Radikal işyeri aktivistleri 20. yüzyılın başlarında; vasıfsız işçilerin öz-yönetimine dayanan sendikaları ya da işyeri örgütlenmelerini oluştururken ve üretimin kontrolü adına patronlara meydan okurken, "eskinin kabuğunda yeni toplumu inşa ettiklerini" söylediler. İşyeri örgütlenmesi ya da sendika mücadelesinin vasıfsız işçilerin öz-yönetimine dayanmasını, işçilerin piyasa ekonomisine dayanmayan, kapitalizm sonrası bir toplumda üretim yapabileceklerine dair bir alamet olduğunu tasavvur ettiler.
Buradaki varsayım şudur: Hayatınız ve sizi etkileyen kararlar üzerinde söz sahibi olabilme, yani öz-yönetim, kapitalizm sonrası dünya görüşümüzün temelini oluşturmalıdır.
Ancak öz-yönetim, yalnızca kendi işimiz üzerinde, yani üretim alanında değil aynı zamanda tüketim alanında da söz sahibi olmak demektir. Nasıl bir yerleşim merkezinde yaşamak istiyoruz? Yaşadığımız çevrede hangi hizmetlerin olmasını istiyoruz? Şehrin yerleşim planının nasıl olmasını istiyoruz? Nelerin üretilmesini istiyoruz? Bizim ekonomi vizyonumuz, insanların, onları etkileyen tüketim kararları üzerinde söz sahibi olabilmelerini sağlayacak bir araca ihtiyaç duymaktadır.
Bu fikir, işçi konseylerini ve mahalle tüketim konseylerini öz-yönetimin yapı taşları olarak gören Katılımcı Ekonomi görüşüne de aksetmiştir. Katılımcı Ekonomi, şehirlerin ulaşım ve diğer altyapı hizmetlerinin yatırımlarının planlanmasının yanı sıra; konaklama, çocuk bakımı, sağlık hizmetleri gibi sosyal ihtiyaçların karşılanmasında da yatay bir bölgesel öz-yönetim fikrini savunuyor.
Katılımcı planlama, insanların kendi yerel konseylerinden başlayarak, üretilmesini istedikleri şeyler için öneri üretmeleri anlamına gelir. Bireyler olarak, kişisel ve aynı zamanda toplu tüketim kalemlerine yönelik olarak, ne tüketmek istediğimizi ve hangi işte çalışmak istediğimizi belirleriz. Bu öneriler, daha geniş bölgeleri etkilediği durumlarda, daha geniş coğrafyaları kapsayan örgütlenmelere yayılır. İşçiler ve tüketiciler arasında yaşanan müzakere sürecinin sonunda bu öneriler, toplumsal üretime yönelik bir gündem oluşturmak üzere elden geçirilirler.
Arazi kullanım kararları da bu müzakere sürecinin bir parçasını oluşturur; ev ve işyerleri arasındaki ilişkiler gibi konular, üretim grupları ile mahalle konseyleri arasında müzakere edilir. Sözgelimi, insanlar işyerleri ile evlerin birbirine yakın mesafede olduğu kapitalizm öncesi zanaat şehrine geri dönmeyi mi tercih ediyorlar? Eğer durum böyle ise, o zaman bu kararlarının yerleşik çevre yatırımları hakkındaki kararlarına da yansımasını bekleriz.
Katılımcı ekonomi, kapitalist şehri oluşturan bazı temel güçleri saf dışı etmeyi de kapsar. İşyeri kararları sadece, CEO'ya göre en iyi nedir sorusunun cevabı değildir. Kapitalist şehirde nüfusun sınıf ve ırk farklılıklarına göre sınıflandırılması, gelir ve güç düzeyindeki eşitsizlikler üzerine kuruludur; ödülllendirmenin gayret veya fedakarlık temeline dayandığı bir ekonomik düzende bu eşitsizlikler var olmayacaktır ve şirketvari hiyerarşi anlayışı bir kural olmaktan çıkacaktır.
Katılımcı ekonominin bakış açısına göre öz-yönetimin temel ilkesi, her insanın kendisini etkileyen kararlar üzerinde, bu kararlardan etkilendiği ölçüde söz sahibi olmasıdır. Bu, hava kirliliği gibi, insanlara söz hakkı tanımadan diktatörce dayatılan olumsuz dış etkilerin artık bu sistemde var olamayacağı anlamına gelir. Ulaşımda özel araç kullanımı tercihindeki aşırı artış gibi çevre üzerinde ciddi olumsuz etkiler doğuran kirletici kullanımlar, öz-yönetime dayalı katılımcı ekonomide ciddi bir şekilde ele alınmak zorundadır.
