Sanatın son yüz yıllık tarihi, ürünün, eserin tarihi olarak değil de sektörümüzün nasıl yönetildiğinin tarihi olarak ele alındığında, sanat ürünlerinin dağıtımında, tanımlanmasında ve oluşumunda, haliyle bizim kim olduğumuz hususunda, yatırımcıların artan egemenliğinin bir tarihidir. Bu tarih iktidarın, sanat eserini yaratanlardan alınıp o eserden kâr edenlere doğru aktarılışının bir tarihidir. Evet, pek çok sanat yıldızı var. Fakat sektörde çalışan işçiler olarak bizler, hor görülüyoruz.

Sanatçılar olarak sorumluluğumuzun, özerk yaratıcı çalışma imkânını koruyan ve genişleten kurumların tesis edilmesine yardımcı olmak olduğunu savunacağım. Mevcut koşullarımız dikkate alındığında sorumluluğumuz, yaratıcı bir yaşam tarzına erişim anlamındaki sanat nosyonuna, bu tarz bir sanatın her insanın meşguliyeti olabileceği fikrine olumlu yaklaşan bir ekonomi yaratmaktır.

Bunu aklımızda tutalım ve bu görüş yazısı sanatçılara, katılımcı ekonomiyi, özellikle de Michael Albert’in, Katılımcı Ekonomi: Kapitalizm’den Sonra Yaşam’ında [[dipnot1]] çizilen kurumsal tasarımı (pareconu) desteklemeleri için yapılmış bir çağrı olsun.

Toplumsal açıdan adil kurumların inşasını, sanatçı olmaktan anladığımız şeyin bir parçası haline getirmediğimiz sürece, “içerik” hakkındaki tüm laf kalabalığı ve barışa, eşitliğe ve daha iyi bir yaşam biçimine adanmış olan tüm eserler, en nihayetinde bizim bazı şeyleri yanlış yaptığımızın birer kanıtı olacaktır. Yaptığımız şeyin ne olduğunu temelden yanlış kavradığımızı gösterecektir. Tüm bu şeyler, yaratıcı olmanın daha iyi yollarını bulmamız için bize çağrı yapıldığı, bize ihtiyaç duyulduğu bir esnada, bizim sanatın sadece şeylerle ilgili olduğunu düşündüğümüzü gösterecektir.

Bir Görüş Yazısı ve Eylem Çağrısı

Son on beş yıl boyunca yaşamımı görsel sanatlardan kazandım. Bunu sadece, kurumsallaşmış akademik müze-galeri sisteminin dışında sergiler açmak suretiyle yapmayı başardım. San Francisco parklarında, açık havada sergiler düzenledim, böylelikle çalışmalarımın dağıtımı üzerinde bir kontrol sağlayabildim ve izleyicilerimle doğrudan ve kişisel ilişkiler kurabilmenin keyfine vardım. Buna ilaveten, on yıl boyunca, bu tarz sergilemeyi pek de beklenmedik bir şekilde oldukça profesyonel, muhteşem, büyüleyici ve kazançlı hale getirmek üzere kamu ve şirket görevlileriyle ve sanatçılarla çalıştım. Bu çalışma, insanların kurumsallaşmış mekanlar dışında görmeye alışık olduğu ucuz sergilerden farklı bir anlayışı temsil etmektedir.

Fakat bu modeli sürdürmek, çok basit bir nedenle imkansızdı. Bir örgüt kurmak için işlerinden zaman ayırmayı pek az sanatçı istiyordu. Pek çok sanatçının sadece tek bir ilgi noktası vardı: sanatını icra etmek ve yerleşik kurumlar içinde yükselmek. Diğer bir ifadeyle, birey ve girişimci olarak sanatçı, benim gördüğüm kadarıyla sanatçıların esas hareket tarzıdır. Fakat bugünkü sanat endüstrisi içerisinde girişimcilik hiçbir şekilde mülkiyete dönüşmemektedir. Dağıtım (sergileme), neyin önemli sanat sayılacağı ve neyin parasal olarak destekleneceği söz konusu olduğunda karar bizim ellerimizde değildir. Sanatımız ne kadar “iyi” olursa olsun, bu böyledir. Bizim yaşamımızı belirleyen kararlar yatırımcı sınıfın elindedir. Bu sınıf, akademilerin ve müzelerin, kâr amacı gütmeyen vakıfların, kamu sanat komisyonlarının mütevelli heyetlerinin üzerinde ve kendilerinin ne dediğini takip eden galeri ve müzayede evlerinde müthiş iktidara sahip bir oligarşidir.

