Ermeni Tiyatrocular Tarafından Türkçe Olarak Sergilenen ve Arka Planına Osmanlı'da Kürt İsyanlarını Yerleştiren Bir Oyun
Fırat Güllü (15.10.2007)
Ebüzziya Tevfik Bey ve Tiyatro
Ebüzziya Tevfik Bey 1848 yılında İstanbul'da doğdu. Çok düzenli bir eğitim almamasına rağmen Şinasi ve Namık Kemal gibi aydınların yanında kendi kendisini yetiştirme imkanı buldu. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin bir üyesi olmasına rağmen 1867 yılında yaşanan tutuklama olayları nedeniyle hareketin diğer üyeleri gibi yurtdışına kaçmak zorunda kalmadı. Yeni Osmanlılar'ın başlıca üyeleri Fransa ve Londra'da iken o İstanbul'da "Matbaa-i Ebüzziya"yı kurdu ve yayıncılıkla uğraştı. Namık Kemal 1871 yılında İstanbul'a dönünce onunla birlikte "İbret Gazetesi"ni çıkarmaya başladı. 1872 yılında yazdığı "Ecel-i Kaza" piyesi Güllü Agop yönetimindeki "Tiyatro-i Osmani Kumpanyası"nda sergilendi. Ardından aynı kumpanyanın 1873 yılında sergilediği Namık Kemal'in "Vatan Yahut Silistre" adlı eserinin halk içerisinde yarattığı havadan memnun olmayan Abdülaziz tarafından sürgüne gönderilen kadro içerisinde yer aldı. 1876'da padişaha karşı girişilen hükümet darbesinin başarılı olmasıyla başa geçebilen V. Murad tarafından başkente geri çağrılanlar arasında o da vardı. Namık Kemal ve Ziya Paşa ile birlikte Osmanlı anayasasının hazırlıklarına katıldı. Ancak Abdülhamit'in her iki ismi de sürmesinden sonra siyaset hayatından uzak durmayı tercih etti; buna rağmen Konya'ya sürülmekten kurtulamadı. 1908 yılında II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte tekrar İstanbul'a döndü. Süleyman Nazif ile birlikte "Yeni Tasvir-i Efkar Gazetesi"ni kurdu ve burada ünlü "Yeni Osmanlılar Tarihi"ni neşretti. 1913 yılında İstanbul'da öldü.
Ebüzziya Tevfik Bey'in de bir üyesi olduğu ve temel ilkelerine sonun kadar sadık kaldığı Yeni Osmanlılar Hareketi, Osmanlı toplumunda Müslüman kesimler arasında ortaya çıkan ilk örgütlü aydın hareketi olarak kabul edilmektedir. Temelde, Tanzimat Paşaları olarak bilinen, Âli ve Fuat Paşaların sergilediği despotik reformculuğa karşı çıkan ve bu anlayışın yerine İslami temellere dayalı bir parlamenter sistemin getirilmesini savunan, bu yaklaşımları nedeniyle "İslami liberaller" olarak nitelendirilen Yeni Osmanlılar, kamuoyu kavramını Osmanlı toplumunun gündemine taşıyan kişiler olarak da bilinirler. Yürüttükleri siyasi mücadeleyi toplumun geniş kesimlerinin desteğini alarak ilerletmeyi düşündüklerinden kendi siyasi görüşlerini geniş kitlelere taşıyacak her türlü araçtan yararlanmayı hedeflemişlerdir. Öncelikli olarak gazetecilik yapsalar da zamanla tiyatronun gücünü de keşfetmişlerdi. Ebüzziya Tevfik Bey Yeni Osmanlılar'ın tiyatroya yaklaşımlarını şu şekilde özetlemektedir:
"Yeni Osmanlılar'ın tarihini yazarken böylece tiyatrodan söz etmek ve meşrutiyet yönetimini amaçlayan bir kuruluşla nihayet bir eğlence aracı (lubiyat) olan tiyatro arasında bir ilişki kurmak -ihtimal ki- bir çok kimseler tarafından garip karşılanacaktır. Ancak şurasını unutmamak gerekir: Eski Jön Türkler [Yeni Osmanlılar] ana hedef olan özgürlük ve meşrutiyete ulaşmak için, gelişme ve ilerlemenin elde mevcut her türlü aracından yararlanmayı öngörüyorlardı. Bundan dolayı tiyatroyu da gelişme ve ilerlemenin vazgeçilmez yardımcı araçlarından biri olarak kabul etmişlerdi. Tiyatro belki de bir eğlenceydi ama eğlendirerek öğretmesini ve eğitmesini de biliyordu. O halde ondan da -imkanlar oranında- elbette yararlanacaklardı. Hele ki basınla elde etmek istedikleri sonuç