Hâlihazırdaki kriz hakkında konuşmak istiyorum. Nasıl oldu bu kadar çok insan krizin geldiğini görebildi de, buna rağmen hükümetleri ve ekonomileri yöneten yetkililer bunu görmediler veya hazırlık yapmadılar?

Krizin kaynağı öngörülebilirdi ve gerçekte öngörüldü de. Fakat sık ve derin krizlerin olacağı finansal serbestleşmenin yapısında olan bir özelliktir. Gerçekte, finansal serbestleşmenin kurumsallaştığı yaklaşık 30 yıldan bu yana krizlerin ve daha derin krizlerin artan bir düzenlilikle meydana gelmesi yönünde bir eğilim var; bunun nedenleri bünyevidir ve gayet iyi anlaşılmaktadır. Bu nedenler, temelde piyasaların iyi bilinen verimsizliğiyle alâkalıdır. Şimdi örneğin benim ve sizin ticari bir işlem yaptığımızı, diyelim sizin bana bir araba sattığınızı düşünelim. Biz kendimiz için iyi bir alış veriş yapmış oluruz, fakat bu işlemin başkaları üzerindeki etkisini hesaba katmayız. Eğer ben sizden bir araba alırsam, bunun sonucunda benzin kullanımı artar, kirlilik artar, trafik vs. artar. Ama biz bu sonuçları hesaba katmayız. Bu gibi sonuçları iktisatçılar dışsallıklar olarak adlandırırlar ve piyasa hesaplarında dikkate alınmazlar.

Bu dışsallıklar devasa düzeylerde olabilir. Özellikle finansal kurumlar söz konusu olduğunda, yüksektirler. Finansal bir kuruluşun görevi, risk almaktır. Şimdi eğer söz konusu olan iyi yönetilen bir finansal kurumsa, diyelim ki Goldman Sachs ise, kendisiyle ilgili olan riskleri değerlendirecektir; ama buradaki kritik ifade "kendisiyle ilgili olan"dır. Sistemik riskleri, örneğin Goldman Sachs büyük bir zarar ettiğinde bütün sistem açısından doğacak riskleri hesaba katmaz. Ve bunun anlamı, risklerin olduğundan daha düşük fiyatlanmasıdır. Bütün neticeleri hesaba katan ve verimli şekilde işleyen bir sistemde alınması gerekenden daha fazla risk var demektir. Üstelik, bu düşük fiyatlandırma basitçe piyasa sisteminin ve finansal serbestleşmenin yapısından kaynaklanan bir özelliktir.

Riskleri düşük fiyatlandırmanın sonuçları şunlardır: Risklerin daha sık oluşmaya başlaması ve çöküşler olduğunda ortaya çıkan maliyetlerin dikkate alınandan daha yüksek olması. Finansal işlemlerin kapsamı ve çeşitliliği artıkça, krizler daha sık olmaya başlar ve kapsamı da genişler. Tabii bütün bu sonuçların kapsamı, düzenleyici-denetleyici aygıtı ortadan kaldıran ve tuhaf ve şeffaf olmayan finansal enstrümanların yaratılmasına izin veren piyasa fundamentalistlerinin fanatizmiyle daha da artmaktadır. Bu bir tür irrasyonel fundamentalizmdir, çünkü bir piyasa sisteminde düzenleyici-denetleyici mekanizmaların zayıflatılmasının bizatihi yapısı gereği çok kapsamlı krizlere yol açma riski taşıdığı gayet açıktır. Bunlar anlamsız ve saçma hareketlerdir, şu istisnayla ki ekonominin egemenlerinin ve toplumun kısa vadede işine yararlar. Finansal şirketler, özellikle denetleyici-düzenleyici mekanizmaların ortadan kaldırılması dâhil, çok riskli hareketler yaparak kısa vadede devasa kârlar elde edebilirler ve nitekim ettiler de; bu hareketler genel anlamda ekonomiye zarar verir, ama en azından planların yapıldığı kısa vade için bu şirketlere zarar vermez.