Bireyci /girişimci yaklaşım sergi alanlarını yöneten galeri sahiplerine, eleştirmenlere, vakıflara, eğitim kurumlarına erişimi kontrol edenlere, rekabeti yönlendirenlere, küratörlere mutlak bağımlılığa yol açar. Bu sonsuz bir listedir. Bizler sanat endüstrisi içerisindeki kurumlara son derece bağımlı hale geldiğimiz için, oligarşinin bu endüstri içerisinde kullandığı varsayımları ve pratikleri, en başta bizlerin marjinalleşmemize yol açıyor olmasına karşın, sanki bizim kendi fikirlerimizmiş gibi benimsemek mecburiyetinde kalıyoruz.

Galerilere, satışların yüzde elli ila atmışını almadan önce ücretsiz stok bıraktığımızda, bunun işlerin doğası gereği olduğunu söylüyoruz. Sanat okulunu bitirdikten sonra yaptığımız işleri satamadığımızda, halk eğitimsiz olduğu için böyledir diyoruz. Ulema önemli eserleri kavramsal çalışma şeklinde –yani görsel olmayan bir görsel sanat– olarak tarif ettiğinde, buna karşı durmaya değil, bunu anlamaya çalışıyoruz. Bizlere bir milyonluk bir şehirde (San Francisco’da) galeri sisteminden yalnızca bir düzinemizin hayatını kazanabileceği, çünkü zor bir yaşamı tercih ettiğimiz söylendiğinde, buna inanıyoruz.

Daha da kötüye gidiyor. Bu ulemaya göre sanat, değer sahibi herhangi bir şey değildir, değer sahibi belirli bir şeydir. Bu muazzam değerli şeyi üretiriz ve “açlıktan ölen” çalışanlar sınıfı olarak etiketleniriz. Ve bunu kabul ederiz. Diğer eğitimli profesyonellerden farklı olarak bizlerin sağlık sigortası, bir nebze sosyal güvenlik, ev satın almak, çocuk sahibi olmak, onları yüksek okulda okutmak, akşam yemeklerine çıkmak veya konforlu seyahat etmek gibi beklentilerimiz olamaz. Aksine, ikinci bir iş sahibi olmayı veya bizi destekleyecek bir eş sahibi olmayı ümit ederiz. Sırf kokuşmuş zenginleri daha iyi insanlara dönüştürecek işleri yapabilelim diye.

Tecrit altında çalışıp çabaladığımızı iddia ediyorum. Ortalama insanların bizim soylu fedakarlıklarımızı anlayamayacağı veya bu işlerin halkın zekasını ve estetik duyarlığını aştığı fikrine sığınıyoruz. Çünkü, mesleğimizin tarihiyle, özellikle stüdyo dışındaki yaşantımızı ilgilendiren kısmıyla olan ilişkimizi tümüyle yitirmişiz. Özgür sanatçılar olabilmek için, bizim marjinalleşmemizi talep eden kurumlardan özgürleşmeliyiz. Sanatı kendimiz tanımlama, üniversitelerimizden bağımsız sanat öğretme, toplumun diğer üyeleriyle ve diğer sanatçılarıyla birlikte hareket inşa etme, sergileri kontrol etme, Michelangelo’dan Soyut Dışavurumcululara kadar tüm sanatçıların keyfini çıkardığı şekilde halk ile doğrudan ve kişisel ilişkiler kurma oyununa geri dönmeliyiz. Kısacası, yaptığımız ve yaptığımız şeyi nasıl yaydığımız üzerinde söz sahibi olmamıza yarayacak alternatif kurumlar inşa etmeliyiz.