iki de bir engelleniyordu. Öyle zaman oluyordu ki iş sadece tiyatroya bel bağlamaya kalıyordu. Sonra tiyatronun basına göre bazı üstün tarafları vardı: Eğlendirerek, görerek eğitiyor ve etki altında bırakıyordu. Gazete ve dergileri sadece okuma yazma bilenler izleyebilirken, tiyatroyu hiç okuması olmayan bir kimse de rahatlıkla izleyebilir ve ondan etkilenebilirdi. Dahası da vardı. Toplum bilinci tiyatroda daha yaygın ve daha birinden birine geçici bir hal kazanıyordu. Bütün bunlar öyle kolay kolay vazgeçilmez şeylerdi; o halde onları amacın emrine vermek gerekliydi." ( "Yeni Osmanlılar", Pegasus Yayınları, İstanbul 2006, s.443)
Yukarıda da bahsedildiği gibi Ebüzziya Tevfik Bey bu görüşlerine uygun düşecek bir girişimle 1872 yılında bir tiyatro eseri kaleme almıştı ve ilginç bir biçimde bu eser Osmanlı döneminde Doğu Anadolu'da görülmekte olan Kürt isyanlarının nedenleri üzerine önemli bazı tahliller yapmaktaydı. Yazar oyunda bu tür isyanların Osmanlı yönetiminin despotik yöntemlerinden kaynaklandığını ima etmekte ve Yeni Osmanlılar'ın siyasi görüşleriyle uyum içerisinde liberal bir çözüme taraftarlık etmekteydi.
Ecel-i Kaza ve Shakespeare Etkisi
Bilindiği gibi Batılı anlamda kaleme alınmış ilk Türkçe oyun Ebüzziya Tevfik'in de üyesi olduğu Yeni Osmanlılar hareketinin öncüsü sayılan İbrahim Şinasi Efendi'nin Şair Evlenmesi adlı oyunudur. Oyun dönemin gözde temalarından birisi olan görücü usulü evlenmenin sakıncalarını komik bir biçimde ele alan Molièresk bir komedidir. Buna karşın yayıncılık faaliyetlerine yıllarını vermiş bir aydın olarak, hele ki hocası kabul edilecek bir kişinin bu oyunundan haberdar olmaması ihtimal dışı olan Ebüzziya Tevfik Bey, 1872 yılında yazdığı Ecel-i Kaza adlı piyesi "ilk milli tiyatro" olarak adlandırmayı tercih etmiştir. 2006 yılında Ebüzziya Tevfik Bey'in "Yeni Osmanlılar Tarihi" adlı eserini dilini sadeleştirerek yeniden yayına hazırlayan Şemsettin Kutlu bu durumu fark etmiş ve esere konuyla ilgili bir dipnot düşmüştür. Biz bu durumun basit bir "hesap hatası" ya da bilinçli bir çarpıtma olduğu düşüncesinde değiliz; bizce bu daha çok dönemin tiyatro terminolojisinde ortaya çıkan karışıklığın bir sonucu olarak da görülebileceği düşüncesindeyiz. Örneğin eserin ilk kez sahnelendiği Tiyatro-i Osmani Kumpanyası'nın el ilanları incelendiğinde repertuarda yer alan eserlerin sınıflandırılmasında bir düzensizlik olduğu ve kimi zaman "milli eser" kategorisinin dram, komedya ya da tragedya türlerinden ayrı bir başlıkmış gibi ele alındığı görülecektir. Örneğin gerek Refik Ahmet'in, gerekse Metin And'ın eserlerinde ayrıntılarına yer verdikleri 1874-1875 yıllarına ait bir kitapçıkta Ecel-i Kaza "milli eser" olarak nitelendirilirken aynı kategoride yer almasını beklediğimiz örneğin Namık Kemal'in Akif Bey'i, Mehmet Şakir'in Feyz-i Aşk'ı ya da Mehmet Rifat'ın Görenek'i "milliye" adlı ayrı bir gruplandırmaya dahil edilmişlerdir. Bununla birlikte eğer oynansaydı Şair Evlenmesi'nin içerisine dahil edileceği özgün ya da uyarlama komedyalar ayrı bir grup halinde ve yine "milliye" adıyla duyurulmuştur. Dolayısıyla Ebüzziya Tevfik'in kendi oyununu "ilk milli tiyatro" olarak nitelendirirken, ilk milli komedya kabul edebileceğimiz Şair Evlenmesi'yle farklı bir kategoride yer alan, "dram" türünün ilk milli örneğini yazdığını anlatmaya çalıştığını düşünmek mantıklı olacaktır. Buradaki "milli" tabirinin sadece eserin özgünlüğünü ifade etmediğini, konu ve işleniş açısından "yerliliği" ön plana çıkarmayı amaçladığını da unutmayalım.