Büyük bir krizin kesin olarak ne zaman meydana geleceğini ve krizin boyutunun tam olarak ne olacağını öngöremezsiniz, ama böyle bir krizin olacağı aşikârdı. Aslında denetleyici-düzenleyici mekanizmaların giderek ortadan kaldırıldığı bu dönemde, art arda ciddi boyutlarda krizler yaşandı. Aradaki fark şuydu ki, bu krizler zenginliğin ve gücün merkezini henüz şimdi olduğu kadar ciddi şekilde vurmamıştı; çoğunlukla daha çok Üçüncü Dünya'yı vurmuştu. Ama bu krizler de öngörülebilir nitelikteydi ve öngörüldü de. Örneğin, on yıl önce uluslararası düzeyde son derece saygın iki iktisatçının, John Eatwell ve Lance Taylor'ın yazdığı bir kitap yayımlanmıştı, Global Finance at Risk [Risk Altındaki Küresel Finans]. Yazarlar bu kitapta, finansal serbestleşmenin riskleri olduğundan daha düşük fiyatlandırmasının temel mantığını ele almış ve dolayısıyla nasıl düzenli olarak bazen ciddi boyutlara varabilen sistemik risklere ve çöküşlere yol açtığını tartışmışlardı. Aynı zamanda bu sorunla başa çıkmanın yollarını genel hatlarıyla ortaya koymuşlardı. Ama bu öneriler, zaten aşağı yukarı aynı kişilerden oluşan şirketler sisteminde ve politik sistemdeki karar alıcılar tarafından görmezden gelindi, çünkü bu kişiler kısa vadede kazanç elde ediyorlardı.

Birleşik Devletler'i düşünün. Zengin bir ülkedir, ama nüfusun çoğunluğu, büyük bir çoğunluğu açısından bakıldığında, son 30 yıl muhtemelen Amerika'nın ekonomik tarihindeki en kötü dönemlerden birisi oldu. Devasa krizler, büyük çaplı savaşlar, ekonomik buhranlar vs. olmadı. Ama bu 30 yılın büyük bölümünde gerçek ücretler büyük ölçüde yerinde saydı. Uluslararası ekonomide finansal serbestleşmenin tahrip edici etkileri oldu. Basında son 30 yılın –neo liberalizmin 30 yılı– yoksulluğun en fazla azaldığı ve çok büyük bir büyümenin yaşandığı vs. yıllar olduğunu okuyorsunuz. Ve bu söylenende doğruluk payı da vardır, fakat yanıltıcı tarafı yoksulluğun azaldığı ve büyümenin gerçekleştiği ülkelerin neo liberal kuralları görmezden gelen ülkeler olmasıdır. Neo liberal kuralları gözeten ülkeler ise büyük kayıplar yaşadılar. Dolayısıyla Doğu Asya'da büyüme oldu, ama bu bölgedeki ülkeler kurallara uymamışlardı. Kuralların gayet sıkı şekilde gözetildiği Latin Amerika'da ise tam bir felaket oldu.

Joseph Stiglitz geçenlerde yazdığı bir makalede en son gerçekleşen krizin neo liberalizmin sonuna işaret ettiğini söyledi ve Chavez bir basın toplantısında krizin kapitalizmin sonu olabileceğini belirtti. Sizce hangisi gerçeğe daha fazla yaklaşıyor?

Her şeyde önce bir şeyi açıklığa kavuşturmalıyız: Kapitalizm sona eremez, çünkü hiçbir zaman başlamadı. İçinde yaşadığımız sistemin sadece kapitalizm olarak değil, devlet kapitalizmi olarak adlandırılması gerekir. Birleşik Devletler'i ele alalım. Ekonomi çok ağırlıklı bir şekilde kamu sektörüne dayanmaktadır. Şimdilerde ekonominin toplumsallaştırılmasına şiddetle karşı çıkılıyor, ama bu yalnızca kötü bir şakadır. Ekonominin gelişmiş sektörleri, yüksek teknoloji vs. her zaman büyük ölçüde ekonominin dinamik kamu sektörüne dayanmıştır. Bilgisayarlar, internet, uçak, biyoteknoloji için, etrafınıza baktığınızda gördüğünüz pek çok şey için bunu söyleyebiliriz. Şimdi sizinle söyleşi yaptığımız yer olan MIT [Massachusetts Teknoloji Enstitüsü] kamu sektörünün parayı akıttığı ve diğer uçundan, sonradan kâr için özel sektöre devredilecek geleceğin teknolojisinin çıktığı bir tür huni gibidir. Dolayısıyla burada maliyetin ve riskin toplumsallaştırıldığı ve kârın özelleştirildiği bir sistem söz konusudur. Ve bu sadece finansal sistem için geçerli değildir. Bütün gelişmiş ekonomik sektörler böyledir.

