2011, Türkiye’den Almanya’ya Göçün 50. yılı… 31 Ekim 1961 günü, Türkiye ile Almanya arasında işgücü alımına resmiyet kazandıran bir anlaşma imzalanmış. Türkiye’den söz konusu anlaşma çerçevesinde gelenlerin sayısı 1961 yılında 7000’i bulmuş. O günden bugüne aradan 50 yıl geçmiş ve bu yıl, Almanya’da konuya ilişkin çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu (ATİF) da bu çerçevede, Ekim ayının ilk haftası farklı tarihlerde, farklı şehirlerde (Duisburg, Hamburg ve Stuttgart) Kardeş Türküler konserleri organize etti. (Bu arada Hamburg'taki konser, ayrıca Yılmaz Güney etkinliği olarak da duyurulmuştu. Sinemasıyla olduğu kadar insan hakları bağlamında verdiği özgürlük mücadelesiyle de tartışmasız büyük bir isim olan Yılmaz Güney’i o gece hep birlikte andık.)

Bu kez yine aynı etkinlikler kapsamında Almanya’nın “Barış Şehri” olarak adlandırılan Augsburg şehrine doğru yola çıkıyoruz. Uçağa binerken ellerimizdeki gazetelerde yürek burkan haberler… Bir yanda anti-demokratik tutuklamalar… Bir yanda hızla yükselen şiddet ve gelen can kaybı haberleri… Bir yanda da yaşanan Van depremi felaketi… 25 Ekim sabahı, aklımızın ve yüreğimizin bir parçasını Türkiye’de bırakarak, “Türkiye’den Almanya’ya İşgücü Göçünün 50. Yıl Etkinlikleri” kapsamında aylar öncesinden planlanan “Göç Türküleri” konseri için Almanya’nın Augsburg şehrine gidiyoruz.

“Barış Şehri” Augsburg… Yazdığı unutulmaz oyunlarda daima savaş karşıtı bir duruş sergileyen Alman tiyatro adamı Bertold Brecht’in şehri Augsburg... Bizleri yaklaşık 10 gün boyunca burada ağırlayan İnternasyonel Kültür Merkezi’nden bir arkadaşımız, şehri bize gezdirirken şunları söylüyor: “Brecht bu şehirde ne kadar okunuyor, seviliyor ve sahipleniliyor bilinmez ama köşe bucağına Brecht’in ruhu sinmiş olsa gerek…Çünkü burada, bu kardeşlik konseri için epeyce çalışıldı!..”

Gerçekten de şehre geldiğimiz ilk günden beri başta Augsburg Belediye Başkanı olmak üzere, Augsburg Belediyesi’nin bu işe ciddi olarak önem verdiğini hissediyoruz. Geldiğimizin ertesi günü Augsburg Filarmoni Orkestrası (Das Philharmonisches Orchester Augsburg) şefi Dirk Kaftan ile buluşup çalışma programımızı çıkarıp ilk provalarmızı gerçekleştiriyoruz.

Augsburg Filarmoni Orkestrası’yla Alexander Borodin’in “Steppenskizze aus Mittelasien” adlı eserini birlikte seslendireceğiz. Şef Dirk Kaftan, yaptığımız ön görüşmede “bu eserde Borodin’in, kendi durduğu yerden bir ‘doğu dünyası’ tasviri yaptığını ve aynı eserde Kardeş Türküler’e de bir bölüm açarak, Kardeş Türküler olarak ‘doğu’dan kendi sesimizi duyurmamızı” öneriyor. Sanatsal üretim açısından demokratik bir ortam kurulmaya çalışılıyor. Bizler de Kardeş Türküler repertuvarından şarkı önerileriyle geldik bu buluşmaya. Kerwane, Dargın Mahkûm, Bingöl ve Güldaniyem’i Filarmoni Orkestrasıyla birlikte icra edeceğiz.

Provalar arası verilen molalarda orkestra üyeleriyle merhabalaşıyoruz. Bu deneyimi yaşamaktan duyulan memnuniyetler karşılıklı olarak paylaşılıyor. Orkestradaki müzisyenlerden biri, güleryüzüyle yanımıza yaklaşıp selam verirken bir yandan da zariflik göstererek bizlerden özür diliyor: “Şarkılarınızdaki melodik yapılar ve ritim dünyası bizim için çok farklı, dolayısıyla hatalar yapıyorsak bağışlayın. Fakat emin olun, ileride çok daha iyi olacak!”

