10-14 Aralık tarihlerinde Kardeş Türküler, Sayat Nova Korosu ve BGST Dansçıları olarak 68 kişilik bir ekip 'dansların, şarkıların, şiirlerin yol göstericiliğinde tüm sınırlar kalkar, engeller aşılır' inancıyla Ermenistan’a giden kardeşlik yollarına düştük. Uzun yıllardır gitmek istiyorduk Ermenistan’a, bir türlü mümkün olmamıştı. Hrant Dink, Mehmet Uzun ile birlikte izlediği “Mahlemize Aşık Geldi” konseri sonrasında yazdığı yazısında “Düşün bir kez Mehmed, Türkler, Kürtler ve Ermeniler Yerevan’da birlikte türkü söylüyorlar. Hem de sadece kendi türkülerini değil, birbirlerinin türkülerini. Biz koltuk değnekleriyle çıkmışız ortalığa halay çekiyoruz!” demişti. Bize düşen ise bu vasiyeti gerçekleştirmekti.

12 Aralık 2008 Cuma günü Yerevan’da Opera Binası Filarmoni Salonu’nda,  13 Aralık 2008 Cumartesi ise Ermenistan’ın üçüncü büyük şehri olan Vanadzor’da, Sharl Aznavouri Anvan Msaguyti Balad / Charles Aznavour Kültür Sarayı’nda verdik konserlerimizi. Bir hafta boyunca yaptıklarımızı; gezdiğimiz gördüğümüz yerleri, sohbetlerimizi, görüşmelerimizi ve genel olarak izlenimlerimizi aktarmak ve paylaşmak istiyoruz.

08 Aralık 2008 - “Niye Açılmayacağım, Kendi Toprağımın Üzerindeyim”

Pazartesi günü organizasyona dair ayrıntıları, basın görüşmelerini yapmak ve hazırlamayı planladığımız belgesele dair çekimler yapabilmek için yaklaşık 10 kişilik bir ekip Ermenistandaydık. Uçaktan iner inmez yüzümüze çarpan soğuk hava, görkemli taş binalar, geniş caddeler, büyük meydanlar, eski model Ciguli, Volga marka taksilerin yanında son model Mercedes, BMW arabalar ve cipler ama en çok da binaların üzerinde Ermeni alfabesi ile yazılmış Ermenice yazılar, tabelalar Yerevan’da ilk anda göze çarpan görüntüler oluyor. Hatay’ın Samandağ ilçesinde ‘eskiden’ Ermenilerin, bugün ise Türkmenlerin yaşadığı Yoğunoluk köyünde eski bir Ermeni evinin üzerinde gördüğümüz, silik de olsa okunabilen Ermeni harfleri gözümüzün önüne geliyor. Bizim için Türkiye’de çok eskilerde kalan, hatta tarihi eser olarak düşünülebilecek yapılar Ağrı’nın öte yanında, Yerevan’da sahici ve yaşıyor. Şehir turu yapmak üzere taksiye biniyoruz, bindiğimiz taksilerin şöförlerine nereli olduklarını sorduğumuzda aldığımız yanıtlar genelde aynı. Kiminle sohbet etsek aslen Anadolulu; Karslı, Vanlı, Muşlu... Telefon kartı almak için girdiğimiz dükkandaki kız yabancı olduğumuzu anlıyor ve nereden olduğumuzu soruyor, Türkiye’den geldiğimizi duyduğunda gözleri parlıyor, birden heyecanlanıp babasının Van’lı olduğunu söylüyor. Bildiği Türkçe kelimlerle bizimle Türkçe konuşmaya ve müthiş bir çabayla bize yardımcı olmaya çalışıyor.

