Amerikan Merkez Bankası Fed’in eski başkanı Alan Greenspan’in uzun süredir beklenen itirafı sonunda geldi.“Evet, hata yaptım. Bankaların ve diğer özel finansal şirketlerin yatırımcılarının çıkarlarını korumak için daha büyük özen göstereceklerini düşünmüştüm”. Piyasalar 1929’dan bu yana yaşanan en büyük finansal krizin sorumluluğunu büyük ölçüde Fed’in 2000’li yıllarda sürdürdüğü düşük faiz bol para politikasına yıkmak üzereler. Gerçek neden nedir?

Kriz’i Anlamak

İlk söylenmesi gereken yaşadığımız krizin 1929 Büyük Depresyonundan bugüne kadar karşılaşılan en şiddetli finansal piyasalar krizi olduğu ve her finansal krizde olduğu gibi bu krizin de tüm dünyada ekonomilere ve halkın gündelik yaşamına belli bir gecikmeden sonra şiddetle etki edeceğidir.

Zamanlamanın anlaşılması ve önemi

Krizin boyutunu ve süresini tahmin edebilmek için başlangıç tarihini iyi saptamak gerekiyor. Yani 2006 sonundan 2008 3. çeyreğine kadar için için ilerleyen sorun 21 ay sonunda alev almıştır. Krizin başlangıcının aslında çok uzakta olması krizin boyutu ve şiddeti hakkında bize bir fikir vermelidir. Sanılanın aksine, bu kriz kısa süreli olmayacak, uzun sürecektir

Krizin kısa tarihi

Yabancı bankaların 2007 ikinci yarısından itibaren mortgage piyasalarındaki zararlarını bilançolarına yansıtmalarıyla başlayan kriz 2008 yılı sonbaharında finansal bir çöküşe dönüştü. Çöküşün dinamiğinde zararların gösterildikçe mortgage piyasalarının paniğe kapılıp hızla değer kaybetmesi ve bu durumun zararları daha da büyütmesi spirali var.

2006 yılsonu bilançosunda HSBC’nin ilk mortgage kaynaklı zararı göstermesinden sonra, 2007 ortasında, bazı Amerikan yatırım bankaları ve kimi küçük Avrupa bankaları mortgage piyasalarında zarar ettiklerini açıkladılar. Merrill Lynch gibi önemli bir yatırım bankası bu işlerden sorumlu en üst düzey yöneticilerini görevden aldı ve yerlerine üst düzey mali kontrolcüler atadı. 2007 Temmuz ayında küçük ölçekli bir Alman bankası olan IKB Amerikan mortgage piyasalarında çok ciddi zararlar ettiğini açıklayarak Alman hükümetinden yardım talep etti. Bu gelişmeler piyasalara uyarı niteliğinde olmasına rağmen tüm dünyada hisse senetleri fiyatları büyük bir aymazlıkla artmaya devam etti. 2007’nin sonuna doğru tüm dünya borsaları tarihi zirvelerine ulaştılar. Oysa kriz çoktan başlamış ve hızla ilerliyordu.

2008 yılı başında yurtdışı piyasalarda bankalar arası faizlerin yükselmesiyle birlikte ilk banka iflası gerçekleşti. İngiltere’de mortgage piyasasında aktif, orta ölçekli Northern Rock İngiliz hükümetini şaşırtarak battı. Devlet bankaya el koydu. Hisse senetleri piyasalarının,  mortgage pozisyonları olan bankaların batabileceği söylentileriyle çalkalanmasıyla Mart ayında Amerika'nın en büyük 7. bankası Bear Stearns battı ve JP Morgan’a yapıştırıldı. 1923 yılından beri çalışan büyük bir Amerikan bankasının batması tüm ekonomik sistemi rahatsız etti. Piyasaların paniğe kapılması üzerine Amerikan Merkez Bankası faizlerini hızla indirmeye başladı. Sene başında %4.25 olan faiz oranları Nisan ayında %2.00’ye düştü. Durgunluk beklentileri, yüksek giden petrol fiyatları ve uzun süre yüksek kalan faizler dünya ekonomilerinin durgunluğa gireceğini gösteriyordu. Büyüme, işsizlik ve tüketim harcamaları verileri Amerika ve Avrupa için kötüleşmeye başladı.