O halde gelin, katılımcı ekonomi için üzerinde iyi düşünülmüş bir öneri olarak, sanatçıların hem sanatçı hem de topluluklarının yaşayan, soluk alıp veren birer üyeleri olarak çıkarlarına daha iyi hizmet edecek bir teklif olarak, parecona bir göz atalım. Kısaca, İşçi Konseyleri, Dengeli İş Bileşenleri ve Katılımcı Planlama kavramlarına ve bunların her birinin yaşamlarımızı nasıl etkileyebileceğine değinmek istiyorum.

İşçi Konseyleri

Katılımcı Ekonomi için kullanılabilecek diğer bir kelime demokrasidir. İçinde yaşadığımız topluluğun diğer sanatçıları ve üyeleriyle birlikte, hangi işlerin ne amaçla yapılacağına karar vermemiz gerekir. Sanatçıların “bize ne yapacağımızı söyleyen bir büyük birader istemiyoruz” şeklindeki feryatlarını duyar gibi oluyorum. Kabul. Fakat yöneticilerle de aramızın pek iyi olduğu söylenemez. Aslında, bugün nasıl idare edilmekte olduğumuz hususunda bir şeyler bilmeden işçi konseylerine saldırmak ikiyüzlülük olacaktır. Düşünün, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir avuç ekonomik seçkin, mülk sahibi oldukları için ellerinde tuttukları haklar sayesinde, siyasi ve kültürel müttefikleriyle birlikte görsel sanatçıların yaşamlarını şu şekilde yönlendirme ve biçimlendirme hakkına sahip oldular:

• Önemli sanat ve önemli meslekler –bir nebze ödüllendirme şeklinde okuyun– Avrupa etkisinden arındırılmalıdır.

• Politik yorum gerektiren sanat, psikolojik korku ifade eden sanatla yer değiştirmelidir –soyutlama şeklinde okuyun.

• Sanat eğitimi stüdyodan ve usta sanatçının yetki alanından çıkarılmalı ve şirket temsilcilerinin veya mütevelli heyetlerinin ve üniversitelerin ellerine terk edilmelidir.

• Bir zamanlar toplumsal ve kamusal etkinliğin mekanı olan, sergileme ve dağıtım yeri olan stüdyo, tecrit olmuş, korku-araştıran sanatçının mekanı haline dönüşmelidir. 1970’lerde, bireysel sanatçının işyeri şeklindeki stüdyo daha da dönüşüm geçirmiştir. Şimdilerde bir fabrikayı andırmaktadır. Stüdyo sanatçının talimatlarını uygulayan asistanların çalışma mekanı haline gelmiştir. Sanatçı ise buna karşılık, yatırımcı /koleksiyoncu ile işbirliği içerisindedir.

• 1960’ların sonunda boyamanın ve şövale üzerinde çalışmanın, “önemli eserler” söz konusu olduğunda artık “öldüğünün” ilan edilmesi, bireysel sanatçının kendi üretim araçlarına erişimini ve bu araçlar üzerindeki denetimini zayıflatmıştır.

Soru şu: İstediğimiz nedir? Üretici konseyleri ile birlikte, katılımcı karar vericiler olarak bizler, çalışmalarımız ve yaşamlarımız üzerinde, şimdiye kadar tecrübe ettiğimize göre çok daha fazla iktidar sahibi olacağız.