Ancak tüm bu "milli" niteliğine rağmen Ecel-i Kaza'yı Shakespeare etkisiyle kaleme alınmış bir eser olduğunu düşünenler de çoğunluktadır (bkz. Doç. Dr. İnci Enginun, "Tanzimat Devrinde Shakespeare" , İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlar, İstanbul 1979, s. 115-118). Bu konuda bir değerlendirmeye girişmeden önce bundan sonraki kısımda yürüteceğimiz tartışmaların daha somut bir biçimde algılanmasına hizmet etmesi için oyunun bir öykülemesini sunmayı uygun buluyoruz: Erzurum Valisi Laz Ahmet Paşa'nın kızı Nimet ile bir Kürt aşiretinin lideri olan Pertev birbirlerini sevmektedirler. Ancak tam anlamıyla yozlaşmış bir iktidarın simgesi olan baskıcı Paşa ile Pertev'in ailesi arasında kökenleri oldukça eskiye dayanan bir kan davası söz konusudur. Oyun içerisinde bu kan davasının nedeni belirtilmemekteyse de oyunun ilerleyen bölümlerinden elde ettiğimiz veriler gerçek nedenin Kürt aşiretlerinin baskıcı yönetime karşı çıkardıkları isyanların bastırılmasıyla ilgili olduğunu anlamamızı sağlar: Bu süreçte Pertev'in aşiretinin çok sayıda üyesi ölmüş, buna karşılık Pertev'in babası da önceki vali olan Laz Ahmet Paşa'nın babasını öldürmüştür. Laz Ahmet Paşa babasının intikamını almak amacıyla Pertev'in babasını öldürmüş ve aşiretin vereceği karşılıktan korktuğu için Pertev'e sığınmıştır, daha doğrusu onu yanına almış ve kendi yaşamının garantisi olarak aşirete karşı bir kalkan gibi kullanmaya başlamıştır. Pertev arkadaşı Fazıl'ın tüm teşviklerine rağmen Laz Ahmet Paşa'ya karşı geliştirilecek bir hareketin içerisinde yer almayı kabul etmez, çünkü onun bakış açısına göre Paşa onun himayesine sığınmıştır. Bu arada Paşa'nın kızına karşı duyduğu aşk da işini zorlaştırmaktadır. Ancak Paşa babanın kızını, yeğeni Numan ile evlendirmeye karar vermesi iki gencin birleşme umutlarını tamamen yok eder. Her ikisi de intihar etmeyi düşünürken Pertev Bey'in arkadaşı Fazıl onlara yardım sözü verir ve her ikisini de ikna eder. Fazıl Bey uygun bir çözüm yolu bulmak için aydın bir kişi olan Müftü Hulusi Efendi'ye gider. Müftü, Paşa'nın zorbalığının şeriata da aykırı olduğunu belirtir ve durumu düzeltmek için devreye girmeyi kabul eder; ardından kendisini sevip sayan Numan ile görüşür. Numan sağduyulu ve mantıklı bir kişi olarak durumun içerdiği vehametin farkına varır ve bu evlilikten vazgeçtiğini açıklar. Ayrıca genç aşıklara İran'a kaçmaları için yardım edeceğine de söz verir. Bu arada arka planda Kürt illerinde Paşa'nın sergilediği zulümden kaynaklanan bir isyanın başladığına