Japonya başta olmak üzere Asya'daki ülkelerin Amerikan mortgage ürünlerine, biraz da karmaşık olmaları sebebiyle, ilgi göstermemiş olmaları Asya’yı ilk etapta bankacılık krizinden korudu. Avrupa ise tümüyle krizin içindeydi. UBS gibi asıl işi özel bireysel bankacılık (zengin şahıs bankacılığı) olan bir dünya devinin Amerikan emlak piyasasında ciddi zararlar etmesi aslında ileride daha detaylı bahsedeceğimiz 2000’li yılların sonucuydu. UBS batmanın eşiğinden şimdilik dönmüş durumda.

Avrupa bu dönemde Amerika’dan farklı bir şekilde enflasyonla mücadele ediyordu. Birlik durgunluğa girmek üzere olmasına rağmen Avrupa Merkez Bankası (ECB) faizleri %4.25 seviyesinde tutmaya kararlıydı. Yükselen enflasyonla mücadele ECB’nin tek resmi göreviydi. Oysa İspanya, İtalya ve İrlanda başta olmak üzere Avrupa’da işler iyi gitmiyordu.

2008 Temmuz ayında Amerika’da emlak piyasası tamamen durmuş ve fiyatlama yapmak imkânsızlaşmıştı. Amerikan hükümeti hisse değerleri hızla düşen iki mortgage devi, Fannie Mae ve Freddie Mac’a el koydu. Devlet eliyle Amerika’daki orta sınıfı ev sahibi yapmak için kurulan bu iki şirketin batmasına izin vermek sistemi tamamen durdurabilirdi. Ancak bankacılık büyük baskı altındaydı. Amerikan hükümeti, bankalarına sermaye koymalarını ve ortaklık yapılarını değiştirmelerini tavsiye etti ancak zararların boyutunu bilemeyen büyük yatırımcılar Amerikan bankalarını almak istemediler. Bankaların birbirlerine olan kredi limitleri azalmaya başlamış, işlem yapma istekleri kaybolmuştu. Eylül ayında banka hisselerinde yaşanan büyük panik ve satışlardan sonra Amerikan hükümeti ve Hazine bakanı Paulson tarihi bir karara imza attılar. Amerika’nın 5. büyük bankası ve 158 yıllık tarihinde hiç bir çeyrekte zarar etmemiş Lehman Brothers’ın iflas etmesine izin verdiler. Sigorta devi AIG ise kurtarılacaktı. AIG’ye 80 milyar dolarlık borç  verilmiş ama Lehman yüzdürülmemişti.

Bankacılık bunu sistemik bir risk olarak gördü. Bankalar birbirlerine olan kredi limitlerini sıfırladı. Sistemde para dolaşımı kalmadı. Mortgage krizi kredi krizine dönüşmüştü. Kredi krizi dünya genelinde bankacılık sisteminin durması ve bankaların vadeli piyasalardan çekilmelerine yol açtı. Fed başta olmak üzere Avrupa ve Asya Merkez bankaları piyasalara çok büyük likidite vermelerine rağmen sistem açılmadı.

Başta Amerika olmak üzere bütün dünya ciddi bir paniğe kapıldı. Piyasalar allak bullak olmuş şirketler, şahıslar, devletler günlük isleyişi sağlayabilecek parayı bulamaz olmuştu.  Ciddi borçları bulunan İzlanda’da bankacılık sistemi çöktü. Ülkedeki 3 banka da battı. İzlanda hükümeti IMF’i çağırmak zorunda kaldı.

Amerikan yönetimi ve Merkez Bankası (Paulson ve Bernanke) acil bir önlem paketi açıklayarak Amerikan sistemini ayakta tutmaya çalıştılar. 700 milyar dolarlık bu muazzam paket bankaların elindeki toxic asset’leri[1] satın alarak bankacılık sistemini güçlendirmeyi ve mortage piyasasını desteklemeyi planlıyordu. Senato ve Temsilciler Meclisi paketi günlerce tartıştı. Temsilciler Meclisi paketi bir defa reddetti sonunda Başkan ve yeni başkan adaylarının desteğiyle paket geçti. Paketin geçişinin borsadaki panik satışları durduramaması üzerine büyük merkez bankaları koordineli biçimde faizleri 50 baz puan[2] indirdi. Merkez bankaları piyasalara her türlü varlık karşılığında para vermeye, piyasaları mümkün olduğu kadar likide etmeye çalıştılar ama sonuç alınamadı. Bankalar, hisse senetlerindeki ciddi satışlar sonucunda batma noktasına geldiler.