Akşam üzeri uzun süredir Yerevan’da yaşayan aslen Dörtyol’lu (Hatay) olan bir ailenin evine konuk oluyoruz. Yerevan’ın merkezinden uzak bir mahalleye gidiyoruz bu kez. Merkezden uzaklaştıkça eski, yıkık dökük binalar ve fakirlik ciddi bir biçimde göze çarpıyor.  Aslen sohbet etmeye gittiğimizi, akşam bir programımız olduğu için çok uzun kalamayacağımızı önceden söylemiş olsak da eve girer girmez zahmetle hazırlanmış bir sofrada buluyoruz kendimizi. Evdeki eski, büyük piyano ve kitaplık dikkatimizi çekiyor. Türkiye’den dostumuz Garo Abi bunun Sovyetler zamanından kalan bir kültür olduğunu, ziyaret edilecek en fakir evlerde bile benzer bir manzarayla karşılabileceğimizi söylüyor. Şımavon Derstepanyan, Yetvart Derstepanyan ve Mari Manuşyan ile çoğunlukla Türkçe sohbet ediyoruz. Mari Yaya Beyrut’ta doğmuş, 1947’de Yerevan’a gelmiş. Dörtyol’u babasının anlattıklarından hatırladığı kadarıyla anlatıyor bize. Yetvart Amca ise 1935’de Dörtyol’da doğmuş. İki yaşındayken göçmüşler Dörtyol’dan. Birkaç sene önce köyünü görmek için Türkiye’ye gelmiş.  Gelmeden önce birçok kişiden “Dörtyola gittiğinde Ermeni olduğunu söyleme” uyarısı almış, Dörtyola girdiklerinde de yanındaki arkadaşları “Çok konuşma” anlamında “Biraz sakla kendini, çok açılma” uyarısında bulunmuş kendisine. Yetvart Amca anlatmaya devam ediyor:  “Ben de dedim, niye açılmayacağım? Ben kendi toprağımın üstündeyim. Ben burda doğmuşum...”... Evde, Yerevan’lı gelin dışında herkes o kadar iyi Türkçe konuşuyor ki kelime oyunlarıyla Türkçe espriler yapıp, Türkçe tekerlemeler, şarkılar söylüyorlar. Acaba hangi Ermenice şarkıları söylerler diye beklerken “Arım balım peteğim, gülüm dalım çiçeğim, bilsem ki öleceğim, yine seni seveceğim... Hani kuşlar ağaçlar, binbir renkli çiçekler, nasıl yakalamıştık, saçlarından baharı...” şarkılarını Mari Yaya’dan dinliyoruz. Yılbaşı akşamları Türkiyedeki TV kanallarını izlerlermiş. Zeki Müren’in, Barış Manço’nun eski plaklarının, zamanında Türkiye’den Beyrut yoluyla Ermenistan’a geldiğini, onların da bu plakları çok dinlediklerini anlatıyorlar. Birdenbire Türkçe tekerleme şov başlıyor, Şımavon “Komşu komşu, huu, oğlun geldi mi, geldi, ne getirdi, inci boncuk, kime kime...” diye başlayan tekerlemeyi sonuna kadar söylerken Yetvart Amca “Bir berber, bir berbere bre berber gel beraber...” diye başlayıp “Samatyadan gelir topal çoban, yapar satar  çatal sapan, ne içun yapar satar çatal sapan, kendi ticaresu içun yapar satar çatal sapan” diye devam ediyor. Bu sıcak sohbet için kendilerine teşekkür edip evden ayrılıyoruz.

Akşam “Armenia” duduk grubunu dinlemek için Ararat restauranta gidiyoruz.  Müşteri olmadığı için programın olmadığını öğreniyoruz fakat ricamızı kırmıyorlar ve Alexander Poghosyan’ın solistliğinde Armenia duduk grubunu dinliyoruz. Ses sistemi olmadan akustik bir performans sergiliyorlar. Bunun o mekana özgü bir durum olduğunu düşünüyoruz fakat sonraki akşamlarda gittiğimiz benzer restaurantlarda da duduk, akordeon, tar, dhol, kanun ve solistlerin oluşturduğu grupların akustik çaldıklarını, bazen ud ve kanun için küçük amfilerin kullanıldığını görüyoruz. Repertuvarlar ağırlıklı olarak geleneksel halk müziği şarkıları ve aşık şarkılarından oluşuyor. Mekanların tasarımı, Türkiye ile bir karşılaştırma yapılırsa türkü barlar ile çok benzer. Mekanlardaki geleneksel, folklorik motifler dikkat çekiyor.  Müzisyenlerin icracılıkları oldukça ileri düzeyde. Fakat buna rağmen çok az para kazanabildiklerini hatta genelde müşterilere albümlerini satabildiklerinde o gün için net bir kazançla çıkabildiklerini öğreniyoruz.