Dengeli İş Bileşenleri

Bu kavramın merkezi ilkesi, pek çok sanatçının muhtemelen zaten benimsemiş olduğu bir ilkedir: yaratıcı çalışma her insanın yetki sahasındadır. Bir sanatçı olarak yaptığım işe ilgi gösterecek daha fazla insan bulmayı arzulayan birisi olarak, herkesin yaratıcı bir çalışmayla meşgul olabileceği fikri bana çok büyük heyecan veriyor. Aslında, eğer benim yaratıcı bir insan olarak hayatımı kazanma hakkım saldırı altındaysa, ki öyle, olabildiğince fazla sayıda insanı yaratıcı çalışma içine çekebilmek benim çıkarıma olacaktır; sadece işçilerin de hakkında karar verebildikleri çalışma değil, yaratıcı sürecin iş sürecinin merkezinde olduğu bir çalışma.

Dengeli iş bileşenlerini tasarlamaya çalışırken bizim yapabileceğimiz çok şey var. Bizim işimiz saate bağlı değil. Biz düşünmek için zamanı kullanıyoruz. Estetik boyut her zaman daha önde. Zihin ve beden birbirinden ayrı değil. Sahip olduğumuz bilginin içerisinde kökleşmiş çalışma biçimlerinin tesis edilmesine yardımcı olmak üzere anlamlı bir rol oynamak, tatmin edici bir deneyim olabilir mi? Bu türden bir tartışmayı daha geniş bir topluluk ile sürdürmek tatmin edici olabilir mi? Bizim yaptıklarımıza yönelik ilgiyi artırabilir mi? Bu tür kişisel bağlantılar stüdyonun tecrit edilmişliğini dengeleyebilecek hayırlı bir girişim olabilir mi?

Dahası, sanatçılar zaten dengeli iş bileşeni olarak adlandırılabilecek bir şeyin içindedirler. Eğer ressam isek, zaten fotoğrafçı, web tasarımcısı, posta listesi yöneticisi, pazarlamacı, reklamcı, çerçeveci, proje yazıcısı ve uzman uygulamacıyızdır. Sanat yapmanın dışında meslek sahibi isek, daha da fazla alana uzanıyoruz demektir. Katılımcı ekonomide başvuru yazmak gibi rekabetçi işlerin çoğu, çeşitli estetik uğraşlarımızı insanlarla paylaşmamıza izin verecek şekilde azaltılabilir. Böylelikle örneğin, tasarım, renklendirme, edebiyat, müzik, dans, tiyatro gibi çeşitli faaliyetlerimizi, günlük yaşantılarında henüz toplumsal açıdan faydalı görevleri yaratıcı ve tatmin edici bir şekilde yerine getirme yollarını araştırmamış insanlarla paylaşabiliriz.

Katılımcı Planlama

Katılımcı Planlama işçi ve tüketici konseyleri arasında, fiyata ve kişinin ödeme gücüne bağlı bir dağıtım sistemi olan pazarın yerini almak üzere sürdürülen müzakere sürecidir. Çeşitli pazar ilişkileri pratik anlamda her zaman var olmuşsa da, insanlık tarihinin uzun bir bölümünde toplumsal ilişkiler (akrabalık ve topluluk ilişkileri, dinsel ve politik ilişkiler) alım satım işlerinin dışında yer almıştır. Fakat tarihsel olarak hiç görülmemiş bir dönemde yaşıyoruz. Neredeyse tüm toplumsal ilişkilerin pazar içerisinde yer aldığı, ne yaptığımız, yaptıklarımıza kimlerin erişebileceği, nasıl yaşadığımız ve zamanı nasıl kullandığımız hakkındaki kararların fiyat ve kâr gibi gayri şahsi zorunluluklar tarafından belirlendiği bir dönem bu. Fakat bu tarihsel bir anomali, değiştirilebilecek bir temayül.