Bu arada İngiltere’de, Blair sonrası yaşanan olumsuzluklarla koltuğu sallanan ve basın tarafından pısırıklıkla suçlanan Başbakan Gordon Brown tarihi bir çıkış yaptı ve İngiliz hükümetinin toxic assetleri satın almak yerine, batma tehlikesi geçiren dev İngiliz bankalarına sermaye koyarak satın alacağını açıkladı. İngiltere’nin en büyük bankalarından Royal Bank of Scotland, Lyods TSB ve mortgage devi HBOS devlet yönetimine geçti. Bu yöntem, model olarak Amerikan modelinden farklıydı ve daha yararlı görünüyordu. Çünkü toxic assetlerin satın alınması, Amerika’da halkın parasıyla Wall Street borsacılarının kurtarılması suçlamasının ötesinde nasıl yapılacağı belirsiz, karmaşık, yavaş ve sonuç alınması zor bir modeldi. Avrupa liderleri Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy önderliğinde toplanarak siyasal birlik sağladılar ve Brown modeli ile devletlerin bankalarına sahip çıkmasına, böylece sistemik riskin azaltılmasına karar verdiler. Fortis, Dexia, ING devletleştirildi ve kurtarılmış oldu. Birçok Avrupa ülkesi mevduatlara tam güvence vermeyi uygun buldu. Avrupa’nın gösterdiği kararlılık ve akılcı çözüm kapitalizm oyununun yaratıcıları Amerikalıları şaşırtmıştı. Amerikalılar doğru modele dönmekte gecikmediler. Paulson hızlı bir karar alarak 250 milyar dolarlık bir devletleştirme ile Amerikan bankalarına sermaye koydu. Bankalar güvence altına alınmıştı.

Bugüne gelindiginde ise sorun sistemik risk değil fiyat riskidir yani durgunluğa giren dünyada sistem yıkılmasa da şirketlerin değerlerinin düşecek bazıları batacaktır. Kriz tüm dünyaya yayılmıştır.

  Batan Para Bankacılık işten çıkarmaları

Dünya

681

148

Amerika

430

101

Avrupa

224

46

Asya

27

0

 

Yukarıdaki tablo Amerika ve Avrupa’da krizin boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Su ana kadar dünya genelinde 681 milyar dolar resmi olarak battı ve bilançolaştırıldı. Bankacılık sektöründen 148 bin işten çıkarma gerçekleştirildi.

Nasıl değerlendirmeliyiz?

Dünya

1990’lara kısaca bakacak olursak Doğu Bloğu ve Berlin Duvarı'nın yıkılmasının dünya kapitalizminde (veya genel düzeninde) büyük değişikliklere yol açtığını görebiliriz. Son yirmi yıldaki değişikliklerin kökü, iki kutuplu dünya düzeninin 1990 başında büyük bir gürültüyle yıkılmasında ve globalizmin yeni bir model olarak ortaya çıkmasında yatar. Sovyetler sonrası ortaya çıkan irili ufaklı devletlerin kapitalizme geçişleri, Avrupa’nın birlik çatısıyla ekonomik ve siyasal anlamda güçlenmesi, Japonya’nın 80’lerin sonundaki krizi atlatamayarak zayıflaması Amerika’yı tek kutuplu dünya düzeninin tek gücü haline getirdi. Amerika’nın globalizmi, internet ve enformasyon teknolojilerindeki ilerlemelerin de yardımıyla hızla yayıldı ve ekonomik olarak dünyayı birbirine yaklaştırdı. Globalizm başta teknoloji ve sağlık olmak üzere birçok alanda büyük faydalar verdi.