Eğer finansal sistem için konuşacak olursak, muhtemelen sonuç tam da Stiglitz'in betimlediği gibi olacak. Piyasa fundamentalizminin yön verdiği belirli bir finansal serbestleşme döneminin sonuna geldik. The Wall Street Journal gazetesi, yatırım bankalarının batmasıyla birlikte bildiğimiz Wall Street de sona erdiği için feryat ediyor. Düzenleyici-denetleyici mekanizmaların kurulmasına dönük bazı adımlar atılacak. Bu doğru. Fakat, her ne kadar gayet kapsamlı ve önemli olsalar da, yapılan öneriler temel kurumların yapısını değiştirmeye yönelik değil. Devlet kapitalizmine dönük bir tehditten söz edemeyiz. Devlet kapitalizminin temel kurumları esas olarak değişmeden ve hatta sarsılmadan varlığını sürdürecektir. Bazı büyük grupların diğerlerini satın alması ve hatta bazı büyük şirketlerin sözcüğün zayıf anlamında –yani, karar alma süreçlerinin özel sektör tarafından tekel altına alınmasına dokunulmaksızın– kısmen ulusallaştırılması gibi çeşitli yollarla temel kurumlar kendilerini yeniden düzenleyebilir. Yine de şu aşamada göründüğü kadarıyla, mülkiyet ilişkileri, gücün ve zenginliği dağılımı fazla değişmeyecek; bura karşın, kabaca 35 yıldır işlevsel olan neo liberalizm çağı kuşkusuz kapsamlı bir değişikliğe uğrayacaktır.

Bu arada, bu krizin ne ölçüde tahripkâr olacağını kimse bilmiyor. Her gün beraberinde yeni sürprizler getiriyor. Bazı iktisatçılar gerçek bir felaket öngörüsünde bulunuyorlar. Başka bazı iktisatçılar ise işlerde ılımlı bir aksaklık ve durgunlukla krizin atlatılabileceğini düşünüyorlar. Durgunluk muhtemelen Avrupa'da, ABD'de olduğundan daha ağır yaşanacak. Ama kimse bir şey diyemiyor.

İnsanları işsiz kaldığı ve yemek için uzun kuyruklar oluşturdukları Büyük Buhran'a benzer bir durumla karşılaşacağımızı düşünüyor musunuz? ABD'de ve Avrupa'da buna benzer bir durumun oluşması sizce mümkün mü? Ardından, ekonomiyi tekrar rayına oturtacak büyük bir savaş veya şok bir tedavi mi gelecek?

İçinde bulunduğumuz durumun, Büyük Buhran dönemine benzediğini pek düşünmüyorum. Evet, bu dönemle bazı benzerlikler taşıyor. 1920'ler de çılgınca bir vurgunculuk dönemiydi ve büyük bir kredi ve borç genişlemesi vardı; bu durum, zenginliğin nüfusun çok dar bir kesiminin elinde yoğunlaşmasına yol açtı ve işçi hareketini yıkıma götürdü. Bu saydıklarım, Büyük Buhran'ın bugüne benzer olan yönleri. Fakat pek çok farklılık da var. New Deal i zamanında hayata geçirilen çok daha istikrarlı bir denetim ve düzenleme aygıtı var ve bu aygıt aşınmış olsa da büyük bir kısmı hâlâ yerli yerinde. Ve New Deal döneminde aşırı derecede radikal görünen politikaların şimdi az çok normal oldukları anlaşıldı. Örneğin, dünkü başkanlık seçimi tartışmasında sağ-kanat adayı olan John McCain, konut krizinin üstesinden gelebilmek için doğrudan New Deal dönemindeki Ev Sahiplerine Yeniden Finansman Sağlama Yasası'dan ödünç alınan New Deal tarzı önlemler önerdi; aslında McCain bu fikri, onu New Deal döneminden ödünç alan Hillary Clinton'dan ödünç almıştı. Burada aşırı sağdan söz ediyoruz. Dolayısıyla, hükümetin ekonomi yönetiminde belirleyici bir rol üstlenmesi gerektiğine dair bir idrak var ve ekonominin ileri sektörlerinde 50 yıldır bu politikayı uygulamalarından kaynaklanan bir deneyime sahipler.