ilişkin veriler elde etmeye başlarız. Paşa isyanı bastırmak için planlar hazırlarken bir taşla iki kuş vurmanın, hem isyanı bastırıp hem de Pertev'den kurtulmanın yollarını aramaktadır. Fikrini Numan Bey'e açar: Tuzak kuracak, bir punduna getirip Pertev'i öldürtecek ve suçu isyan hazırlığındaki Şuregöl ahalisinin üzerine atacak, böylece Pertev'in aşiretini onların üzerine gönderecektir. Diğer bir deyişle Paşa Kürt'ü Kürt'e kırdırma politikası uygulayarak hem isyandan, hem de Pertev'den kurtulmanın yolunu bulacaktır. Ancak Müftü tarafından ikna edilmiş bulunan Numan bu plana alet olmak istemez ve Fazıl aracılığıyla Pertev'e haber gönderir: Kaçış planı o gece derhal uygulanacak, böylece Paşa'nın tuzağı boşa çıkarılacaktır. Pertev ve Nimet gece Fazıl Bey'in harap köşkünde buluşurlar. Kaçma hazırlıkları yürütülürken köşke gelen Numan Bey'in adamlarını, babasının adamları sanan ve paniğe kapılan Nimet elindeki hançeri kendisine saplar ve ölür. Bu durumu fark eden Pertev Bey'de intihar edince sevgililerin planı işlememiş olur.
Oyun üzerine yazan araştırmacılar oyundaki çok belirgin Romeo ve Jülyet etkisinden bahsederler. Bunun dışında Paşa'yı affederek babasının intikamını almayı reddeden Pertev figüründe göze çarpan Hamletvari bir "eylemsizlik" öğesi de dikkat çekicidir. Ancak hepsinden öte, Laz Paşa figüründe somutlaşan yozlaşmış, gözü dönmüş, despotik iktidar imgesi, Shakespeare'in karanlık trajedilerinden çıkıp gelmiş gibidir. Aslında tiyatroya politik bir misyon edindirmeye çalışan Yeni Osmanlı Hareketi üyeleri üzerindeki bu Shakespeare etkisi tesadüfi değildir. Hareketin üyelerinin İngiltere'de ikamet ettikleri ilk yıllarda sık sık Shakespeare oyunlarına gittiklerini ve özellikle Namık Kemal'in Shakespeare'e özel bir önem verdiğini yazdığı mektuplar nedeniyle biliyoruz. Bu mektuplardan birisinde çömezlerinden Abdülhak Hamid'e biraz da fırça atarcasına şöyle hitap ediyordu: "Shakespeare'e niçin merakın yok? Onun bir muntazamca oyununu tercüme ya da adaptasyon suretiyle dilimize nakletmiş olsaydın, sanırım ki, edebiyatımıza büyük hizmet etmiş olurdun." (Yusuf Mardin, "Namık Kemal'in Londra Yılları", Milliyet Yayınları Tarih Dizisi, İstanbul 1974, s. 113) Namık Kemal sürgün dönüşü bizzat kendisi Shakespeare konusunda önemli girişimler yapacak ve onun oyunlarının etkisinde kalan eserler yazacaktır. Ancak ondan önce Ecel-i Kaza piyesiyle bu işi, belki de yine onun telkiniyle, bir diğer çömezi ve sonraki yıllarda en önemli arkadaşı Ebüzziya Tevfik denemiştir.