İkincisi, sanatçılar için geçerli olan şöyle bir ironi var: Maddi yaşama erişebilmek amacıyla içine girdiğimiz pazar ilişkileri, çok büyük ölçüde planlama mekanizmaları da pazar içerisinde yer aldığı için, aşırı zenginlerin çıkarına hizmet ediyor. Fakat bu planlama mekanizmaları, Albert ve Hahnel’in önerdiği katılımcı modelden farklı olarak dışlayıcı ve seçkinci. Pazar merkezli dağıtım mekanizmalarına karşı durmak hususunda kuvvetli şüpheleriniz var ise, bir sanatçı olarak daha şimdiden hayal kırıklığına uğramış olabilirsiniz. Yatırımcılar ve kültürün mülk sahipleri bir dizi planlama mekanizmasını kullanmak hususunda son derece maharetlidirler. Sanat komisyonları ve pazar mekanizmalarından yararlanan müzayede evleri gibi. Yani, altın yumurtlayan tavuğu kontrol etmek gibi.

O halde, pazar mekanizmaları zaten yerinde ise bunun, çıkarları bizimkine –ve muhtemelen pek çok insanınkine– karşıt bir azınlık tarafından yönetilmesine neden izin veriyoruz? Eğer bizler altın yumurtlayan birer tavuk isek, nasıl oluyor da değerli altın yumurtamız elimizden alınabiliyor? Bizim işbirliğimizle mi?

Sanırım sanat yapmakla o kadar meşgulüz ki, bizi köşeye sıkıştıran kurumsal matriksi iyi bir şekilde göremiyoruz. Bununla ilgili verilebilecek bir örnek, sanatta halkın etkisini azaltmak üzere tasarlanmış olan bir planlama mekanizmasını, daha çok “kâr amacı gütmeyen kuruluşlar” şeklinde tanınan kamu yararı şirketlerini kabul edişimizdir.

Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar planlama mekanizmalarıdır. Bunlar topluluğun seçkinleri tarafından işletilir. Genellikle sanatçılar da temsil edilir ve pazar ortamında, kültürün popülist etkilere karşı korunmasını amaçlar. Sosyolog Paul DiMaggio kâr amacı gütmeyen kuruluşların, topluluğa hizmet edeceğiz derken aslında sanatı esrarlı bir havaya büründürdüğünü, topluluğu sanatın ve sanatçının dünyasından koparmaya hizmet ettiğini belirtmektedir. [[dipnot2]]  Alice Goldfarb Marquis de aynı fikirdedir. Finansal ve toplumsal seçkinlerin kâr amacı gütmeyen planlama mekanizmalarını aynı amaçla kullandığı müzelerin, operaların ve senfonilerin “yüksek sanat” dünyasına işaret eder. Kültürün bu ele geçiriliş biçiminin “aslında kendi çıkarına hizmet eden faaliyetlerin üzerini, özveri, ahlak sıvasıyla kapatmak suretiyle” [[dipnot3]]  başarıldığını ifade eder. Varlıklı bağışçıların ve mütevellinin, aslında çok uzun süreden beri “kendilerini yüksek kültürün kollayıcısı olarak gören” ve “son iki yüzyıldır neredeyse tüm sanatsal yeniliklere karşı kampanya yürütmüş olan liberal, reformcu entelektüellerle” [[dipnot4]]  ittifak içerisinde bulunduğunu söyler.

Yatırımcı sınıfın bir planlama aracı olarak kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, en çok “sanat merkezleri”nin yaratımında göze çarpmaktadır. New York kentindeki Lincoln Center’in ve San Francisco’daki Yerba Buena Center for Arts’ın yaratımında, örneğin, kentsel dönüşüm hedefleyen çıkar grupları, kültürel seçkinler ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlarla birlikte, sanat ürünün dağıtımı üzerinde tekel kurmak için “halkın sanata erişimi” retoriğinden faydalanıyorlar. Bu nedenle onların “sanat merkezleri”, emlak yatırımcılarına önemli kâr payları bırakan üst sınıf otelleri, restoran ve perakendecileri çekebilmek için şık ve fiyakalı sanat olaylarının mekanı haline geliyor. Pek çoğumuz kâr amacı gütmeyen kuruluşlarla çalışıyoruz ve onların topluluğa hizmet verecek şekilde çalışmaları için elimizden geleni yapıyoruz. Fakat sorarım, her zaman yoksul olan bizler değil miyiz? Her zaman zenginlerin ayağına kapanmıyor muyuz? Bizim kâr amacı gütmeyen kuruluşlarımızın, açlıktan ölen sanatçı paradigmasına karşı koymak üzere veya halkın karar süreçlerine katılımını sağlamak üzere çalışmak gibi bir derdinin olmadığı ortada değil mi?