Bu konuda okuduğunuz pek çok şey uydurmadan ibarettir. Örneğin Reagan'ın piyasaların mucizevî gücüne olan inancının şimdi darbe yediğini okuyorsunuz, böylece Reagan'a piyasa inancının Baş Rahibi statüsü veriliyor. Gerçekte ise Reagan Savaş Sonrası Amerikan ekonomi tarihinin en korumacı başkanıydı. Koruyucu önlemleri, kendinden önceki bütün başkanların toplamından daha fazla artırdı. Geri kalmış Amerikalı işletme yöneticilerini gelişmiş Japon üretim yöntemleri konusunda eğitmek için Pentagon'un projeler geliştirmesini istedi. Amerikan tarihindeki en büyük banka kurtarma operasyonlarından birisine imza attı ve yarı-iletken sanayisini yeniden canlandırmak için hükümetin öncülük ettiği bir holding oluşturdu. Aslına bakarsanız Reagan, ekonomiye radikal biçimde müdahale eden güçlü ve büyük hükümet yanlısıydı. "Reagan" derken, onun yönetimini kast ediyorum; bu görüşlerden herhangi birisine inanıp inanmadığını gerçekte bilmiyoruz ve çok da önemli değil zaten.

Bu konuyla ilgili olarak parçalanıp açığa çıkarılması gereken bir sürü uydurma var. Buna büyük büyüme oranlarının yakalandığı ve yoksulluğun azaldığı yolundaki söylem de dâhil. Az önce söylediğim gibi, bu yanlış değil; sadece şu olguyu gözden kaçırıyor: Bu sayılanlar, çok büyük ölçüde neo liberal kuralları dikkate almayan bölgelerde gerçekleşti; hâlbuki bu kurallara sıkı sıkıya bağlı kalan ülkeler büyük sorunlar yaşadılar. Aynı şey ABD'de de geçerli. Neo liberal kuralların uygulanması nüfusun çoğunluğu açısından oldukça yıkıcı sonuçlar doğurdu. Dolayısıyla bu meseleler hakkında konuşurken öncelikle bir sürü uyduruk hikâyeyi silip süpürmemiz gerekir. Ardından baktığımızda ise şunu görüyoruz: Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan bu yana çok önemli ölçüde kamu sektörüne dayanarak faaliyet göstermiş olan devlet kapitalisti bir ekonomi, şimdi finansal sistemin çöküşünü idare edebilmek için –ki bu çöküş finansal serbestleşmenin öngörülebilir bir sonucuydu– tekrar kamu sektörüne bel bağlama politikasına geri dönüyor. Belirleyici kurumsal yapı değişime uğruyor, ama bu değişimin temel bir değişim olduğunu söyleyemeyiz.

Şu anda, 1929 çöküşüne benzer bir şeyin gerçekleşeceğini gösteren herhangi bir veri yok.

O halde dünya düzeninde bir değişimin olacağını düşünmüyorsunuz?

Dünya düzeninde çok önemli değişimler oluyor ve belki de bu kriz onlara katkıda bulunacaktır. Ama bu sözünü ettiğim değişimler zaten belirli bir süredir meydana geliyordu. Dünya düzenindeki en büyük değişimlerden birisini şu sıralar Latin Amerika'da görebilirsiniz. Latin Amerika, ABD'nin arka bahçesi olarak anılır ve uzun süredir ABD tarafından yönetildiği düşünülürdü. Ama bu durum değişiyor. Daha birkaç hafta önce, Eylül'ün ortalarında, bu değişimin çok çarpıcı bir örneği yaşandı. 15 Eylül'de UNASUR'un, yani Güney Amerika Cumhuriyetleri Birliği'nin bir toplantısı vardı. Birleşik Devletler'in gözdesi olan Kolombiya dâhil, bütün Güney Amerika hükümetleri oradaydı. Toplantı, yine Birleşik Devletler'in bir başka gözdesi olan Şili'de, Santiago'da yapıldı. Toplantıda, Bolivya'da Evo Morales'i destekleyen ve ABD'nin arka çıktığı Bolivya'daki yarı ayrılıkçı unsurlara karşı duran çok güçlü bir açıklama yapıldı.