Oyuna Dair Politik Bir Dramaturji Denemesi
Oyun, aileleri arasındaki anlaşmazlık nedeniyle "bir araya gelemeyen aşıklar" temasının yanı sıra, Yeni Osmanlılar'ın politik görüşlerine uygun biçimde, despotikleşmiş bir iktidarın Osmanlı bütünlüğüne verdiği zararı da konu edinmektedir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki oyunun öyküsünün çok-uluslu bir imparatorluk içerisinde yaşandığını açıkça görebiliriz: Etnik aidiyetler açıkça ortaya konur ve bunlar arasındaki çatışmanın dinamikleri net bir biçimde sergilenir. Bir Osmanlı valisi olarak devlet iktidarını simgeleyen Laz Ahmet Paşa, tıpkı zamanında babasının yaptığı gibi, devletin politikalarından rahatsız Kürt aşiretlerinin potansiyel isyan hareketlerini ezmek için hazır bekleyen demir bir yumruk olarak işlev görmektedir. Kürtlere kendi katı politikalarını kabul ettirmek için bir yandan aşiretler arasındaki çelişkilerden yararlanmakta, diğer yandan Pertev örneğinde olduğu gibi aşiret liderlerini asimile ederek Osmanlı sistemine dahil etmeye çalışmaktadır. Numan Bey, Müftü ile yaptığı konuşmada bize şu bilgiyi verir: (Pertev'i kastederek) "Paşa onu evlat gibi büyütmüşken yanımızdan kaçtı. İsyan etti. Daha geçen sene belinde kılıç, elinde mızrak, canımıza kastediyordu." Anlaşıldığı üzere Paşa'nın asmilasyon politikası işe yaramamıştır, çünkü Pertev bu girişime olumlu yanıt vermemiştir. Pertev bu konuda arkadaşı Fazıl'a şunları söyler: "Taylarla oynaşarak büyümüş, kılıca yaslanarak uyumağa alışmış bir aslan yavrusunun devlet saraylarında, rahat yataklarında ne işi var? Karlı, dumanlı dağ başları; çimenli, çiçekli su kenarları ne güne duruyor?"
Laz Paşa'nın Kürtler konusundaki görüşleri oldukça nettir ve Pertev'in sergilediği direniş karşısında çarpıcı bir biçimde bir biçimde şu sözlerle ifade edilir: "Ben kim? Pertev kim? Ben bugün padişahın bir veziriyim... O bir Kürt... Bir kanlı köpeğin oğlu... Bir asi... Bir haydut... Daha babamın kanı kullandığı kılıçta duruyor..." Bir başka bölümde Numan Bey'e Şuragöl ayaklanmasıyla ilgili alınacak tedbirleri anlatırken şu ifadeleri kullanır: "Bunlar karga derneğidir. Bilirsin a... Bir sıkıca hücum ile dağılır. Lakin dağıldıktan sonra ricaya amana bakma... Bir iyice terbiye et... Zira hududu Acemin fesadından kurtaramayacağız." Ebüzziya Tevfik'in eli kanlı bir despotun ağzından eleştirel bir bakış açısıyla söylettiği bu sözlerin bugünün Cumhuriyet Türkiye'sinde de erkan-ı devlet tarafından kullanılan ifadelerle taşıdığı benzerlikleri fark etmek şaşırtıcı olmasa gerek. Belki de daha şaşırtıcı olan Ebüzziya Tevfik'in günümüze göre daha baskıcı olduğunu varsaydığımız bir dönemde Kürt sorununun kaynaklarına ilişkin eleştirel gözlemlerini bir tiyatro oyununun içerisine bu kadar açık bir biçimde yerleştirebilmesidir.
Bir Yeni Osmanlı aydınının Osmanlı döneminde Kürt meselesine bir Kürt aşiret liderine sempati duyarak ve devleti eleştiren bir bakış açısıyla yaklaşmasının ardında, mensup olduğu hareketin Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu durumla ilgili olarak ortaya koyduğu eleştirel çözümleme yatmaktadır. Yeni Osmanlılar muhalefetinin en önemli sözcüleri olarak Namık Kemal ve Ziya Paşa Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu buhrana ilişkin tespitlerini ve çözüm önerilerini gerek Londra'da gerekse İstanbul'da yazdıkları gazete yazılarıyla açıkça ortaya koymuşlardı. Yeni Osmanlı muhalefeti sultanın şahsına, temsil ettiği makama ya da genel olarak monarşi sistemini hedef almaz; asıl hedefi Bab-ı Ali yüksek bürokrasisi, özellikle de Tanzimat'ın yaratıcısı Mustafa Reşid Paşa'nın halefleri olan Ali ve Fuad Paşalar'dır. Söz konusu isimlerin devlet sistemi içerisindeki tartışılmaz güçleri, II. Mahmud döneminden itibaren yaşanan modernleşme ve devlet yönetimini merkezileştirme girişimleriyle doğrudan ilişkiliydi. Bu girişimler zaman içerisinde yeni bir sınıfın, devlet yönetiminin modern teknikleri hakkında bilgi sahibi yeni bir bürokrasinin gittikçe palazlanmasına neden olmuştu. Tanzimat adını verdiğimiz dönemle birlikte Osmanlı padişahları yönetimi tamamen bu yeni bürokratlar sınıfına terk etmek zorunda kaldılar. Yeni Osmanlılara göre bu seçkin devlet erkanı adeta padişahı esir almıştı ve kendi çıkarları dışında hiçbir girişimin gelişmesine izin vermemekteydi. Ortaya çıkan sistem "despotik nitelikli bir oligarşi" olarak görülmekteydi.