Katılımcı ekonomiyi; üretim alanında öz-yönetime dayalı işçi sendikacılığının yeniden dirilmesinden, öz-yönetime dayalı kiracı örgütlenmelerine ve her tür kitle örgütlenmesine kadar, öz-yönetime dayalı kitlesel toplumsal hareketler açısından gerçek bir alternatif olarak görebiliriz.
Konaklama; boş binalara yerleşerek kendilerine barınak sağlamaya çalışan insanlardan, kiracı sendikaları kurup grev yapan kiracılara kadar herkes için önemli bir tüketim alanı olmasının yanında, bir çok ihtilafın da kaynağıdır. Kapitalizmde arazi ve evin meta olarak algılanması ve yerleşik çevre yatırımlarının döngüsü, işçi sınıfının yaşadığı çevrede çürüme ve bozulma periyotlarına sebep olmaktadır; profesyoneller ile iş adamları yüksek gelirlerini işçi sınıfına arazi ya da evin değerinden daha fazlasını teklif etmek için kullandığında ise yeni yatırımlar yapılmakta ve konut değişiklikleri yaşanmaktadır.
Peter Marcuse şöyle yazmıştır: "Üst sınıfın satın alması ile önceden değersiz olan yerlerin değer kazanması[[dipnot1]] sürecinin tersi çürüme ve terk ediş değil konutlaşmanın demokratikleştirilmesidir." Genellikle yükselen kiralara ve taşınmalara ya da bozulma ve çürümelere cevaben oluşan kamu arazisi vakıfları, konutlaşmanın demokratikleştirilmesi için ABD'de son yirmi yıl içinde ortaya çıkan ilginç bir taktiktir.
Kamu arazisi vakıfları, bir coğrafi alandaki üyeleri kaydeden ve sakinleri tarafından kontrol edilen emlakların kar gütmeyen geliştiricisi olarak davranan arazi kooperatifleridir. Demokratik bir üyelik örgütlenmesi olarak kamu arazisi vakıfları, bir mahalledeki insanlara, oradaki arazi ile ne yapıldığını ve mahallede hangi hizmetlerin sağlandığını kontrol etmeleri ve de çalışan bir insanın karşılayabileceği fiyatlarda yeterli konut sağlamaları için yetki verebilir.
Temel prensip şudur; kamu arazisi vakıfları bir topluluktaki araziyi, topluluk içinde ve spekülatif piyasadan uzak tutar. Konutlar orada yaşayacak kişilere genellikle sınırlı eşitlik prensibiyle satılır. Konutlaşmanın uzun dönemdeki mali değeri bir arazi kontratı ile sağlanır. Taşınan mahalle sakinleri apartmanlarını ya da dairelerini, fiyatların düşük kalmasını sağlamak için sınırlandırılmış fiyata, kamu arazisi vakfına satmak zorundadır. Sonuç olarak kamu arazisi vakfı yaklaşımı, hem arazi hem de binaların metalaştırılmasının önüne geçmekte başarılı olmuştur.
Öz-yönetim iki boyutta gerçekleşir: Sakinleri içinde yaşadıkları yapılar üzerinde kontrol hakkına sahiptir, ama topluluk da emlak fiyatlarını ve arazi kullanımını kontrol etme yetkisine sahiptir.
ABD'de işçi sendikaları ve diğer gruplar çeşitli zamanlarda işçi sınıfına makul fiyatlarda konut sağlamak üzere sınırlı eşitliğe dayalı emlak kooperatifleri kurdular. Kamu arazisi vakfı modeli 60'larda ABD'de sınırlı eşitliğe dayalı emlak kooperatiflerini yok etme eğiliminde olan sorunların üstesinden gelmek üzere geliştirilmişti.
Sorun şu ki, herhangi bir emlak kooperatifi hissedarının satış sırasında olası en yüksek fiyatı almak konusunda kişisel bir menfaati vardır. Bu nedenle kooperatif hissedarları er ya da geç eşitlik üzerindeki sınırları yok etmenin yollarını bulurlar. Konut bundan böyle, herhangi bir gayrimenkul haline gelir.
Bunun gerçekleşmesinin nedeni, düşük emlak fiyatlarının korunması konusunda riske giren geniş işçi sınıfı topluluğunun, satıcı ve alıcı arasındaki piyasa işlemine taraf olmamasıdır. Aslında bu, bir olumsuz dışsallık örneğidir.