Bolivya'da büyük bir mücadele sürüyor. 500 yıldır ilk kez nüfusun Yerlilerden oluşan çoğunluğu politika sahnesine girdi, çok etkilemeci demokratik bir seçim gerçekleştirdi ve iktidarı ele geçirdi. Elbette bu durum, kendisi açısından doğru neticelere yol açmadığı müddetçe, bütün gücüyle halk demokrasisine karşı olan Birleşik Devletler hükümetini dehşete düşürdü. Bu gelişmeler, özellikle, çoğunlukla Beyazlardan oluşan Avrupalılaşmış bir azınlık durumundaki seçkinlerin meydana getirdiği geleneksel yönetici grupların düşmanlığını kazandı. Ülkeyi her zaman azınlıktaki bu seçkinler yönetmişlerdir ve elbette kaynakların ve politikanın genel anlamda çoğunluk tarafından ve çoğunluğun ihtiyaçlarına göre yönlendirildiği demokratik bir toplum istemiyorlar. Bu nedenle, seçkinler özerklik, belki de ayrılmak istiyorlar ve tabii ki ABD'nin desteğiyle durum giderek şiddetli bir hal alıyor. Fakat Güney Amerika Cumhuriyetleri, yerlilerin hâkimiyetindeki demokratik hükümete güçlü bir destek verdiler. Bildiri, Batı'nın gözde politikacılarından birisi olan Şili Başkanı Bachelet tarafından okundu. Evo Morales, başkanlara destekleri için teşekkür etti ve gayet yerinde bir tespitle, 500 yıldır ilk kez Avrupalıların ve özellikle ABD'nin müdahalesi olmadan Latin Amerika'nın kaderini kendi eline aldığına işaret etti. Pekâlâ, bu, meydana gelmekte olan çok önemli bir değişimin simgesidir; bu değişim zaman zaman pembe dalga olarak da adlandırılıyor. Bu toplantı o kadar önemliydi ki Birleşik Devletler basını ona haber yapmadı. Bir şeylerin olduğuna dair basında dağınık birkaç cümle haber çıktı, ama bu haberler olup bitenin içeriğini ve önemini tamamen gizlediler.

Güney Amerika'nın korkunç boyutlardaki iç sorunlarının ve Batı'ya, çoğu kez de ABD'ye olan bağımlılığının üstesinden gelmeye başladığı uzun vadeli bir gelişmenin bir parçasını oluşturuyor bu toplantı. Güney Amerika aynı zamanda dünyayla ilişkilerini de çeşitlendiriyor. Brezilya'nın Güney Afrika ve Hindistan'la, özellikle de Çin'le ilişkileri gelişiyor; Çin, Latin Amerika ülkeleriyle artan ölçekte yatırım işleri ve ticaret yapıyor. Bunlar son derece önemli gelişmelerdir ve şu sıralar Orta Amerika'ya da yayılmaya başladı. Örneğin Honduras klasik bir muz cumhuriyetidir. Reagan'ın bölgede yürüttüğü terör savaşları için bir üs görevi görüyordu ve tamamen ABD'ye bağımlıydı. Fakat Honduras yakınlarda ALBA'ya, Venezüella merkezli "Bolivarcı alternatif"e katıldı. Küçük bir adım bu, ama yine de çok önemli.

Güney Amerika'daki ALBA, UNASUR gibi eğilimlerin, Venezüella, Bolivya ve diğer ülkelerdeki kapsamlı gelişmelerin şu sıralar karşı karşıya olduğumuz boyuttaki ekonomik bir krizden etkileneceğini düşünüyor musunuz?

