Seçim

Başkanlık seçiminden sonra anında herkesin diline dolanan laf bu seçimin “tarihi” bir seçim olduğuydu. Ve kesinlikle öyleydi. Siyah bir ailenin Beyaz Saray’da olması hakikaten önemli bir olay.

Bazı sürprizler olmadı değil. Bunlardan biri, seçimin, Demokratik Kurultay’ın ardından sona ermemesiydi. Alışılagelmiş göstergelere göre ciddi bir ekonomik kriz döneminden geçiyorduk; tüm savaş sonrası başkanlarla karşılaştırıldığında elde edilen en kötü istihdam artış rakamları dahil olmak üzere sekiz yıldır tüm cephelerde korkunç politikalar yürürlükteydi; ortalama zenginlikte olağandışı bir düşüş yaşanıyordu; kendi partisinin bile reddetmek zorunda kaldığı sevilmeyen bir başkan vardı; dünya nezdinde ABD’nin saygınlığında çarpıcı bir çöküş yaşanmıştı; tüm bunlardan sonra muhalefet partisi ezici bir zafer kazanmalıydı. Demokratlar güç bela kazandılar. Finansal kriz biraz gecikmiş olsaydı, kazanamayabilirlerdi.

Bu şartlar altında muhalefet partisi için zafer marjının neden bu kadar küçük olduğu sorusu önemli bir soru. Bir olasılık, nüfusun yüzde 80’nin ülkenin yanlış yolda olduğunu ve devletin, halkı değil kendisini kollayan bazı büyük çıkar grupları doğrultusunda yönetildiğini düşündüğü ve halkın yüzde 94 gibi çarpıcı bir bölümünün hükümetin kamuoyunu dikkate almamasına karşı çıktığı bir dönemde hiçbir partinin kamuoyunun görüşünü yansıtmamasıdır. Pek çok araştırmanın gösterdiği gibi her iki parti, iç ve dış politika olmak üzere pek çok temel konuda nüfusun sağında kalıyor.

Alışılmadık derecede iş odaklı bir toplumda halk adına konuşan herhangi bir partinin yaşayamayacağı iddia edilebilir. Bunun kanıtı somuttur. Çok genel bir düzeyde, iktisatçı Thomas Ferguson’un politikada “yatırım teorisi” adını verdiği teorinin seçim sonucunu tahmin etmekteki başarısı bunun kanıtıdır. Bu teoriye göre toplumsal politikalar devleti kontrol etmek için her dört yılda bir yatırım yapan güçlü blokların beklentilerini yansıtma eğilimindedir. Daha belirgin pek çok örnek var. Sadece bir tanesinden bahsetmek gerekirse, ABD, 60 yıldır, uluslararası iş hukukunun örgütlenme özgürlüğünü garanti altına alan temel ilkesini onaylamada başarısız oldu. Hukuk uzmanları, bunu, “Amerikan siyasetindeki dokunulmaz antlaşma” olarak adlandırıyorlar ve konu hakkında herhangi bir tartışmanın bile hiç yaşanmadığını gözlemliyorlar. Pek çok kişi, şirketlerin tekelci fiyatlandırma haklarının (“fikri mülkiyet haklarının”) uygulanmasına yönelik güçlü ısrarın aksine Washington’ın, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün konvansiyonlarını gündeme almayı reddettiğinin farkında. Araştırılacak çok şey var, ama burası yeri değil.

Demokratik partide ön seçimlerdeki iki adaydan biri kadın, diğeri de bir Afro-Amerikalıydı. Bu da tarihi bir olaydı. 40 yıl önce hayal bile edilemezdi. Ülkenin bu sonucu kabullenecek kadar medenileşmesi, 1960’ların aktivizmi ve sonrası için takdir edilecek büyük bir başarıdır.

Bazı yönlerden seçimler alışıldık biçimde ilerledi. McCain’in kampanyası, seçimin mevcut sorunlarla ilgili olmayacağını açıkça ilan etmesi açısından yeterince dürüsttü. The Financial Times, Sarah Palin’in kuaförünün, McCain’in dış politika danışmanının maaşının iki katını aldığını yazdı. Bu haber büyük olasılıkla kampanyanın anlamı tam olarak yansıtıyordu. Obama’nın “umut” ve “değişim” mesajı, destekçilerinin üzerine kendi isteklerini yazabilecekleri boş bir tahta vaat etti. Web sitelerinde yer alan ve çeşitli meseleler hakkında adayların görüşlerini yansıtan yazılara bakabilirsiniz; ancak bunların politikalarla ilişkisi çok zayıftır ve her durumda seçmenlerin tercihini belirleyen, parti yöneticilerinin gayet iyi bildiği şekilde, kampanyanın neyi öne ve merkeze koyduğudur.