09 Aralık 2008 – “Bizim nenelerimiz, dedelerimiz bizi aldatmadı...”

Ertesi sabah gazeteci, yazar ve aynı zamanda sinemacı olan Tigran Paskevichyan ile görüşüyoruz ve ağırlıklı olarak Türkiye-Ermenistan ilişkilerine dair görüşlerini alıyoruz. Türkler ve Ermeniler önce kendi gerçekleri ile barışmalı, sonrasında da birbirlerinin gerçekleri ile yüzleşmeli ve barışmalılar diyor Paskevichyan. Hrant Dink’in cenazesi sonrasında Türkiye’de yapılan yürüyüşe dair Ermenistan’da 3 temel eğilimin olduğunu söylüyor; olumlu bulanlar, o kalabalığın Türkiye nüfusuna göre çok az olduğunu düşünenler ve yürüyüşü samimi bulmayanlar. Bu üç görüşün de ardında temel olarak 1915’in yattığını özellikle belirtiyor. 1950’lerden sonra Ermenistan’da yetişen gençlere müthiş bir Türk düşmanlığının pompalandığını, bu düşmanlıktan uzak duranların ise bunu kendi şahsi çabalarıyla gerçekleştirebildiklerini söylüyor. Paskevichyan devlet yakınlaşmalarını takdir etmekle birlikte, asıl önemli olanın halkın yakınlaşması olduğunun altını çiziyor.  Tavuş bölgesinde Azeriler ve Ermeniler ile ilgili bir film çalışması olduğundan bahsediyor ve bu çalışma nedeniyle kendine yöneltilen eleştirileri şöyle özetliyor: “Sen Azerilerle ilgili böyle bir çalışma yapıyorsan zaten toprakları gözden çıkarmışsın, Türklerle biraraya geliyorsan soykırımı unutmuşsun” diyorlar. Fakat zamanla bu bakışın değişmeye başladığını ve daha da değişeceğini düşünüyor. Karşılıklı diyaloğun önemini vurguluyor: “Birbirimizi tanımamız gerek. Mesela İran, Gürcistan ile aramızda net bir sorun yok ama birbirimizi tanımıyoruz”. Paskevichyan’a göre Sovyet rejimi altında yaşamanın tek faydası çoğul, çokkültürlü bir ortamda büyümek olmuş: “Şimdi bizim çocuklarımız monokimlikli bir ortamda yaşıyor. Ermenistan’da Ermenilerin dışındaki etnik kimliklerin oranı %3 civarındadır; Yezidiler, Kürtler ve Malaganlar... Onlar  da kendi içinde kapalı toplumlar. ” Konuşmasının sonunda ise milli kimlik yerine bölgesel kimlikler oluşturmanın önemini vurguluyor.

Görüşme yaptığımız kafeden ayrılıp Haçadur Derderyan ile görüşmek üzere Michel pizzacısına gidiyoruz. Derdeyan İstanbul doğumlu, ilkokulu Ermenistan’da okumuş fakat tahsiline Türkiye dışında devam etmek istemiş. İtalya’da Ermeni kolejine, Fransa ve Ermenistan’da üniversiteye gitmiş. Bir süre Kanada’da yaşamış. Son olarak tekrar Ermenistan’a dönmüş ve Yerevan’da bir pizzacı dükkanı işletiyor. Çocukken İstanbul’da yaşamak istememesinin nedenini Ermenilerin Türkiye’de sürekli olarak yaşadıkları korku hissine bağlıyor. Kendi döneminde ailelerin çocuklarını erken yaşta yurtdışına okumaya gönderdiklerini, sonra da uygun koşulları yaratıp kendilerinin ülkeyi terk ettiklerini anlatıyor. Bu kaçışın en yakıcı nedeni, 6-7 Eylül olaylarında babasının İstiklal Caddesindeki dükkanının yağmalanmış olması. “O dönem Ermenistan diye bir yerden haberdar değildim ama Türkiye’yi de memleketim olarak görmüyordum... Sokakta Ermenice konuşmaktan korkardık” diyor. Ermenistan-Türkiye ilişkilerine dair düşündüklerini sorduğumuzda Hrant Dink’in öldürüldüğü dönem Ermenistan’daki tepkilerden bahsediyor: “O dönem Ermeni televizyonlarında olayın kendisi, Hrant Dink, bir kenara bırakılıp Anti-Türk propaganda yapıldı. Buradaki halkın Hrant Dink’i tanıdığı falan yoktu. Milliyetçiler, ölümünü kullandılar. Aslında buranın halkı Anti-Türk değil, diaspora Anti-Türk.” Abdullah Gül’ün futbol maçı dolayısıyla Yerevan’a geldiği dönemde de Taşnak partisi tarafından yapılan mitingin göstermelik olduğunu ve diasporanın laf etmemesi için küçük bir toplulukla yapıldığını belirtiyor. İki yıl önce İstanbul’a gelmiş ve İstanbul’u çok gelişmiş ve modern bulup kıskanmış. Türkiye’ye daha sık gelmek istediğini ve Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasının önemli olduğunu söylüyor.

Haçig abinin yanından ayrılıp Hetq (İz) gazetesinde iki gazeteci kadınla; Liana Sayadyan ve Anahit Shizinyan ile görüşmeye gidiyoruz. Hetq gazetesinin Yerevan’da daha alternatif bir yayın politikası izlediğini özellikle devletten ya da farklı kurumlardan herhangi bir mali yardım almadıklarını ve kendi yağlarıyla kavrulmaya çalıştıklarını söylüyorlar.  Hatta, bir iki gün önce bir gazeteci  arkadaşlarının Yerevan’daki mafyatik bir gruba dair yazdıkları nedeniyle ciddi anlamda fiziksel şiddete uğradığını öğreniyoruz. Her iki gazeteci de gerek son dönemde başlayan siyasi ilişkilerin gerekse sivil alandaki ilişkilenmelerin olumlu gelişmeler olduğunu ve devamının gelmesi gerektiğini düşünüyor. Ancak 1915’in Ermenistan toplumunda ruhsal bir engel olduğunu ve bu sorun çözülmeden çok da ilerlenemeyeceğini belirtiyorlar.