1990’ların sonunda yaşanan Asya, Rusya ve Latin Amerika krizlerini bu hızlı değişime koşarken yaşanan tökezlemeler olarak görmemiz lazım. 2000’lerin başında bu tökezlemelerin Amerika’daki yansımalarını dot.com krizi [3], 2001 11 Eylül olayları ile bir arada görmek ve durgunluğu açıklamamız gerekir. Bu duraklamalar sonucunda ortaya çıkan ve Greenspan’ın başını çektiği “düşük faiz - hızlı büyüme” politikası yavaş yavaş büyüyüp serpilen globalizme müthiş bir etki yaptı. 2001 -2008 arasında dünyanın her bölgesi hızla büyüdü.  Varlık fiyatlarında baş döndürücü artışlara yol açtı.  Teknolojik ilerlemeler ve ucuz para sayesinde Çin, Hindistan gibi iki dünya devinin ortaya çıkışı tüketim mallarında dezenflasyon yarattı. Dünyada hem büyümenin hem de düşük enflasyonun bir arada gittiği bir dönem oluştu. Kapitalizm açısından tam bir başarı öyküsü dönemidir. Tabii bu büyüme süreci hammadde ve emtia fiyatlarını yukarı çekti ve bu fiyat artışları dünyada hammadde ve emtia zengini (Brezilya ve Rusya gibi)  gelişmekte olan ülkeler yarattı.  Bu ülkelerdeki canlılık büyümeyi daha da körükledi

Genellikle sıcak para, “carry trade” diye adlandırılan ve en geniş anlamıyla düşük faizle borçlanıp yüksek getirili yatırımlara yönelen modele "leverage modeli" diyoruz. Kriz kaynağı subprime mortgage [4] ise 2005 yılından itibaren bütün dünyadaki bankalar, sigorta şirketleri, hedge fonların yatırımcıların aşırı talebi üzerine Amerika’daki hemen hemen herkese dağıtılan ev kredileri ve bunların oluşturduğu türev piyasalarıdır.  Bu krediler aslında geri dönmeyen batak krediler olmasına rağmen rating kuruluşları tarafından yatırım onayını almıştır.

2008 e geldiğimizde karşılaşılan sorun nedir? İki şekilde yanıt verebiliriz

  1. Sorun en kaba biçimiyle kapitalizmin azgınlaşması olarak yorumlanıyor. Başıboş ve ucuz para tüm dünyada olur olmaz yerlere yatırılmış, etrafa saçılmıştır. Bankacılar azgınlaşmanın sembolleridir. Kriz sırasında Wall Street'te toplanan göstericiler “Aç gözlü domuzlar” diye bankacıları protesto etmişlerdir. Aynı şekilde Lehman Brothers’in 39 yıllık çalışanı ve CEO’su Fuld’un meclisteki ifadesi sırasında milletvekilleri Fuld’un mal varlığını ve kazançlarını sorgulamış bu rakamların çok olup olmadığını kendisine sormuşlardır. Meclis 700 milyar dolarlık kurtarma paketinin maliyetinin halka yüklenirken günah keçisi bankacıların şiddetle cezalandırılması gerektiğini düşünmektedir. Burada atlanan gerçek, kapitalizmin azgınlık düzeni olduğudur. Kapitalizmin kendisi aşırı riskler almayı, saldırgan olmayı, bu anlamda vahşi olmayı ister. 700 milyar dolarlık paketin yüküne katlanan Amerikan halkı aynı zamanda son 20 yıldaki ucuzluğun büyümenin faydalarını görmüştür. Çinde bir işçi bir kâse pirinç, iki yumurtayla yaşarken Amerikalı isçi double burgerin yanında bir kiloya yakın patates yiyip Çin malı giysileri yok pahasına satın almaktadır. Kimse neden daha azıyla yetinmediğini düşünmez sormaz. Burada söylemek istediğim kapitalizmin tekrar sorgulanması ve düşünülmesi gereklidir. Bakın 2000’lerin mimari neo-liberal Alan Greenspan büyük bir deregülasyon taraftarıdır ve Senatodaki konuşmasında [5] “çok sıkı düzenlemeler belki krizi önleyebilirdi ancak bu uygulamalar Amerika’daki büyümeyi ve refahı imkânsızlaştırırdı” diyor.
  2. Amerika dünyanın en büyük borçlu ülkesi konumundadır ve tek kutuplu dünyanın tek yatırım aracı doların sahibidir.  Muazzam cari açıklar vermektedir. Dünya üretip kazancını Amerikan dolarına çevirmektedir.  Teknik gözle bakarsak emtia fiyatları hızla yükselmiş, levarageli büyüme modeli enflasyon engeliyle karşılaşmıştır. Konut fiyatlarındaki artış balonu patlamıştır.  Ama bu dönemde Amerika’nın gücünü yitirmesi ve dolar yerine diğer para birimlerinin rezerv para olarak kullanılmaya başlaması dikkat çekicidir. 