Ziya Paşa 14 Mayıs 1870 tarihli Hürriyet gazetesinde Tanzimat bürokrasisinin keyfi idare tarzını şu sözlerle eleştiriyordu: "Hükümeti şahsiyeler idare-i cumhuriyenin hilafına olup anlarda padişah ve imparator namlariyle umum idarenin dizginini eline almış birer adam bulunur. Yahut anların vükelası ve müsteşarları unvaniyle bazı şahıslar idarenin başına geçerler. Güya memleket bunların ecdadından mevrus çiftlik ve ahali dahi çiftliklerdeki damızlık gibi milyon milyon halkı çalıştırırlar, soyarlar, ellerindekileri alırlar. Kendi sefahatlerine sarf ederler. Hükümet-i şahsiyede işin başında bulunan kim ise istediğini yapar. İstediğini cenette, istemediğini cehenneme koyar. Himayet ettiği şahstan biri mütehhem olsa pençe-i kanundan kurtarır. Mahkemede haksız bir kişi olsa haklı çıkarır. Adavet ettiği bir adamı kat'a töhmeti yok iken hapis ve nefyeder. Medar-ı taayüşünü ihlal ile zaruret ve sefalet çektirir. Kimse sesini çıkarmaz."
İşte Ecel-i Kaza'da Laz Paşa figürü tarafından temsil edilen "irrasyonelleşmiş iktidar aygıtı" yukarıda "hükümet-i şahsiye" olarak nitelendirilen yönetim anlayışının bir yansıması olarak görülebilir. Oyunun ilk sahnesinde Fazıl Bey, Laz Paşa'nın iktidar anlayışını şu sözlerle tarif eder: "O kimdir bilmez misin? Hilatının pamuğu mazlumların mezarında yetişmiş... İpliği yetimlerin gözyaşı ile yıkanmış... Çuhası şehidlerin al kanıyla boyanmış... O hilatın içinde gördüğün insan değil insan kıyafetinde Azrail'dir... Onun ahdine, emânına bakılmaz... Efalinde hakk nâ-hakk aranmaz. Bir kaplan gibi yüzü güler görünür; pençesi adamın ciğerine saplanır... Vezir olmak için bayağı insaniyetten çıkmış... Aldığı emri infaz etmekten başka şeyi düşünmez. Velev Allah'ın emrine mugayir olsun... Her ne zulm ederse etsin canına bile kastedse karşı durma, o saat adın asi olur... Sâi-bi'l-fesâd olur... Hakkında huruc-ı ale's-sultan fetvaları verilir. Katl fermanları yazılır. Bir daha başını kurtarmak mümkün olmaz."