Hetq gazetesinde yaptığımız görüşmelerden sonra Ermenistan Kürtlerinden Jinya Amiryan ve Türkiye kökenli Harun Hevî  ile buluşuyoruz. Gürcistan ve Rusya’ya yaşanan göçlerden sonra 40-45 bin civarında bir Kürt nüfusun Ermenistan’da yaşadığını öğreniyoruz. Özellikle Elegez, Oktomberyan, Abovyan ve İçmezin bölgelerinde yaşayan Kürtlerin temel geçim kaynağını hayvancılık oluşturuyor. Kürtlerin büyük kısmı Yezidi inancına sahipken 1500 civarında bir nüfusun Müslüman olduğunu söylüyorlar. Görüştüğümüz her iki kişi de Yezidiliğin dinsel bir kimlikten ziyade Kürtler’den farklı bir etnik kimlik olarak algılanmasından duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlar. Ermenistan’da anadilde eğitim, gazete-dergi yayıncılığı, televizyon-radyo yayını, gibi hakların nüfusu 3000’i geçen tüm halklara tanındığını, bu çerçevede Kürtlerin de bu haklara sahip olduğunu belirtiyorlar. Yapacağımız etkinliklere Ermenilerin dışındaki kesimlerin de katılımının bizim için çok önemli olduğunu belirtip kendilerini konsere davet ederek ayrılıyoruz.

Akşam üzeri, Ermenistan’ın üçüncü büyük şehri olan Vanadzor’da konseri yapmamızı öneren ve o konserin organizasyonunu da üstlenen dostumuz Sebuh Sırpazan ile görüşmeye gidiyoruz. Sırpazan, milliyetçiliğin öncelikle milletini sevmeyi gerektirdiğini, milliyetçilerin ise milletini sevdiğine inanmadığını söylüyor: “Milletin hayrına olmayan kışkırtmalar, milleti aldatmak, kandırmak millete iyilik değildir. Buradan şövenizme hatta faşizme dönüşüyoruz, bu doğru bir tezahür değil. Milliyetçilik doğal birşeydir, herkes milletini sevebilir.  Ama milletini sevmeyi siyasi bir biçimde araçsallaştırınca kötülükler ortaya çıkıyor.” Sırpazan, siyasilerden birşey beklenemeyeceğini, halkların birbirileriyle konuşmaları gerektiğini, bu konserin bu anlamda çok önemli olduğunu söylüyor ve devam ediyor: “Bu programın ikinci ayağı olacak Türkiye Ermenileri. Bu köprünün bir ayağı bu kültürel bağ, ikinci ayak ise Türkiye Ermenileri. Türkiyenin Ermenileri önemli görevler alabilirler ve Türk milletini Ermenistan’da tasvir eden, tercüme eden, tanıtan bir ayak olabilirler.  İki millet arasında bu diyaloğu kurabilmek için büyük rol alabilirler. Çünkü Türkiye’nin Türklerini en iyi anlayan Türkiye Ermenileridir. Biz burada, Ermenistan’da son 100 yıllık Türkiye’yi tanımıyoruz. Ondan önceki Türkiyeyi çok iyi tanıyoruz, çünkü tarihi çok iyi biliyoruz.” Ermenistan’daki tarih algısının aldatıcı bir yönü olmadığını, Ermenilerin yaptıklarının da Ermeniler’e yapılanların da net bir biçimde herkes tarafından bilindiğini ve konuşulduğunu söylüyor. Ve ekliyor “Bizim nenelerimiz, dedelerimiz bizi aldatmadı. Nasıl ki Fethiye Çetin’in nenesi onu aldatmadı. En sonunda söyledi, çünkü boğazında durmuştu. Fethiye Çetin’in nenesinin derdi boğazında kalmıştı, artık ölmek, kurtulmak istiyor ama bu dünyada söylemek istediği birşeyler var. Nice neneler, dedeler var haykırmak istiyor, ağlamak, konuşmak istiyor... Boş yere tarihçilere başvurmak, onlardan birşeyler  öğrenmek lazım değil. Sohbet etsinler, otursun kalksınlar, bakın görürsünüz nasıl anlaşacaklar. Araya girmesin bu yalancı milliyetçiler, siyasetçiler, politikacılar. Bırakın iki milleti birbirini yalarlar, severler...” Konuşmasının neredeyse tamamında karşılıklı diyaloğun önemini vurgulayan Sırpazan, Türkiye-Ermenistan sınırının açılması yönündeki taleplerin de ekonomik çıkarlar çerçevesinde değerlendirilmesini eleştiriyor: “20 yıldır kapılar kapalıdır, ama Ermenistan gene yaşıyor. O kapının açılması 3-5 kuruş için değil –rahmetli Özal’ın dediği gibi- o kapı insanlık kapısıdır. Kavgayla, küslükle kapanmış olan kapının açılmasıdır önemli olan”.