Krizin tek kutuplu düzeninin yıkılmaya başladığı Rusya ve Çin’in süper güç olarak yeni dünya düzenine girdiği ve Rusya Amerika ilişkilerinin 1990 sonrası en gergin olduğu bir dönemde ortaya çıkması rastlantı mıdır?  İngiltere, Londra’da zehirlenen ajan Litvinenko krizinden bu yana Rusya ile soğuk savaş yürütmektedir. Irak savaşıyla ekonomisi zayıflayan Amerika’nın İsrail ile birlikte İran’ı vurma planları yatırımcıları korkutmuştur. Rusya’nın Kafkaslarda Amerika’yla karşı karşıya gelmesi sadece Rusya'yı değil Avrupa’daki diğer gelişmekte olan ülkeleride vurmaktadır. Bu gelişmeler sonucunda Rusya borsası sene başından itibaren u oranında değer kaybetmiş, bu ülkeden Amerikan sermayesi hızla çıkmıştır.

Söylenmesi gereken, globalizasyonda başarı için global barışın şart olduğudur.

Neo-Liberalizmin Sonu mu?

Ne olursa olsun 20 yıldır yürüyen globalizm büyük yara almış hızlı büyüme modeli yıkılmıştır. Neo liberallerin 8 yıldır Dünyada sürdürdüğü agresif politikaların sonuçları her alanda başarısızlık gibi gözüküyor.

Kapitalizm gerçekten serbest piyasa ekonomisi midir? Eğer öyleyse son dönemde Amerika ve Avrupa’da devletlerin bankalara ve diğer finansal kuruluşlara el koyması, satın almasını nasıl değerlendirmemiz gerekir?  Krizin başındayız ve bir çeşit sosyalizm ile karsı karşıyayız. Temsilciler Meclisinde birçok milletvekili bankaların kurtarılmasına karşı çıkmış, bunu bir ilke sorunu, serbest piyasa ekonomisi gereği olduğunu söylemiştir. Güçsüz olan batar, güçlü olan ortaya çıkar. Önemli olan uzun dönemde yaşanan refahtır. Gerçekten kredi krizi uzun sürer ve sistem uzun sure işlemezse ne olacak? Yatırımların devlet tarafından yapıldığı Keynesian bir çözüme gidebilir miyiz?

Brown modelinin işlemeye başlamasından sonra Sarkozy, Avrupa liderlerine çağrıda bulunarak “finansal sistemin temellerini yeniden yaratmamız gerekiyor” dedi. 21. yüzyıl Bretton Woods’unun yaratılması gerektiğini söylüyor.  Asya’daki liderler bu çağrıya olumlu yanıt verdiler. 1944 toplanan “ilk” Bretton Woods, ülkeler arasındaki ticari ve finansal ilişkileri, kurları Amerikan dolarına sabitleyerek denetlenmesini ve ödemeler dengesinde çıkabilecek sorunlara çözüm için IMF ve IBRD (Dünya Bankası) kurulmasını öngörmüştü. 21. yüzyıl Bretton Woods’un amacı ise finansal regülasyonların ve devlet kontrolünün artırılmasıyla kurlardaki dalgalanmanın önüne geçilmesi ve 2008’in tekrarlanmaması.

 Neo-liberalizmin devamı neo sosyalizm mi?

Yeni bir doneme giriyoruz yeni bir düzene ihtiyaç duyuyoruz. Ama önce krizin bitmesini beklememiz lazım. Krizin getireceği durgunluğun boyutunu ekonomik kararlar kadar siyasi kararlar belirleyecektir. Bu kriz veya dünyada durgunluk sandığımızdan uzun sürebilir. Sistemdeki mevcut tahribatı ve sistemin içindeki devletin ağırlığını gördükçe krizden çıkışın zaman alacağını düşünebiliriz.