Evet, krizden etkileneceklerdir, ama hâlihazırda Avrupa ve ABD kadar etkilenmediler. Dolayısıyla eğer Brezilya'daki borsaya bakacak olursanız, çok çabuk çöktüğünü görebilirsiniz, ama bankalar çökmedi. Keza Asya'da borsalar keskin düşüşler gösteriyor, ama İngiltere'de, ABD'de ve Avrupa'nın pek çok ülkesinde olduğu gibi hükümet bankaları devralmıyor. Bu bölgeler, yani Güney Amerika ve Asya bir şekilde finansal piyasaların tahribatından yalıtılmış durumdalar. Mevcut krizi başlatan şey, kum üzerine inşa edilmiş varlıklar için verilen eşik altı (subprime) borçlar oldu. Bu varlıklar da elbette Birleşik Devletler'deki kuruluşların elindeydi, ama açıkça görülüyor ki yaklaşık yarısını da Avrupa bankaları almış. İpotekli kredilere (mortgage) dayalı zehirli varlıklara sahip olmaları, ilgili bankaları çabucak bu olayların içine çekti. Ayrıca ABD'nin ve Avrupa'nın, özellikle de Britanya ve İspanya'nın kendi konut sektörlerinde de kriz var. Asya ve Latin Amerika, özellikle 1997-98'de meydana gelen neo liberal çöküşten bu yana çok daha ihtiyatlı kredi verme stratejileri uyguluyorlar, bu yüzden de krizden çok daha az etkilendiler. Aslında büyük bir Japon bankası, Mitsubishi UFG, daha geçenlerde ABD'deki Morgan Stanley'in hisselerinin büyük kısmını satın aldı. Dolayısıyla şimdiye kadarki manzaraya bakılırsa, Asya ve Latin Amerika'nın, ABD ve Avrupa kadar krizden ciddi şekilde etkilenmeyeceği görülüyor.

Serbest Ticaret Anlaşması ve Kolombiya Plan'ı ii gibi konularda Obama'nın veya McCain'in Başkan seçilmesinin büyük bir farklılık yaratacağını düşünüyor musunuz? Bu soruyu şunun için soruyorum: Yaşadığım ülke olan Kolombiya'da Başkan'ın ve yerleşik düzenin, Obama'nın başkan seçilmesinden korktuğunu hissedebiliyorsunuz. Sizin, Obama'nın henüz ne yapacağını planlamamış birisi olduğunu düşündüğünüzü biliyorum. Yine de sormak istiyorum, bir fark olacağını düşünüyor musunuz?

Tam da sizin söylediğiniz gibi. Obama kendisini gerçekten de ne yapacağı tam olarak belli olmayan birisi olarak tanıttı. Fakat Kolombiya'daki yerleşik düzenin Obama'nın seçilmesinden endişe duyması için bir sebep yok. Kolombiya Plan'ı Clinton'ın politikasıdır ve Obama'nın yeni bir Clinton olacağını düşünmek için pek çok nedene sahibiz. Çok muğlâk konuşuyor. Kasıtlı olarak pek çok konuda içi boş bir izlenim veriyor, fakat dönüp politikalara bakacak olursak, tıpkı Clinton'ın politikaları gibi, tamamen merkezci politikalara benziyorlar. Nitekim Kolombiya Plan'ını şekillendiren ve oradaki ihtilafı militarize eden vs. Clinton'dı.

Zaman zaman Bush'un Başkan olduğu iki dönemin dünya düzeninin değişmekte olduğu bir bağlama oturduğunu ve kuvvet kullanarak gücünü korumaya çalıştığını düşünüyorum. Buna karşın, sanki Obama dünya düzenini yeniden müzakere edebilecek kibar ve nazik bir tutum takınabilirmiş gibi geliyor. Bunun doğru olabileceğini düşünüyor musunuz?

Birleşik Devletler'de politik yelpazenin epeyce dar olduğunu hatırlayalım. Birleşik Devletler iş dünyasının yönettiği bir toplumdur ve bu konuda Avrupa'dan biraz daha ileridedir. Esas olarak tek partili bir devlettir; bu tek parti, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler olmak üzere iki hizbi olan iş dünyasının partisidir. Bu hizipler birbirlerinden biraz farklıdır ve bazen bu farklılıklar dikkate değer bir hal alır. Ama politik yelpaze oldukça dardır. Buna karşın, Bush yönetimi bu yelpazenin aşırı ucunda yer alıyordu; aşırı derecede radikal milliyetçilerdi, devlet gücüne, deniz aşırı ülkelerde şiddet kullanımına, büyük hükümet harcamalarına iman ediyorlardı. Yelpazenin o kadar aşırı ucundaydılar ki, daha iktidarlarının başlangıç döneminden itibaren ana-akım içinde sert biçimde eleştiriliyorlardı.

İktidara kim gelirse gelsin, muhtemelen politikaları tekrar yelpazenin merkezine doğru çekecektir. Üstelik Obama bu konuda büyük olasılıkla daha fazlasını yapacaktır. Dolayısıyla ben, Obama seçildiği takdirde, Clinton döneminin yeniden canlandırılmasına benzer bir durumla karşılaşacağımızı bekliyorum, elbette değişen koşullara uyum sağlamış olarak. Buna karşın eğer McCain seçilirse, ne olacağını öngörmek epeyce güç. Her şeyi yapabilir ve hiç kimse ne yapacağını bilmiyor...