Vanadzor’da tekrar görüşmek üzere Sebuh Sırpazan’ın yanından ayrılıp akşam yemek için davetli olduğumuz dostlarımızın evine doğru yol alıyoruz. O akşam bizi ağırlayan ailenin canayakınlığı ve misafirperverliği karşısında çok duygulu bir o kadar da keyifli bir gece geçiriyoruz. Votka ve khoz (domuz eti), genel olarak yemeğe oturduğumuz her sofranın speciali...

10 Aralık 2008 – “Sınırı açmanız gerek, lütfen”

Çarşamba sabahı 168 gazetesinden bir muhabir –Nune Hakhverdian- bizimle konser ile ilgili röportaj yapıyor. Pakrat Abi bir süreliğine masadan ayrıldığında Nune ile yalnız kalıyoruz, bir an için gözleri doluyor, “Sınırı açmanız gerek, lütfen” diyor. Ben bir an afallıyorum, sanki benim elimde olan bir şeymiş ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsilen oradaymışım gibi bir hisse kapılıyorum.  Çünkü söylenen şey “Sınırın açılması gerek” gibi bir cümle değil “You should open the borders!”.  Bu cümleyi Türkiyeli Ermeni olan Pakrat Abi’ye değil de bir Türk’e söylemesinin ardında bir anlam olduğunu hissediyorum. Bizim de bunu istediğimizi ve halklar arasındaki diyaloğu çok önemsediğimizi söylemek üzereyken Nune devam ediyor: “Yaşanmışlıklar çok ağır. Ninelerimizin yaşadıklarını, anlattıkları hikayeleri  duysanız sorunun ne boyutta olduğunu görürsünüz, unutmak mümkün değil.” Benzer hikayeleri İstanbul’daki Ermeni yakınlarımızdan duyduğumuzu, son dönemde bu hikayelerin anlatıdığı Türkçe basılan sözlü tarih yayınlarının olduğundan bahsediyorum. Aslında söylemek istediklerimi tam olarak söyleyemiyorum. Pakrat Abi geri geldiğinde konu kapanıp röportaja devam ediliyor. Röportajın sonuna doğru aramızdaki mesafenin azaldığını hissediyorum, Nune ayrılırken bana kartını veriyor, belki yazışırız deyip aramızdan ayrılıyor. 

Röportajı yaptığımız cafeden çıktıktan sonra Sayat Nova’nın kamançasını, Gomidas’ın pianosunu, Aşık Civani’nin kemanını, el yazması notalarını sergileyen; müzik, sinema, tiyatro ve edebiyat alanında önemli Ermeni sanatçıları ve eserlerini işleyen “Edebiyat ve Sanat Müzesi”ni gezme fırsatını yakalıyoruz. Eski elyazmaları kütüphanesi (Madenataran), Mayr Hayastan heykeli, modern sinemanın önemli isimlerinden Sergey Parajanov’un müzesi, Soykırım Anıtı ve müzesi (Tzitzernakaberd) görkemli büyük basamaklardan çıkılarak ulaşılan Krikor Lusavoriç Kilisesi Yerevan’a gidip de görülmesi gereken diğer önemli kültürel, tarihi  mekanlar. Perşembe günü Yerevan’a gelen konser ekibi uçaktan iner inmez otele yerleşip bir iki saat dinleniyor ve sonrasında hep birlikte bu mekanları geziyoruz.

11 Aralık 2008 – “Türkler ve Ermeniler’in barışa ihtiyacı var”

Perşembe sabahı Ararat da yüzünü gösteriyor bize. Yerevan’da geçirdiğimiz 3 gün boyunca sis yüzünden göremediğimiz Ararat, artık ümidi kestiğimiz noktada tüm heybetiyle dikiliyor karşımıza. Ararat’ı bu kadar yakından görünce sınırın aslında ne kadar yakın olduğunu farkediyoruz.

Kadro şehir turu yaparken biz bir grup üniversitede, öğrencilerle söyleşi yapmak üzere yol alıyoruz. Bir derslikte yapılan söyleşiye ağırlıklı olarak Türkoloji öğrencileri katılıyor.  Zaman zaman söyleşinin öğrencilere hocaları tarafından katılınması zorunlu kılınmış bir etkinlik olduğu izlenimine kapılıyoruz. Söyleşi, Kardeş Türküler ve Sayat Nova’nın İstanbul’da verdiği konserlerden örneklerin izlenmesiyle birlikte,  grubu daha fazla tanımaya dönük sorularla hareketleniyor. Söyleşi sonrasında Türkoloji 4. Sınıf öğrencisi Anna Poğosyan ile bir röportaj yapma fırsatı yakalıyoruz. Çok fazla pratik yapma imkanı bulamadığından, görüşmeyi Türkçe yapmayı tercih ettiğini söylüyor Poğosyan. Ailesi 1915’te yaşanan kıyım sonrasında Anadolu’dan göçmek zorunda kalan Poğosyan, Ermeniler ve Türkler arasında ilişkilerin normalleştiğini görmek istediği için Türkoloji bölümünü tercih ettiğini söylüyor. İki halkın yüzyıllarca birlikte yaşadığını ve birbirine çok benzediğini belirtip ileride Türk dili, kültürü, tarihi ve dini üzerine çalışmalar yapmak istediğini söylüyor. Türkler ve Ermeniler’in barışa ihtiyacı olduğunu vurguluyor ve ilişkilerin normalleşmesi için Türkiye’nin soykırımı mutlaka tanıması gerektiğini ekliyor.

