaret etmişti. Kürt siyasi hareketi açısından bir bürokrasinin oluşmakta olduğunu ve halktan kopma tehlikesinin belirdiğini söylemişti.

Diyarbakırlı bazı arkadaşlarım bir süredir bazı sorunları dile getiriyor: Kürt siyasetinin Diyarbakır’daki büyük yoksulluk sorununu pek gündeme almadığını ifade ediyorlar. Siyasi gündemde kendine kısıtlı bir yer bulabilen diğer sorunlar ise, yoksulluğun doğurduğu ve devletin kışkırttığı madde bağımlılığı, fuhuş, hırsızlık vs.

Görebildiğim kadarıyla, özellikle BDP’yi blok halinde destekleyen, köyleri boşaltıldığı için Diyarbakır’a göç eden yoksul Kürtler savaştan kaynaklanan çok çeşitli mağduriyetlerle ve geçinme sorunuyla boğuşuyor. Çok yoksul olanların asgari ihtiyaçlarını karşılamak üzere faaliyet gösteren Sarmaşık Derneği ve benzeri kurumların çabası ise bu yoksulluk denizinde ancak çok sınırlı bir iyileştirme sağlayabiliyor. Kentte BDP’li yöneticilerin de aralarında olduğu orta sınıfların yaşadığı bölgelerde (ör. Kayapınar) görece “kaliteli” apartmanlar yükselmeye devam ederken, Bağlar ve Sur’daki yoksulların yaşamında pek bir değişiklik olmuyor.

Dolayısıyla Diyarbakır’da yoksulluk ve siyasi katılım sorunu iç içe geçiyor. M. Albert’in ziyareti boyunca DÖ’nün temel birimleri olarak tasarlanan mahalle meclisleri hakkında ancak kısıtlı bilgiler alabildik. Bu kısıtlı bilgiler, siyasilerin mahalle meclislerine yaklaşımlarında, mahalledeki sorunların ele alınmasından çok, halkın gösterilere katılımının arttırılması kaygısının öne çıktığına işaret ediyordu.[[dipnot2]] Seçim dönemine girilirken demokratik çözüm çadırları, sivil cuma namazları gibi kitlesel sivil itaatsizlik eylemleri öne çıkmış, Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) Kürt vekilleri engellemesine kitlesel eylemlere tepki gösterilmişti. Ama örneğin “KCK örgütlenmesi” adı altında yüzlerce Kürt siyasinin tutuklanmasına karşı benzer tepkiler gelişmemişti.

Daha önceki bilgilerime ve iki günlük Diyarbakır ziyaretimde Michael Albert’in katılımcılık sorununu sürekli deşmesi sonucunda edindiğim izlenimlere dayanarak şunu söyleyebilirim: Kentsel dönüşüm veya başka önemli kararlarda belediyelerin, mahalle meclislerinin eğilimlerini dikkate aldığını söylemek zor görünüyor. DÖ ise, daha çok yukarıdan aşağıya inşa edilmeye çalışılan, büyük ölçüde hayata geçirilmeyi bekleyen bir proje niteliğinde. Halihazırda halkın temel sorunlarının katılımcı bir çerçevede ele alındığı özyönetim biçimleri üretmekten uzak bir görüntü sergiliyor. Siyasi katılımı düzenli olarak engelleyen yoksulluk sorunu içinse, Diyarbakır çapında dayanışmacı ve paylaşımcı bir ekonomik model inşa etmek kaçınılmaz görünüyor. 1960’lar ABD’sindeki Siyahlardan farklı olarak Kürtler daha avantajlı durumdalar: Kendi belediyeleri, kaynakları ve önemli ölçüde enformel nitelikte olsa da bir orta burjuvazileri var.

Bu yazı dizisinin son bölümünde, bir mahalle meclisi deneyimine ve Batı’daki barış hareketi sorununa değineceğim.