Kamu arazisi vakıflarının bu soruna yönelik çözümü, dışarıdan etkilenebilecek insanları, bu karar sürecinde söyleyebilecekleri bir şeyleri olması için örgütlemektir. Kamu arazisi vakıflarının üyelik için farklı sınıflandırmaları vardır; sınırlı eşitlik hakkıyla konut sahibi olanlar ve topluluk içinde mal sahibi olmayan diğerleri. Her kesim, konseye ya da yönetim kuruluna aynı sayıda temsilci seçer ve genel kurullarda önemli konular üzerine parçalı oylar alınabilir. Bu yolla, eşitlik sınırlarının aşılmasından kötü şekillerde etkilenebilecek insanların temsiliyetinin garanti altına alınmasının ve konutlaşmanın sınırsız metalara dönüşmesinin engellenmesi sağlanır.
ABD'de sınırlı eşitliğe dayalı kooperatiflerin karşılaştığı ikinci bir sorun var. Toplumsal piramidin tepesindeki ekonomik yönetim uzmanlığının yoğunluğu ve ABD toplumundaki devasa eşitsizlikler düşünüldüğünde, herkesin binaları etkili bir şekilde idare etme konusuyla ilgili bilgiye ulaşma imkanı yoktur. Eğer düşük gelirli insanlar bağımsız bir kooperatifte dağınık olarak dururlarsa, vicdanının sesini dinlemeyen bina müteahhitleri ya da mal yönetim şirketleri tarafından istismar edilebilirler. Eğitilmemiş amatörlerin yönetimi, profesyonellerin kat mülkiyeti dernekleri için bile sorun yaratabilir.
İster tüzel kişilerce, ister kâr gütmeyen toplum geliştirme şirketlerince işletilsin, geleneksel toplumsal konutlaşma bu sorunun üstesinden uzmanlık ve karar verme aşamasını şirketvari bir hiyerarşi içinde yoğunlaştırarak gelmeye çalışır. Sorun şu ki, kiracıya yönelik tavır bir babanın oğluna tavrını andırır ve konut sakinlerinin, yaşadıkları yerler ve etraflarını kuşatan yerleşik çevre üzerinde hiçbir kontrol hakları yoktur.
Bunların tam tersine kamu arazisi vakıfları bu soruna, sakinlerin eğitilmesini ve kendi yapılarının verimli bir şekilde yönetilmesi için gerekli becerinin gelişmesini sağlayarak çözüm getirir. Kamu arazisi vakfı, sorunlarla karşılaşılması durumunda danışmanlık ve destek sağlamak için hazırdır. Piyasanın "Sen tek başınasın!" yaklaşımı bilginin ve riskin paylaşıldığı, daha işbirlikçi bir yaklaşımla değiştirilir.
Böylece kamu arazisi vakıfları bizi çevreleyen kapitalist ekonominin yıkıcı etkilerine karşı emlak kooperatiflerini koruyan bir tampon görevi görür.
Kamu arazisi vakfı modelinin genişletilebileceği sayısız yollar tasavvur edebiliriz. Binaların içinde yaşayacak olan insanlar o yapıların tasarlanması aşamasına aktif olarak dahil olabilmelidirler ki yeni binalar onların kişisel ihtiyaç ve zevklerini karşılayacak şekilde tasarlanmış olsun.
Kamu arazisi vakıfları, malları spekülatörlerden ve mülklerinin idaresini üstlenmeyen mülk sahiplerinden uzaklaştırmak için kamusal istimlak hakkını korumaya çalışmalıdır. Örneğin, Dudley Sokağı Komşuları adındaki Bostonlu bir kamu arazisi vakfı, politik mücadele aracılığıyla, sınırlı bir kamusal istimlak hakkı elde etmiştir.
Yasalara aykırı yapılaşmanın ve gecekondulaşmanın yoğun olduğu şehirlerde kamu arazisi vakıfları, arazi ve yapıların gerçek birer gayrimenkul veya meta haline gelmesini engellemek suretiyle, konut sakinlerinin kendi konutları üzerinde kontrol hakkına sahip olmalarının meşrulaştırılması ve düzenlenmesinde kullanılabilirler.
Kiracı sendikalarında örgütlenen kiracılar, mülk sahiplerine ortak olmak ve kontrolü ele geçirmek için, binayı kolektivize eden kamu arazisi vakıfları ile beraber çalışabilirler.
