Refah devleti ikinci dünya savaşının bir mirasıydı. Büyük bunalımın ızdırabından ve sonrasında gelen katliamdan sonra halk değişim talep etti: işçi sınıfı dahil halkın refahı merkeze alınmalıydı. Milyonlar sosyalizm talep etti – ve elde ettiğimiz refah devletiydi. 1951 ile 1979 arasında muhafazakârlar ihtiyatlıydı, hatta bazıları ‘hak elde etmenin’ uygarlaştırıcı etkisini kucaklıyordu: en azından Britanya’da olan bütün insanların açlıktan ölmeme hakkı.

Dün (20 Ekim 2010) George Osborne tarafından açıklanan kesintiler bir defa daha insanlardansa piyasa güçlerini mutlak toplumsal ve ekonomik öncelik yapmayı hedefliyor, ve bizi iki savaş arası yılların yoksunluğuna geri itiyor.

Önemli bir ilerleme anneleri insan ırkını üreten zaruri işçiler olarak kabul eden evrensel aile yardımı (şimdilerde çocuk yardımı) olmuştur. Oy hakkı kazanıldıktan sonra, Liverpool’lu kölelik karşıtı bir aileden olan feminist Eleanor Rathbone annelerin ve çocukların, erkeklerin kazandığı –ya da kazanmadığı- gelirden bağımsız bir gelir hakkı kazanması için yorulmaksızın çalışmıştır. Bu hak çocukların ihtiyaçlarını ve bakıcılarının işleri ile finansal özerkliklerini tanıyacaktır. Aile yardımı “mirassızlaştırılmış” beş parasız annelerin yaşadığı büyük adaletsizliğin ekonomik olarak karşılanması amaçlanmıştır. Anneler ve çocuklar, maaşsız olsalar da, nihayetinde nüfusun önemli bir kısmıydılar.

Rathbone bu gelirin her vatandaş için geçerli olması için mücadele etmişti: herhangi bir sınıftan olan bir anne bakım işi için ödeme alma hakkına sahipti; bu bir haktı, sadaka değil. Ancak Rathbone bunun kadınların ekonomik bağımsızlığını garantileyeceğini bekledi ve derin bir hayal kırıklığına uğradı.

Kadınlar yılar geçtikçe ekonomik bağımsızlık için başka yollara başvurmak zorunda kaldı ve temel bir iş olarak insan ırkının üremesi toplumsal bir öncelik olarak öne çıktı. Bazı feministler erkek dünyasındaki piyasada verdikleri mücadelede çok başarılı oldular. Ev işi annelerinin yaptıkları şeydi, onlar ise bunun üstündeydiler. Kariyerleri (düşük gelirli) kadınların temizlikçi ve/veya dadı olarak yanlarında çalışmaları için yeterli geliri sağlıyordu.

Öte yandan, Rathbone şunu biliyordu: “değerleri para üzerinden ölçmeye alışkın bir halk, kendi gözleri önündeki bulgulara inat da olsa, düşük bir ücretin belirlendiği herhangi bir hizmet hakkında pintice düşünmekten ve karşılıksız verilen hizmetler hakkında daha da pintice düşünmekten vazgeçmeyecektir.”

Thatcher’ın “Toplum diye birşey yoktur” düsturu ve “hak kültürü”ne karşı nefreti 1979’dan bu yana sosyal politikayı belirlemiştir. Tony Blair göreve geldiği gibi, bekar anneleri “işsiz” diye adlandırmış ve tek-ebeveyn yardımını kesmiştir. Anlaşılan çocuk yetiştirmek sadece bir zaman kaybıydı. Bu, annelerin ücretlendirilmemiş emeğini tanıyan gelir desteğini kaldıran 2009’daki Sosyal Yardım Reformu[1]’na da bugünkü kesintilere de önemli ölçüde şekil vermiştir. Harriet Harman tek ebeveyn kesintisini , Yvette Cooper de sosyal yardım reformunu getirdi. Şimdi hangi yüzle Muhafazakarlar’ın kesintilerine karşı çıkacaklar?

Kesintilerin asıl yükünü çocuksuz iki gelirli ailelerdense çocuklu ailelerin çekeceği ifade ediliyor. En ağır yükü taşıyanlar çocuklara bakacak olanlar, çünkü en büyük sorumluluk onlara ait. Bu durum sadece eğitim ödeneklerini ve diğer ödeneklerini kaybedecek çocuklar için geçerli değil; sahip oldukları yerel hizmetlerin doğrudan kaldırılacağı ya da – insanlara insanca ilgi göstermeleri için değil, iş hedeflerini tutturmaları için köle maaşları ödenen işçiler tarafından yapılmak üzere – özel şirketlere sözleşmeye verileceği engelli akrabalar ve emekli ebeveynler için de durum aynı.

Anneler öğretmenlik, kütüphane memurluğu ve kamu sektöründeki başka işleri yaparak ekonomik bağımlılıktan kaçtılar. Aynı zamanda, iki milyon bekar ebeveynin yüzde 60.3’ü de çalışmak zorunda kaldı (1997’deki oran yüzde 44.7’dir) –emziren anneler dahi iş odaklı görüşmelere boyun eğmek zorunda kaldı. Ailelerin geçim sıkıntısı yaşadığı bir dönemde evde oturan anne sayısı tüm zamanların en düşük değerine ulaştı. Bu kadınların birçoğu kesintiler yüzünden eve dönmek zorunda kalacak. Peki şimdi ne olacak?

Onların ve çocukların kaderleri gerçekçi olmayan bir şekilde kopuk görülüyor ve çocukların refahları hiçbir durumda mevzu bahis değil. Çocukların ne yediği (Jamie Oliver’a sorun); kaçının okulu okuma yazma öğrenmeden bıraktığı; kaçının engelli ebeveynlerine veya ebeveynler evde yokken kardeşlerine bakmak zorunda kaldıkları önemsenmiyor. Çocuk yoksulluğu da trajik bir skandal olarak gösterilmiyor; bu yüzden ufukta beliren artan yoksullaşma da yaratması gereken şoku yaratamıyor.

Yapısal uyum politikaları, 80’lerde ve 90’larda gelişen dünyayı mahveden özelleştirme ve kesintiler kadınlar üzerine temelleniyordu. Kadınlar üstlerine daha fazla ücretlendirilmemiş iş alıyordu ya da işsiz idare ediyordu –bu açlıktan kıvranma anlamına gelse de. Çok benzer bir şekilde “büyük toplum” yok olan kamu hizmetlerini ücretsiz emekle telafi etmek için için kadınları çalıştırmayı planlıyor. Bakıcılık işimize yine bel bağlanıyor, ancak hiçbir zaman hesaba katılmıyor.

Kesintiler piyasa güçlerinin insan denetiminin ötesinde olduğuna dair absürd varsayıma dayanmakta. Uğruna işsizlik çektiğimiz ve yerlerimizden edildiğimiz teknolojinin bize sağlayacağıiddia edilen onca boş zamana ne oldu? Silahların, müstehcen maaşların ve ikramiyelerin değil de bakım için ebeveynlerin harcadığı zamanın ve toplumun harcadığı kaynakların lüks addedildiği değerler sistemini reddediyoruz. Fransa’da yaptıkları gibi bizim de burada mücadele etmemiz gerekmez mi?

[1] http://www.legislation.gov.uk/ukpga/2009/24