Evet, oldukça tehlikeli görünüyor.

Çok tehlikeli, özellikle de bu kadar güçlü bir ülke olan Birleşik Devletler'de. Her şeyden önce burada Lüksemburg'tan bahsetmiyoruz. McCain'in nasıl birisini olduğunu ve neler yapacağını öngörebilmek mümkün değil. McCain'in Başkan Yardımcısı adayı olan Sarah Palin (dünya standartlarına göre) aşırılık yanlısı bir arka plana sahip, örneğin yaratılışçığılı savunuyor; biliyorsunuz, dünya 10.000 yıl önce yaratılmıştır vs. vs. Eğer böyle birisi Lüksemburg'da devletin tepesi için seçimlere katılıyor olsaydı, komik bir durum der geçerdik. Ama aynı şey dünyanın en zengin ve güçlü ülkesinde meydana geldiğinde, haliyle tehlikeli oluyor.

Şimdi neo liberal küreselleşmenin sonuna geldiğimize göre, gerçekten yeni bir şeyin, iyi bir küreselleşmenin ortaya çıkma ihtimali var mı sizce?

Geleceğe dönük olasılıkların geçmişe göre çok daha pozitif olduğunu düşünüyorum. Güç hâlâ inanılmaz derecede dar bir kesimin elinde toplanmış vaziyette, ama uluslararası ekonomi giderek çok yönlü ve karmaşık bir hal alıyor, dolayısıyla bir değişim var. Güney daha bağımsız hale geliyor. Fakat eğer ABD'ye bakarsanız, Bush'un yol açtığı onca hasara karşın, yine de en büyük iç pazara ve en güçlü, teknolojik olarak da en gelişmiş askeri güce sahip olan, dünyanın en büyük homojen ekonomisini görürsünüz. Bu askeri gücün yıllık harcamaları, dünyanın geri kalanının yıllık askeri harcamalarının toplamına yaklaşıyor ve dünyanın her yanına yayılmış askeri üsler ağına sahip. Neo liberal düzen, giderek artan muhalefet karşısında gerek ABD'de ve Avrupa'da gerekse uluslararası düzlemde aşınmakta olsa da, bu saydıklarım sürekliliği sağlayabilen kaynaklarıdır. Dolayısıyla, gerçek bir değişim için fırsatlar var, ama bu fırsatların ne oranda gerçeğe dönüşeceği insanlara, bizlerin nasıl bir girişimde bulunmak istediğimize bağlı.

Notlar:

i New Deal: ABD'de 1929'da meydana gelen Büyük Buhran'dan sonra başkan seçilen Roosevelt'in 1933-36 arasında yürürlüğe koyduğu kapsamlı sosyal devlet ve ekonomiyi canlandırma politikaları. New Deal programları, devletin ekonomiye müdahalesini, fiyat kontrollerini, tarımda ve sanayide üretimin artırılarak işsizliğin engellenmesini, sosyal güvenliği ve işçi sendikalarının desteklenmesini içeriyordu.

ii Kolombiya Planı: 90'lı yıllarda Başkan Clinton'ın inisiyatifiyle yürürlüğe giren Kolombiya Planı, Kolombiya'da uyuşturucu üretiminde de kullanılan "koka" bitkisi yetiştirilmesine son verilmesi, böylece uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığının engellenmesini; Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) ile Kolombiya hükümeti arasında süre giden savaşın sona erdirilmesini amaçlıyordu. "İnsan hakları" söylemiyle uygulanan plan, muhalifler tarafından Yerlilerin koka tarlalarından sürülmesini amaçladığı, böylece Kolombiya'daki petrol ve maden kaynaklarının çokuluslu şirketlerin eline geçmesini hedeflediği gerekçesiyle eleştirildi. Ayrıca, ABD tarafından Kolombiya hükümetine yapılan yardımın çok büyük bir kısmının gerillaları yenilgiye uğratmak için gelişmiş askeri donanım tedarikini kapsadığı da eleştirilen hususlar arasındaydı. Kolombiya Planı'yla Kolombiya ordusunun güçlendirilmesinin, iç savaşta ağır insan hakları ihlalleri yaşanmasına neden olduğu ifade ediliyor.