Toplu konut projelerinin özelleştirme tehdidi altında olduğu durumlarda kiracılar araziyi spekülatif piyasadan uzak tutmak ve binaları üzerinde kontrol sahibi olmak için kamu arazisi vakfı yaklaşımını kullanabilmelidirler.
Bu son örnekler kamu arazisi vakıflarının yerleşik çevre adına süregelen sınıf mücadelesi için bir manevra olarak kullanılabilmesinin yollarını tasvir eder.
ABD'deki bazı kamu arazisi vakıfları, sağlık klinikleri ve çocuk bakım merkezleri için alanlar sağladı. Bu tarz alanlar kolektif işler için de yaratılabilir.
Öz-yönetim ilkesi topluluklar için geliştirilen hizmetlere uygulanabilir, böylece anlık kazançlar öz-yönetime dayalı bir topluluğun uzun vadeli vizyonu ile de tutarlılık gösterir. Şehre yayılmış bir kamu arazisi vakıfları ağı, şehre yayılmış işçi birliği bakkaliyeleri ya da işçi kooperatifi çocuk bakım merkezleri ağı için boş alanlar sağlayabilir.
Kamu arazisi vakfı örneği, bir mahallede ne tür hizmetler ya da ne tür ekonomik gelişim ya da ne tür konutlaşma istediğimize karar verecek katılımcı, demokratik bir camia olan Katılımcı Ekonomide Mahalle Konseyi için öngörülen türde bir rolü embriyonik bir yolla oynamaya başlayabilecek örgütlenmeler geliştirebileceğimizi anımsatır.
Şu an ABD'de herhangibir türdeki toplumsal konutlaşma için ayrılan fon yok denecek kadar az. Bunun değişmesi için gereken umut toplumsal değişimin yörüngesine dayanıyor ve aynı zamanda ABD'deki güçlerin dengesine bağlı.
Mücadelenin işyeri örgütlenmeleri, yani sendikalar, ekonomi içindeki boyutları ve pozisyonları nedeniyle değişim için ciddi bir potansiyel güç olmaya devam edecek.
Ben bir halk ittifakını gözümde, sadece konutlaşma olarak değil sağlık, ulaşım, çocuk bakımı, okullar ve diğer konularda şehirlilerin günlük yaşamlarını etkileyen dertlerin çeşitliliği etrafında bir araya gelen sendikaların, kiracı gruplarının ve diğer kitle örgütlerinin ittifakı olarak canlandırırım.
Eğer örgütlenmeler basitçe, profesyonel bir kadro ya da sayıları aza indirilmiş kendini adamış eylemcilerden oluşan bir çekirdek tarafından işletilmeyecekse sıradan bir işçinin harekete dahil edilmesini kolaylaştıracak yollar bulmaya çalışmalıyız. İnsanlar amaçlarının karşılanması için iki işte çalışıyor ya da haftada 60 saat çalışmak zorunda kalıyorlarsa örgütlenmelere dahil olmak için gereken zamanı bulmaları zor olacaktır. Bu durum, insanlar için daha fazla boş zaman elde etme çabasının, örneğin iş günlerini ücrette kısıntıya gidilmeden azaltma talebinin önemini gözler önüne seriyor. Eğer aileler toplumsal örgütlenmelere dahil olmak için zaman bulmak durumunda ise, kaliteli, karşılanabilir çocuk bakımı da çok önemlidir.
Değişim için örgütlediğimiz yol, yolun sonundaki kazancımızın şekillenmesinde belirleyicidir. Eğer iç işleyişinde basitçe şirketvari bir hiyerarşiyi uygulayan örgütler geliştirirsek; bu, katılımcı öz-yönetim amacı ile nasıl tutarlı olabilir? O tür bir örgütlenme yanlış mesaj yollar, yanlış düşünce alışkanlıkları geliştirir.
Eğer amacımız öz-yönetimi temel alan bir toplumsa, şimdiden öz-yönetimli örgütler ve hareketler, sıradan işçilerce öz-yönetimle işletilen sendikalar gibi katılım ve demokratik kontrol temelli örgütler geliştirmek üzere çalışmalıyız. Bu örgütlerin doğrudan kontrolünün deneyimi aracılığıyla insanlar becerilerini ve özgüvenlerini geliştirebilir ve karşı oldukları sistem hakkında daha çok bilgi edinebilirler.
Biz öz-yönetimli şehri değişim mücadelesi yolunda inşa ettik.