Oyunda bu "irrasyonalite" karşısında yer alan odakların farklı bir "rasyonalite" geliştirdikleri ve "kavuşamayan aşıkların" hikayesini amntıklı bir çözüme ulaştırmaya oldukça yakınlaştıkları görülmektedir. Bu odaklar Pertev'in dostu Fazıl, saygın bir âlim olan Müftü ve Paşa'nın kızını evlendirmeyi düşündüğü Numan karakterleridir. Her şeyden önce bir din adamı olarak "şeriatın" savunucusu olan Müftü'nün oyunun kurgusu içerisinde edindiği işlev ilgi çekicidir. Şerif Mardin'in de Yeni Osmanlı Düşüncesi'nin Doğuşu adlı eserinde belirttiği gibi Yeni Osmanlı hareketi "siyasi nitelikli modernist bir İslamcı hareket" olarak, bu tür hareketlerin tümünde görüldüğü gibi, İslam'ın bozulmamış kaynaklarına yönelik bir geri dönüş girişiminin savunusunu yapmaktadır. Bu teşebbüs idealize edilmiş bir "ilk İslam devleti" modelinde kabul edildiği varsayılan şeriatın devlete üstünlüğü ilkesinden hareketle Osmanlı'yı modern bir hukuk devleti haline getirmeyi amaç edinmekteydi. Bu teoriye göre İslam devletinde tüm yasaların kaynağı Kuran'dır ve tüm yöneticiler bu yasalara uymakla yükümlüdür. İslam'da siyasi otorite olan hükümdar ilahi olarak belirlenmiştir. Ancak bu hükümdar peygamber tarafından yapılan yasaları değiştiremez, sadece bunların uygulanmasını temin etmekle yükümlüdür. Dolayısıyla Müslümanlar lidere itaat ederken gerçekte onun aracılığıyla işleyen ilahi yasalara itaat ederler. Hükümdar kendi ilahi otoritesini yardımcılarına havale etme hakkına sahiptir; bu hakka vekil tayin etme anlamında tevkil hakkı denir. Tanzimat Paşaları kendi yüksek otoritelerini bu ilkeye dayandırmaktadırlar. Oyunda despotik karakterli iktidar simgesi olarak Laz Paşa'da benzeri bir yetkilendirme sayesinde iş görmektedir.
Yine Şerif Mardin'in belirttiği gibi İslami anlayışa göre Tanrı her zaman her yerdedir ve olayların akışına daima müdahale eder. Müslüman kullar İslamiyet'i kabul ederek Tanrı ile bir sözleşme imzalarlar ve bu noktada en temel hürriyetlerini kazanırlar: Tanrının yasalarına uymak ya da onları çiğnemek. Bununla birlikte ilahi gücün atadığı hükümdar ile de bir sözleşme yaparlar: Tanrının yasalarını daim kılmak şartıyla ona itaat edeceklerini kabul ederler. Gerek hükümdar, gerekse vekili, şeriatın kurallarıyla sınırlandırılmış olup, eğer bu sınırları aşarlarsa kulların hükümdarla yaptıkları sözleşme de bozulmuş olur. Bu noktada kulların hükümdarı ya da onun vekilini tanımama hakkı mevcuttur, ancak söz konusu durumda nasıl davranılması gerektiği İslam düşünürleri arasında üzerinde tam olarak uzlaşılmış bir konu değildir. Yeni Osmanlılar Hareketi içerisinde despotik bir yönetime karşı silahlı bir ayaklanma girişiminin savunuculuğunu yapanlar olmakla beraber, hareketin kabul gören sözcüleri genelde bu tür girişimlere mesafeli yaklaşmayı tercih etmişlerdir. Ebüzziya Tevfik Bey de oyununda Pertev'e söylettiği şu sözlerle bize benzer bir yaklaşım içerisinde olduğunu hissettirmektedir: (Paşa'yı kastederek) "İsterse yılandan akrepten bin beter olsun... Öldürsem ne olacaktı? Evet cezasını bulurdu... Evet mezara kanlı kanlı giderdi... Lâkin dünyadan şanlı şanlı giderdi.. Onun kefeni lekelenirdi benim dâmen-i namusum!... Onun adı şehit olurdu. Benim kâtil!... O nihayet yirmi yıldan ziyade sürmesi muhâl bir ömrü kaybederdi. Ben dünyada durdukça bekaya müstaidd bir zikr-i hayrdan mahrum kalırdım!"