Yine bir mola esnasında orkestradan bir müzisyen yanımıza yaklaşıp bize Türkçe “Merhaba, hoş geldiniz!” diyor ve böylece orkestradaki Türkiyeli kemancı Gülden Hanım ile tanışıp ayaküstü sohbet ediyoruz. Müzik okumak amacıyla geldiği Augsburg’ta tam 29 yılını tamamlamış. Daha önce de böyle farklı uluslardan müzisyenlerle küçük çaplı ortak icralar olmuş, mesela Hintli bir grupla bir şarkı seslendirmişler; ama bu denli geniş bir repertuvarı ve de Türkiye’den gelen bir toplulukla ilk kez icra ediyorlarmış. “Bu çokdilli Türkiyeli şarkılar, özellikle Augsburg Filarmoni Orkestrası için çok farklı bir tecrübe.” diyor Gülden Hanım.

İki akşam, iki ayrı yere; İnternasyonel Kültür Merkezi ve Augsburg Alevi Kültür Merkezi’ne konuk oluyoruz. Karşılıklı çaylar kahveler içiliyor sohbetler ediliyor. İnternasyonal Kültür Merkezi’nden bir arkadaşımızla başlıyoruz sohbete: “Derneğimizde sadece Türk kökenli Türkiyeliler yok, Kürt, Ermeni, Süryani kökenli Türkiyeliler de derneğimize ya üyedir ya da gelir gider. Türkiyelilerin burada 50 yıllık bir geçmişi var. Belki bir 150 yıl daha buradayız, çünkü burada köklerimiz var artık. Bu geçmişi değerlendirdiğimizde, yani Türkiyeliler ve Almanlar olarak hangi noktadayız diye baktığımızda çok iyi bir yerde olmadığımızı görüyoruz. Bir 50 yıl daha burada yaşayacaksak ki süreç bunu gösteriyor, tek başımıza hareket etmenin hiçbir anlamı olmadığını da biliyoruz. Kendimizi Almanya toplumundan soyutlayamayız. Alman toplumunda bizi kabullenen bizimle birlikte hareket edebilen kişiler, toplumlar, kurumlar da var. Amacımız, bu ilişkileri daha iyi yerlere taşıyabilmek. Derneğimiz, buraya göçmen gelen biz Türkiyeliler ile Almanların mevcut ortak yaşam alanlarını genişletmek ve geliştirmek yönünde mücadele ediyor.”

Almanya’ya 1980’de geldiğini söyleyen arkadaşımızla sohbetimize devam ediyoruz: “Burada herkesin kendine göre bir göç tarihi var, ama bu iş ‘topladık valizi geldik’ diye anlatılabilecek kadar basit bir olay değil. Buraya gelişlerin tümü ‘zorunluluk’tan kaynaklanan bir geliş. Kendi ülkendeki zorluklar seni buna mecbur etmiş. Türkiye ve Almanya arasında 31 Ekim 1961’de imzalanan işçi alımı anlaşmasından sonra gelen babalarımız annelerimiz, burada kaldılar, dönemediler. Çünkü kendi ülkelerine göre farklı sosyal güvenceler edindiler, farklı ekonomik rahatlıklar edindiler, farklı dostluklar, çevreler edindiler… Bütün bunları bir anda bırakıp yeniden kaldığın noktaya geri dönmek kolay değildir. Üstelik burada bıraktıkları çocukları, torunları var. Dönemin Alman Hükümetine özgü meşhur bir söz vardır: ‘Biz işçi istemiştik, insan geldi.’ Yani aradan geçen 50 yıldan sonra gelenlerin, iş görmek üzere kurulmuş ‘makineler’ değil, ‘insanlar’ olduğu gerçeği yavaş yavaş idrak edilmeye başlandı. Sonuçta bizler insanız ve artık buralıyız. Burada yaşarken yaşadığımız bu ülkenin hayatına ya da yaşadığımız alanlara katkılarımız neler olacak noktasını da düşünmemiz gerekiyor.”

Diğer yandan yaptığımız görüşmelerde Türkiyeli toplumun dağınıklığı da sıkça vurgulanan konulardan. Yaşadıkları topluma katkı sunarak toplumun tüm bireyleriyle birlikte, ortak hareket edebilmek mücadelesi veren Türkiyelilerin yanı sıra, kendini Alman toplumundan tamamen izole edip hiçbir şeye bulaşmadan, “tuzsuz aşım, ağrısız başım” yaşamını devam ettirmek isteyen Türkiyelilerin sayısının da hiç azımsanmayacak bir sayı olduğu üzülerek vurgulanıyor. Beraber yaşayacaksak, beraber yaşama kuralları neyi gerektiriyorsa ona da riayet etmek gerektiğinin altı çiziliyor.