12 - 13 Aralık 2008 – “Hangi dilden, hangi ırktan olursa olsunlar, buyursunlar gelsinler”

Ermenistan’da Yezidi Kürtler’le görüşmeler yapmak istediğimizde dostlarımız en uygun kişi olarak Yezidi bir dengbêj olan Feyzoyê Rizo’yu önermişlerdi. Biz de Cuma sabahı 10 kişilik bir grupla Feyzoyê Rizo’nun evine misafir olmak üzere Yerevan’a yarım saatlik mesafede yer alan Arevashat köyüne doğru yol alıyoruz. Arevshat’ın bir Ermeni köyü olduğunu, yalnızca 4-5 Yezidi hanesi olduğunu öğreniyoruz. Ermenistan’da geçirdiğimiz bir hafta boyunca her yerde karşılaştığımız misafirperverlikle karşılıyor Feyzoyê Rizo ve ailesi bizi.  Feyzoyê Rizo’nun ataları da inançlarından dolayı Anadolu’dan göçmek zorunda kalıp Ermenistan’a yerleşmiş. Aslen Iğdırlı olduklarını söylüyor. Osmanlı döneminde yaşanan baskılardan Anadolu’daki Yezidi Kürtler de payını almış ve Kars, Iğdır, Van, Malazgirt, Muş gibi bölgelerden Rusya, Gürcistan, Ermenistan’a göçler yaşanmış.  

Atalarından Feyzoyê Rizo’ya devrolan müzisyenlik geleneği alt kuşaklarda da devam ediyor. Oğlu bağlama çalıp stranlar söylüyor, torunu Yerevan’da bir müzik okulunda Ermeni müziği eğitimi görüyor. Apê Feyzo’nun Türkiye’de yayınlanmış bir albümü olduğunu, çeşitli etkinliklere ve festivallere katılmak üzere birkaç defa Diyarbakır, Mardin, Batman, Van, Hasankeyf, Silopi ve İstanbul’a geldiğini  öğreniyoruz.  Ricamızı kırmayan ailenin verdiği müzik ziyafeti ailenin en küçük ferdi olan 4-5 yaşlarındaki Feliks ile başlayıp, babası ve dedesinin söylediği stranlarla ve abisinin söylediği Ermenice şarkılarla devam ediyor.  Müzik, yemekte Kürtçe stranlar ve Ermenice şarkılarla devam ediyor. Evde, salondaki vitrinin üzerinde duran ve dikkatimizi çeken Hz İsa ve Meryem Ana fotoğrafını Ape Feyzo’ya sorduğumuzda “İster Hristyan olsun, ister Yahudi olsun, ister Müslüman olsun... Hepsi Tanrıdandır” diye cevap veriyor ve yemekte kadehini kaldırıp “ Bütün dünyaya açığız biz. Hangi dilden, hangi ırktan olursa olsunlar, buyursunlar gelsinler...” diyor. Akşamki konser için hazırlık yapmamız gerektiğinden Ape Feyzo’dan ve ailesinden müsade isteyip kendileriyle konser sonrasında, salonda tekrar görüşmek üzere ayrılıyoruz Arevashat’tan.

Aslında bu konser, Sayat Nova Korosu, Kardeş Türküler ve BGST Dansçıları’nın birlikte çıktığı ilk yolculuk değil. Kardeş Türküler, BGST Dansçıları ve Sayat Nova Korosu, BGST’nin gelenekselleşen Harbiye Açıkhava Tiyatrosu yaz gösterilerinden bazılarında da aynı sahnede buluşup şarkılarımızı birlikte söyledik. 2006 Temmuz’unda ise, bu kez Ruhi Su Dostlar Korosu’nun da katılımıyla, 'Mahlemize Âşık Geldi / Aşuğ e Yeger Mer Mahlen' adlı gösteride yine aynı sahneyi paylaştık. Bu konserde; Surp Garabet, Karacaoğlan, Garabetê Xaço, Şakîro, Pîr Sultan Abdal, Kusan Aşod, Sayat Nova, Âşık Mahzunî gibi aşuğ, dengbêj ve ozanlar dile geldi. Trakya, Anadolu ve Mezopotamya toprakları üzerinde birlikte yaşayarak kültürel ve toplumsal etkileşim halinde olan gelenekler yüzyıllarca birlikte yaşamış olan halkların geçmişinden bugüne taşındı.  Bu konserde de yine halkların, inançların, dillerin kardeşliği, kadınların özgürlüğü için söylenen; yine bayramları ve düğünleri, sevdaları ve hüzünleri anlatan şarkılarla, danslarla bu kez Yerevan seyircisinin karşısına çıkılıyor. Konser repertuvarını Ermenice, Türkçe, Kürtçe, Çingenece, Gürcüce, Azerice, Arapça, Lazca, Hemşince şarkılar oluşturuyor.