Pertev'in Paşa'yı öldürme konusundaki isteksizliği dışında alternatif bir çözüm önerisi yoktur. Fazıl ise farklı bir öneri için ilmine güvendiği Müftü'yü ziyaret eder. Müftü, iki gencin karşılıklı sevgisinin çiğnenmesine ve Nimet'in zorla evlendirilmesine tepki duyar. Gerçi kızın babasının, kızını istediği kişiyle evlendirmeye hakkı vardır; ancak şeriat açısından bunun güzellikle ve kızın rızası alınarak yapılması tercih edilir. Müftü bir "şeriat" adamı olarak ilahi hukukun hiçe sayıldığından bahseder: "Lisan-ı şeriat ihtar değil adeta emreder. Fakat kim itaat edecek? Bunlar zaleme... Mütegallibe.. Levend-nâme duruken ahkam-ı şeriate mi bakarlar? Çaresi...Çaresi... Oğlum bunun çaresi; Pertev kızı kaçırmalı. Madem ki ikisi birbirini seviyor. Aklen naklen hakkıdır. İnsan hakkını güzellikle alamayınca zorla alır. Zaruri şeyleri Allah da affeder. Vakıa adete muhalif; lâkin varsın binâ-yı Allah yıkılacağına bir esassız adet bozulsun."
Ebüzziya Tevfik'in Müftü'sü yasaların körü körüne uygulanmasından ziyade gerekirse adaleti sağlamak için şeriatın özüne uygun bir biçimde yeniden yorumlanması taraftarı görünür ve kendisine yakınlık duyan diğer damat adayı Numan ile konuşarak onu evlilik fikrinden vazgeçirir. Böylece Müftü, Fazıl ve Numan, Paşa'nın irrasyonel davranış biçimi karşısında "adaletten" yana olan farklı bir sağduyu odağı inşa etmiş olurlar. Gerçi tam bu sağduyulu ittifak, aşık gençlerin muzdarip olduğu sorunun çözümünü oluşturmuş gibi görünmekteyken, gençler trajik kurgu gereği, oyunun sonunda Paşa'ya ihbar edildikleri yanılsamasına düşerek intihar ederler. Tragedya türünün sanatsal kalıplarına uygun biçimde inşa edilmiş bu final, aynı zamanda iktidarda bulunan güç, baskıcı ve despotik karakterini sürdürmeye devam ettiği sürece bu tür sağduyu odaklarının etkisiz kalacağına dair bir öngörünün de seyirciyle paylaşılmasına hizmet ediyor gibidir.
Oyunun Tiyatro-i Osmani Kumpanyası'ndaki Sergilenişine Dair
Oyun ilk kez Gedikpaşa Tiyatrosu'nda 26 Ocak 1873'te sergilenir. Nihat Özön ve Baha Dürder tarafından hazırlanan Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi'nde verilen bilgiye göre oyunda rol alan oyunculardan başlıcaları şunlardır: Laz Paşa (Benkliyan), Numan Bey (Papazyan), Pertev Bey (Tosbatyan), Fazıl Bey (İsmail), Müftü Hulusi Efendi (Ahmet Necip), Nimet Hanım (Araksia). Eser üç sezon boyunca Tiyatro-i Osmani Kumpanyası'nın repertuarında kalmıştır. Bu da bize belli bir ilgiyle karşılandığını göstermektedir. Yeniden gündeme gelişi tiyatronun ciddi bir baskı altında olduğu Abdülhamit döneminin sona ermesiyle birliktedir. 7 Ekim 1908'de Mınakyan Kumpanyası tarafından sahnelenmiştir. Bu ikinci sergilenişte rol dağılımı şu şekilde olmuştur: Laz Paşa (Aleksanyan), Numan Bey (Şahinyan), Pertev Bey (Binemeciyan), Fazıl Bey (Hulusi), Müftü Hulusi Efendi (?), Nimet Hanım (Binemeciyan Hn.)
Sonuçta Ecel-i Kaza oyununun Osmanlı yönetimin baskıcı yöntemlerinden sıkıntı duyan kesimlerin iş birliğiyle ortaya çıktığını iddia etmek yanlış olmayacaktır: İslamcı liberallerin, Ermenilerin ve Kürtlerin bir şekilde işin içinde olduğu bu tür bir proje hakkında o dönemde ne tür iddialar ortaya atıldığına dair bir bilgiye ulaşamadık. Ancak bugün Cumhuriyet Türkiye'sinde böyle bir projenin kimi kesimlerce nasıl karşılanacağını tahmin etmek hiç zor olmasa gerek!