İnternasyonel Kültür Merkezi, resmi olarak 1976’da kurulan ATİF (Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu) bünyesinde yer alıyor. Dernekten bir başka arkadaşımızla yaptığımız sohbette de farklı önemli konular geliyor gündemimize: “Emperyalist tekeller, her zaman ucuz işgücüne ihtiyaç duyar ve biz burada, bu ucuz işgücünde bir ömür tükettik. Kimimiz bir traktör, kimimiz iki öküz almak için geldik ama uçak kuyruklarında tabutlarımızda bekleyerek gidiyoruz. Kendi çalıştığım BMW firmasından örnek vereyim, 15-20 bin kişinin çalıştığı büyük bir yapı düşünün, p’i göçmen işçidir ve en ağır işlere onları koşarlar. Düşük maaşa onlar çalışır. 0’u Alman’dır ve kalifiye alanlarda onlar yer alır, maaşları yüksektir. Alman Emperyalizmi bugün, Türkiye ile 1961’de imzaladığı işçi sözleşmesinin 50. yılını kutluyor. O sözleşme, utanç verici bir sözleşmedir. Emperyalist bir ülkeye muhtaç bırakılan bizlerin, iliğimize kemiğimize kadar sömürülmemizin sözleşmesidir ve utanç vericidir. Memlekete tabutlarımız gitti, çocuklarımız buralarda telef oldu, bugün hâlâ yüzlerce sorunla başbaşayız. Geçmişe nazaran daha da derinleşen bir yoksulluk var ve bu yoksullukta göçmen işçiler, en ağır bedelleri ödüyor. Göçmen işçiler arasında da Türkiyeliler daha da kötü durumda çünkü din faktörü de devreye giriyor. Bütün bunlara rağmen hâlâ ikiyüzlüce ‘göçün 50. yılını kutlama’ diye telaffuz ediyorlar. Bence, göçün 50. yılında kutlanacak hiçbir şey yok; ama teşhir edilecek çok şey var!”

Göçün 50. yılının çarpıcı sosyal gerçekleri!... İşçiler hâlâ eziliyor, hâlâ sömürülüyor; çünkü sömürü düzeni üzerinden palazlanan emperyalizm de ancak bu şekilde ayakta kalabiliyor. Ve ne yazık ki bugün rüzgârlar hâlâ emperyalistlerden yana esmekte; ama arkadaşımız, bir gün bu rüzgârların emekten ve emekçiden yana eseceğine olan umudunu koruyarak konuşmasına tüm samimiyetiyle devam ediyor: “Duyuyoruz, bazı arkadaşlar diyorlar ki, ‘hiç olmazsa Almanya’dasınız, orada demokrasi var.’ Arkadaşlar, burada demokrasi falan yok! Burada düzene dokunmadığın sürece yaşa yaşayabildiğin kadar… Evet, istersen çık sokakta özgürlük adına serserilikler yap, kimse sana çıkıp bir şey demez; ama azıcık düzenin kuyruğuna basmayagör! Türkiye’deki değme faşistlerin babalarının burada olduğunu görürsün. Türkiye’den ne kadar uzak yaşasak da, ne kadar Türkiye’ye sık sık gelip gidemesek de, Türkiye bizi birinci derecede ilgilendiriyor. Geçen hafta Van’da bir deprem haberi geldi, buradan bizler de hemen takip ettik. Medya’ya bakıyorsunuz, medyanın gerçekten alçaklık yaptığını görüyorsunuz. Deprem gibi bir doğal afet üzerinden bile ırkçılık yapılıyor. Kürt halkından intikam alınıyor. Kardeşin kardeşe yaptığı bu zulüme çok üzülüyoruz”