Konser sonrasında alınan tepkiler genel olarak olumlu yönde ve özellikle konserin ikinci bölümünde Tomo abi’nin seyircilerin arasında oturduğu yerden kalkıp halay çekmeye başlaması ve salondaki seyircileri de halaya çağırması ile sahnede yaşanan duygu yoğunluğu pek tarif edilir gibi değil. Ertesi gün Vanadzor’da verilen konserde çok daha coşkulu bir tepkiyle karşılaşıyoruz. Hrant Abi’ye adanmış bestelerin çalındığı bölüm ve Sayat Nova Korosunun repertuvarında yer alan Gilikya şarkısı konserin en etkili bölümleri oluyor. Konser sırasında neredeyse bütün salon halay çekerken şüphesiz hepimiz Hrant Abi’nin yazısında söylediklerini hatırlıyoruz: “Düşün bir kez Mehmed, Türkler, Kürtler ve Ermeniler Yerevan’da birlikte türkü söylüyorlar. Hem de sadece kendi türkülerini değil, birbirlerinin türkülerini. Biz koltuk değnekleriyle çıkmışız ortalığa halay çekiyoruz!”... Gerçekten de salonda Ermenice şarkılara aldığımız olumlu tepkileri, beğeniyi Azerice ya da Kürtçe şarkılar için de alıyoruz ve Hrant Abi’nin düşü bir anlamda gerçekleşmiş oluyor.

14 Aralık 2008 – İlişkisizliğin Tarihi

Pazar gününe Soykırım anıtı ve müzesisini (Tzitzernakaberd)  ziyaret ile başlıyoruz.  1970’li yıllara kadar halkın talep etmesine rağmen soykırımın anısına bir anıt yapılmasına izin vermemiş SSCB yönetimi. Yapıldıktan sonra da Ermeniler için kutsal bir mekana dönüşen anıt tüm Yerevan’ın görülebileceği bir tepede yer alıyor. Anıta giden yol boyunca kıyım yapılan tüm şehirlerin isimlerinin yer aldığı duvar eşlik ediyor bize; Muş, Bitlis, Van, Malatya, Varto, Adapazarı, Adana... Liste sinirleri bozucu bir şekilde uzayıp gidiyor. Duvarın arka tarafında ise o dönemde kıyıma engel olmak için çaba harcamış kişilerin isimleri sıralı. Anıtın tamamının tasarımı yaşam ve ölüm, gidenler ve kalanlar, geçmiş ve gelecek ikilemi üzerine kurulmuş. İki parçadan oluşan ucu sivri dikilitaşın kısa kısmı hayatını kaybedenleri simgelerken uzun kısmı yaşayan Ermenileri simgeliyor. Anıtın orta yerinde yanan ateş de geçmişte yaşananların asla unutulamayacağı, ancak geleceğe dair umutların da bitmeyeceğinin bir simgesi olarak hiç bir zaman sönmüyor.  Anıtta saygı duruşundan sonra çalınan duduk ve söylenen ilahi ortama hakim olan hüznü daha da arttırıyor. Sonrasında müzede gezerken gördüğümüz belgeler ve fotoğraflar ise tarihin ağırlığının omuzlarımıza çökmesine, boğazımızın düğümlenmesine neden oluyor. Anıtta bize rehberlik eden dostumuz bizi bu duygularla uğurlamak istemediklerini söylüyor ve birlikte keşkek yemek ve halay çekmek için bizi Musadağlıların mahallesine davet ediyor.

Yerevan’da mahalle  ve köy isimleri konusunda hiç yabancılık çekmiyoruz: Malatya, Bitlis, Arguvan, Van, Muş, Musa Ner... Anadolu’dan Yerevan’a gelen Ermenilerin geldikleri şehirlerin isimleri verilmiş mahallelere. Musa Ler de Akdeniz kıyı şeridinden buraya gelenlerin kurduğu bir mahalle. İsmini 1915’te 5-6 Ermeni köyünün soykırıma karşı direnmek için sığındıkları ve 2 ay  boyunca saldırılara karşı koydukları, kıyımın gereçekleştirilemediği tek nokta olan Musa Dağ’dan alıyor.  Bu direnişin anısına mahallenin girişinde bir anıt ve müze yapılmış. Ziyaretimiz Musadağlıların atalarından kalanların sergilendiği küçük müzeyi gezerek başlıyor. Sonrasında dualar eşliğinde harisa/keşkek ve şarap dağıtılmaya başlanıyor ve davul zurnalar eşliğinde halaylar başlıyor. Bir duygu yoğunluğu da burada yaşanıyor ve Yerevan’ın dondurucu soğuğuna oluşan sıcak ortamla karşı koyuyoruz.