Günümüzde sanatçılar şu ikili tarzda devam edemezler. Sanatsal özgürlük adına parecon tarzı pazar alternatiflerinden kaçıp aynı zamanda, içimizdeki en zenginlere ne yaptığımızı yönetme ve kontrol etme iznini veren mevcut planlama mekanizmaları içerisinde payanda rolü oynayamayız.

Özet

Sanatçıların niyetlerini eleştirmiyorum. Savaşı ve adaletsizliği şiddetle eleştiren pek çok yürüyüşe, gösteriye, sergiye, oyuna, müziğe ve hikayeye katkıda bulunuyoruz. Benim derdim, bu sanatsal esinin kurumsal bir eleştirinin parçası olmamasıdır. Kurumlarımızın eleştirisine ihtiyacımız var, bu sayede yenilerini inşa etmek üzere somut bir stratejiye sahip olabiliriz. Bir örnek vermek gerekirse, savaşa karşı olan sanatçılar, yaratıcı yeteneklerini Irak’taki gibi bir savaşı imkânsız kılacak kurumların inşası için kullanmak suretiyle çok daha etkili olabilirler. Bizim aradığımız iyi sanatçılar ve adaletli iyi sanatçılar, her ikisini de talep eden kurumları inşa etmediğimiz sürece var olamayacaklardır.

Tarihimiz bu tür dönüşümlerle doludur. İzlenimcilik döneminden, görsel sanatların ilk defa alaya alındığı ve daha sonra önsezili olarak tarif edildiği bir akım olarak bahsedilir. Fakat unutmayalım ki izlenimcilik, eğitime ihtiyacı olan görgüsüz kitleler tarafından değil, kültür üzerindeki denetimleri bertaraf edilmesi gereken eğitimli iktidar sahipleri tarafından alaya alınmıştı. İzlenimcilik, asi sanatçıların ifadesiyle, kendileriyle halk arasına yapay engeller diken sanat kurumlarına karşı sanatçıların yürüttüğü cepheden bir saldırıydı.

Keza caz, rock’n roll ve Beethoven da. Michelangelo’nun bir heykel için söylediği, yalnızca “kamusal meydanın ışığı altında” değerlendirilebilir sözünü hatırlayın. Mesele şu ki biz sanatçılar olarak kamuya ve topluluğa aitiz. Ne daha iyiyiz, ne de daha kötüyüz. Ve hep birlikte, olmak istediğimiz sanatçılar olabilmek için, yaşantımız üzerindeki kontrolümüzü yeniden tesis etmek durumundayız. Yapabileceğimiz en iyi şey, kendi sesimize en iyi fiyatı verecek kurumları yaratmaktır. Demokratik kurumları. Katılımcı ekonomiyi. Pareconu.

Son olarak, yüzyıl önce yaygın olan sanatsal duyarlıkları daha fazla araştırmanın önemli olduğuna inanıyorum. Devrimlerin dansa ihtiyacı olduğunu, eğer daha iyi bir dünyayı yaratmak üzere çalışmıyorsak yaptıklarımızın bir amacı olamayacağını söyleyen duyarlıkları. İçinde bizim sesimizin anlamlı bir şekilde duyulabildiği daha iyi kurumları yaratmak, hem bizim sorumluluğumuzdur hem de pragmatik bir çözümdür. Bu aynı zamanda bizim sanatımız da olmalıdır. Bertold Brecht’in söylediği gibi:

“Bir nehri yönlendirmek

Bir meyve ağacından sal yapmak

Bir insanı eğitmek

Bir durumu değiştirmek

Bunlar verimli eleştirinin emsalleridir

Ve aynı zamanda sanatın emsalleridir.”[[dipnot5]]