Bir diğer akşam da Augsburg Alevi Kültür Merkezine konuk oluyoruz. Merkezi bizlere gezdirirlerken kendi elleriyle inşa ettileri bölümlerden bahsediyorlar. Orada da Türkiye’deki son gelişmelerden, Almanya’daki hayatlardan sohbetler açılıyor. Etkinliğin organizasyonunda görev alan bu arkadaşlara Kardeş Türküler projesini önerme gerekçelerini sorduğumuzda aldığımız cevaplar da aşağı yukarı aynı: “Çünkü Kardeş Türküler, Türkiye’de yaşayan farklı kültürleri, inançları, kimlikleri görünür kılma mücadelesi veriyor. Almanya’ya da sadece Türkler gelmedi. Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Araplar Süryaniler geldi ve hepimiz Türkiyeli olarak geldik buraya, buralı olduk. Sadece Almanlarla değil; İtalyan, İspanyol, Portekizli, Yunan… pek çok halktan insanla bir arada varolma ve yaşama mücadelesi veriyoruz. Kardeş Türküler de ‘farklılıklarla bir aradalık’ noktasını öne çıkarıyor. Bir arada olmanın mücadelesini sanat alanında veriyor. Onun için Kardeş Türküler’i davet ettik.” yanıtını alıyoruz. Ya da, “Kardeş Türküler ile Augsburg Filarmoni Orkestrası’nı buluştururken, beraber yaşamayı çok önemsediğimizin altını çizmek istedik. Biz göç verdik ama siz de göç aldınız, demek istedik. Bu aynı zamanda bir karşılaşmadır. Bizim gözümüzde Kardeş Türküler ‘göç’ü temsil ederken, Filarmoni Orkestrası da ‘buradaki halkları’ temsil ediyor. Bu karşılaşmada farklı türküleri, farklı şarkıların buluşmasını istedik.” diye yanıtlıyorlar sorumuzu.

İnternasyonel Kültür Merkezinden ve bu etkinliğin organizasyon komitesi üyelerinden bir başka arkadaşımızla yaptığımız konuşmada da şunları öğreniyoruz: Filarmoni Orkestrası’nın yöneticileri olsun, Şehir Tiyatrosu’nun yöneticileri olsun, bu pojeye heyecanla yaklaşmışlar ve bir ayağının da İstanbul’da gerçekleştirilmesinin, kültürel buluşma açısından çok iyi olacağını vurgulamışlar. “Karşımıza engeller de çıkarabilirlerdi.” diyor, ama onlar da seve seve kabul etmişler bu projeyi. Üstelik konserin verileceği tarih, Alman toplumunda bir dini bayrama (Halloween) denk gelmiş ve bu bayramdaki inanca göre müzik yasak. Buna rağmen, o gün bizimle bu etkinliği gerçekleştirmeye onay verdilerse, bütün bunlar aslında karşılıklı olarak bir şeyleri değiştirmeye açık olduğumuzun ve birlikteliğimizi daha iyiye götürmek yolunda iyi niyet taşıdığımızın da işaretleri, diye yorumluyorlar...

Ve 1 Kasım gecesi Augsburg Tiyatrosu (Theater Augsburg) sahnesinde, “Göç Türküleri-Lieder Der Migration”... Konser salonu tamamen dolu… Yer bulamayıp bulduğu bir köşeye ilişip oturanların ya da ayakta izleyenlerin sayısı da hiç az değil… Önce Augsburg Filarmoni Orkestrası (Das Philharmonisches Orchester Augsburg) sahne alıyor. Sırasıyla Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operasından bir uvertür, Rimsky’nin “Şehrazat” adlı eserinden dört bölüm seslendiriyorlar. Ardından Kardeş Türküler sahne alıyor ve Türkçe, Arapça, Lazca, Çingenece, Kürtçe şarkılar seslendiriliyor. Ve son olarak “Kardeş Türküler ile Augsburg Filarmoni Orkestrası” bir araya geliyor. Önce Borodin’in “Steppenskizze aus Mittelasien” adlı eseri, ardından Kardeş Türküler repertuvarından Dargın Mahkûm, Kerwane, Bingöl ve Güldaniyem birlikte yorumlanıyor.

Her göç, farklı bir yeni başlangıç… Ve şairin dediği gibi, “hiçbir yeniden kolay değil!” Herkesin kendine göre bir göç hikâyesi ve her hikâyenin ayrı bir hüznü, ayrı bir kederi, ayrı bir umudu var... “Kardeş Türküler’le 15 Yılın Öyküsü” adlı kitabımızda da yer verdiğimiz bir ifadenin ne kadar isabetli olduğunun bir ispatını daha yaşar gibiyiz: Kardeş Türküler bir ‘arayış’tır!”… Daha önce tanışılmamış olana, denenmemiş olana bir kapı aralayabilme arayışı da bu arayışlardan biri. Augsburg Filarmoni Orkestrası ile yaşanan bu tecrübe de aslında farklı kültürler arasında bir ilk buluşmaya ve bir tanış olma durumuna aralanan kapılardan biri…