Bir grup Yerevan’daki Musadağlıları ziyarete giderken, diğer grup da müzisyen Inga ve Anush Arshakyan kardeşlerle görüşmeye gidiyor.

Inga ve Anush’un çalışmalarıyla ile ilk karşılaşmamız bir-iki sene önce BGST müzik arşivine gelen bir DVD konser kaydı ile olmuştu. Geleneksel Ermeni müziğini icra biçimleri; vokal yorumları, enstrümantasyon tercihleri, sahneleme biçimi ve repertuvar anlamında Kardeş Türküler’in yorumuna çok benzetmiştik. Inga ve Anuş ile Türkiye’de, sahnede bir buluşma yaşamak, bir açıkhava konserinde kendilerini konuk etmek hep arzuladığımız ve Sayat Nova korosu ile de paylaştığımız bir niyetti. Ermenistan’a gider gitmez de onlarla tanışmak isteyip bir buluşma ayarlıyoruz. Görüşmede onların da Kardeş Türküler’den haberdar olduğunu öğreniyoruz. Arto Tunçboyacıyan’ın kendilerine verdiği bir mp3 CD’den bazı Kardeş Türküler şarkılarını dinlediklerini ve beğendiklerini söylüyorlar.  Yurtdışında turnede oldukları için Yerevan’daki konseri izleyememişler. Bu konserin İstanbul ayağını birlikte kurabileceğimizi, İstanbul’da Ermenistan’lı bir grup olarak kendilerini ağırlamak isteyeceğimizi söylüyoruz. Bu fikre genel olarak sıcak bakıyorlar, özellikle yaz dönemi böyle bir planlama yapabileceğimizi konuşup irtibatı kesmemek dileğiyle yanlarından ayrılıyoruz ve Aram caddesindeki Vernisaja geçiyoruz.

Vernisaj; eski kitapların, süs eşyalarının, kap-kacağın, eski eşyaların, meyve-sebzenin, tablo ve heykellerin, akla gelebilecek her türlü ihtiyacın bulunabileceği, hafta sonu şehrin ortasında kurulan pazar. Nar figürlü süs eşyaları bizim ekip tarafından pazarın en dikkat çeken ve en çok satış yapan ürünlerinden oluyor. Aramızdan Yerevan’a sık gelip gidenler, pazarın gittikçe pahalılaştığını neredeyse pek bir şey alınamayacak hale geldiğini halbuki eskiden çok daha ucuz olduğunu söylüyorlar.

Ermenistan’daki son akşamımızda, tüm ekip müzikli bir restaurantta yemek yiyoruz. Şarkılar söyleniyor, danslar ediliyor... Restaurantta çalan müzisyenlere bizden pek fazla fırsat kalmıyor, çünkü herkes teker teker sahneye çıkıp birşeyler çalıyor ya da söylüyor, dans pisti neredeyse hiç boşalmıyor. Öyle bir an geliyor ki salondaki herkesin yüzündeki gülümsemeye gözyaşları eşlik etmeye başlıyor. Pakrat Abi mikrofonu eline alıp “Bizim gibi de böyle sevinince ağlayan bir millet yoktur” deyip Hrant Abi’nin “Ağlayan Düğünler” yazısını seslendiriyor. Mutlulukla karışık bir hüzün çöküyor salona. BGST ve Sayat Nova Korosunun 90’lı yıllardan bugüne sürdürdüğü yoldaşlık belki de bu durakta, Ermenistan’da çok daha derin anlamlar buluyor.

Ermenistan’dan döner dönmez, Türkiye’de “Özür Diliyoruz” kampanyasına dair yürütülen tartışmalara tanıklık edip kısa bir süre için gördüğümüz rüyadan uyanmış gibi oluyoruz. Halbuki, Ermenistan ve Türkiye arasındaki ilişkisizliğin tarihine, sivil alandan, sanatın diliyle beyaz bir sayfa açmaktı niyetimiz ve bunun hiç de zor olmadığını görmüştük. Hrant Abi’nin dediği gibi:

“Atalarımız geçmişte kendilerine düşen sayfaları iyi kötü doldurdular. Asıl sorun bugün bizim bu beyaz sayfaları nasıl dolduracağımız. Geçmişte yaşanan büyük felaketin sorumluları gibi mi davranacağız, yoksa o yanlışlardan ders alarak yeni sayfaları bu kez uygar insana yakışır bir şekilde mi yazacağız? Bu, önümüze konmuş en büyük sorumluluk. Bu sorumluluğun gereğini yerine getirmekten kaçınanlar ya da hala kötü ve acı yaşanacaklarla doldurmak isteyenler, aslında geçmişte yaşanan o acıların sorumlularından hiç de aşağı kalmayanlardır. Biz, sorumluluk hissedenler ise onlara izin vermemeli ve bu sayfaların aynı şekilde yazılmasını onların tekeline bırakmamalıyız...”[[dipnot1]]