Türkiye

2001 krizi Türkiye’de ciddi siyasal sonuçlara yol açtı ve iktidardaki " oy almış bir başbakan, kriz sonrası yapılan secimde % 1 oy oranı ile parlamento dışı kaldı. Aynı şekilde, iktidar ortakları büyük bir seçim yenilgisi aldılar. Ve birçoğu siyasetin dışında kaldılar.  Daha önce denenmemiş, yeni kurulmuş bir parti, AKP, kriz yorgunu kitlelerin umudu olarak iktidara geldi. Finansal krizle iktidara gelen bu yönetim bir şeyi çok iyi öğrendi: Ekonomik başarı siyasal başarının anahtarıdır.

2001’de krize giren iki önemli gelişmekte olan ülkeden biri olan Türkiye Ortadoğu’nun ortasında, Irak Savaşı öncesinde ve kültürler arası (dinler arası) bir savaşta model olması sebebiyle hem Avrupa’nın hem Amerika’nın büyük desteğini (IMF’in yardımları)  aldı ve son 8 yılda dünyada yaşanan çılgın büyüme rüzgârı ile büyüdü ilerledi. Diğer kriz ülkesi Arjantin ise IMF yardımlarından yoksun olarak son 8 yılda Latin Amerika’nın en az büyüyen ülkesi konumunda ve 2008 krizinde iflas etmesi muhtemeldir. (Arjantin hükümeti sosyal güvenlik fonlarındaki 30 milyar dolar paraya el koydu!). Nedir Türkiye’yi Arjantin’den şanslı kılan?

AKP iktidarı dünyada paranın yağmur gibi yağdığı bu dönemde ülkedeki ekonomik gelişmeleri kendi iktidarlarının bir başarısı gibi gösterdi. Oysa Türkiye kendisine benzer hiç bir ülkeden (Meksika, Brezilya, Güney Afrika, Polonya, Rusya, İsrail vb.) ekonomik olarak daha iyi performans göstermemiş, bu ülkelerden üstün olmamıştır. Geleceğe yönelik Türkiye modeli önderliği diyebileceğimiz herhangi bir ekonomi politikası gütmemiştir.  Oysaki örnek verecek olursak 8 yıllık büyüme döneminde Tayvan, dünyadaki wireless internet teknolojisinin yüzde 88’ini üretecek altyapıya sahip olmuş, küçücük İsrail yüzdesel olarak değil nominal olarak dünyanın 2. büyük yazılım üreticisi olmuştur. Brezilya ve Meksika’nın büyümeleri tez konusu olmalıdır. Brezilya 7-8 üründe dünyanın bir numaralı üreticisidir. Süper bir güç olma yolunda var gücüyle ilerlemektedir

Türkiye 2005’ten beri resmi olarak enflasyon hedeflemesi yaparak enflasyonu kontrol altına almak istemektedir. Bu model Türkiye'nin dünyadaki en yüksek faizi ödeyerek yabancı parayı içeriye çekip döviz kurunu düşük tutması prensibine dayanmaktadır. 2006 yılının 2. çeyreğinden itibaren 2 yıllık Hazine bonosu getirisi ortalama % 19.10 olmuş buna rağmen enflasyon hedefi hiç tutturulamamış, 2006’dan beri büyüme her sene düzenli olarak azalmış ve en önemlisi cari açık tarihi seviyelere ulaşmıştır (2008 cari açığı 52 milyar dolar).

Düşük kur politikasını sadece Merkez Bankası’nın bir politikası olarak görmek ne kadar doğrudur? Neşe Düzel ile yaptığı söyleşide piyasa araştırmacısı Adil Gür, Türk halkının ilk önceliğinin ekonomi ve iş olduğunu söylüyor. (15 Ekim 2008, Taraf). Kurun devlet eliyle düşük tutulması Türkiye'yi 2008 krizi gibi bir krize tamamen açık bırakmıştır ancak oy verenler arasında sahte bir zenginlik hissi yaratmıştır

2006’dan beri ilerlemeyen Avrupa ilişkileri, sosyal güvenlik, iş yasaları, 301. madde, Kürt sorunu gibi temel özgürlük sorunlarıyla uğraşıp Türkiye’yi Avrupa düzeyine çıkarmaya çalışmak yerine iktidar kendi zengini yaratma, kendi medyasını yaratma, yeni bir Türkiye düzeni kurma çabasına düşmüş ve halkı ekonomide işler yolunda, kur düşük yalanıyla uyutmuştur.

Para otoritesi Merkez bankası döviz kurunun 1.15 seviyesine inmesine izin verirken yurtdışından gelen dövizleri halkın üzerine yıkmış ve sorumlu bankacılıktan kaçınmıştır. Böylece kurdaki taşıma faizi maliyetini halk çekecek ama bir yükselme anında küçük yatırımcı zarar ettiği dövizleri satıp kurtularak sistemi rahatlatacaktır. Buna rağmen aynı dönemde Brezilya merkez bankası düzenli olarak piyasalara müdahale ederek kurun düşüşünü engellemeye çalışmış ve şu an krize müdahale edecek gücü kendisinde bulmuştur.

Bu politikalar sonucunda Türkiye’deki şirketler yüksek Türk Lirası faizleriyle uzun süredir risk alıp üretim yapmaktan kaçmışlar onun yerine düşük döviz kurundan karlar elde etmenin yoluna bakmışlardır. Şirketlerimizin bilançolarındaki karların birçoğu faaliyet dışı karlardır. Büyük döviz açıkları ve döviz borçları vardır ve bu açıklar şirketler ile kredi veren bankacılık kesimini tehdit eder boyuttadır. Leverage modeli Türk şirketleri için de geçerlidir.

Sonuç olarak

  1. Dünyada leverage ile zengin olma modeli yıkılmıştır. Yani büyük ve ucuz borçlarla büyük kar etme dönemi sona ermiştir. Bu durumdaki Hedge fonlar, ülkeler (İzlanda), bankalar, şirketler batmış ve batmaya devam edecekledir. Ne yazık ki Dünya genelinde işsizlik artacaktır. Sermaye yapılarında borç olmayanlar ayakta kalacak, borç ile yaratılan zenginlikler kaybolacaktır. Kredi piyasaları yıkılmış olduğu için toparlanmayı sağlayacak kredileri bulmak güçleşecektir.
  2. Gelişmekte olan piyasaların bir süre Amerika’daki ve dünyadaki krizden bağımsız davranması “decoupling” yani “gelişmekte olan ülkeler krizden etkilenmeyecekler”  tartışması yaratmıştı. Oysa geldiğimiz noktada gelişmekte olan piyasaların krizin yeni merkezinin (Amerika’dan kayarak) olma olasılığı çok güçlü gözüküyor.  Şu ana kadar İzlanda, Macaristan ve Ukrayna krizden çıkabilmek için IMF’yi çağırmak zorunda kaldı. IMF’nin gücü kaç ülkeyi daha desteklemeye yeter? Güney Afrika ve Yeni Zelanda IMF ciddi olarak tartışıyorlar.
  3.  2009 yılı Türkiye için zor geçecektir. Kaba bir hesapla 80 milyar dolar civarında bir dış borç ödemesi Türkiye'yi beklemektedir (26 özel sektör, 14 bankalar ve 40 cari açık). Bu borcun yurt dışından alınması kolay olmayacağı için 2009 yılı eksi büyüyecek yani küçülecektir. Döviz kurunun yükselmesi muhtemeldir. Şirketlerde batmalar, bankacılıkta dönmeyen krediler artacaktır. Konut piyasasının büyük baskı altında olacağı kesindir.
  4. Durgunluğun bizi beklediği unutulmayarak enflasyon hedeflemesinin bırakılması faizin gevşetilmesi, kurlarda yaşanabilecek bir atağın önlenmesi için IMF veya FED, ECB gibi merkez bankalarıyla görüşülmesi şu anda en doğru çözüm gibi gözüküyor.
  5. Türkiye’nin siyasal ve ekonomik anlamda atması gerek birçok adımı en kısa sürede atmak gereklidir. Doğuda kepenklerin kapandığı, siyasi tansiyonun yükseldiği bu dönemde barışa her zamankinden çok ihtiyaç duyuyoruz.