Obama’nın kampanyası, Apple’ı kolayca silkeleyerek Obama’yı “2008’in Reklam Çağı Pazarlamacısı” seçen halkla ilişkiler sektörünü çok etkiledi. Sektörün öncelikli görevi, cahil tüketicinin irrasyonel seçimler yapmasını garanti altına almak, böylece pazar teorilerinin altını oymaktır. Ve aynı şekilde demokrasinin altını oymanın yararlarının farkındadır.

Center For Responsive Politics [Duyarlı Politika Merkezi], bir kez daha seçimlerin satın alındığını yazdı: “En iyi finanse edilen adaylar, 10 yarıştan dokuzunu kazandılar ve Kongrenin birkaç üyesi hariç tümü Washington’a dönecek.  Kurultaylardan önce, finans kuruluşlarından en çok fon sağlayan uygun adaylar, her biri pastanın yüzde 36’sını alan Obama ve McCain’di. İlk elde edilen sonuçlar, kampanya sonunda Obama’nın kampanyasına sektörler bazında en çok hukuk firmaları  (lobiciler dahil) ve finans kuruluşlarının katkı sunduğunu gösteriyor. Yatırım teorisi politikası yeni yönetimin temel politikaları hakkında bazı yargılara varmamızı sağlıyor.

Finans kuruluşlarının gücü, halihazırdaki ekonomik krizin temel bir nedeni olan 1970’lerdeki finansal liberalleşmeden beri ekonomide üretimden finansa doğru yaşanan kaymayı yansıtıyor: Finansal kriz, reel ekonomideki resesyon ve 30 yıldır sosyal yardımları azalırken reel ücretleri hiç artmayan geniş çoğunluk için ekonominin içler acısı performansı. Bu çarpıcı rakamların vekilharcı Alan Greenspan, başarısını, “iş güvencesinin giderek azalmasına”, bunun sonucunda “tazminatların artışı üzerinde oluşan alışılmadık baskıya”, buna paralel olarak da güç sahiplerinin ceplerine giren paranın artmasına atfediyor. Kendisinin denetlediği, bir önceki teknoloji balonunun patlamasını takiben muazzam emlak balonunu algılamadaki başarısızlığı, pişmanlıkla itiraf ettiği üzere halihazırdaki finansal krizin doğrudan nedeniydi.

Seçime yönelik siyasi yelpazenin her kesiminden gelen tepkiler, Obama kampanyasının alamet-i farikası olan “yüksekten uçan retoriği” genellikle benimsedi. Solcu Fransız gazeteci Jean Daniel’in “muhteşem Barak Obama destanı” diyordu. İngiliz tarihçi-gazeteci Tristram Hunt’a göre seçim, Amerika’nın bir mucizeler ülkesi olduğunu gösterdi. Emektar muhabir John Hughes, “Amerika, dünyaya, olağanüstü bir demokrasi örneğinin işlemekte olduğunu gösterdi” yazdı. Paris’teki Uluslararası ve Stratejik İlişkiler Enstitüsü’nden Catherine Durandin, “dünyanın başka hiçbir ülkesinde böyle bir seçimin mümkün olmayacağını” söyledi. Diğer pek çok kişi de aynı ölçüde coşkuluydu.  

Eğer batı ile sınırlı tutarsak retoriğin bazı haklı yanları var, ancak başka yerlerde işler farklı. Dünyanın en büyük demokrasisi Hindistan’ı düşünün. Birkaçı hariç dünyanın bütün ülkelerinden büyük olan ve kadınlara yönelik korkunç muamele ile ün salan Uttar Pradesh eyalatinin başbakanı, sadece bir kadın değil aynı zamanda Hindistan’ın utanç verici kast sisteminde en alt tabakadan bir Dalit (“dokunulamaz”)’dir.

Batı yarıküreye dönecek olursak, en fakir iki ülkeyi düşünün: Haiti ve Bolivia. Haiti’nin 1990’daki ilk demokratik seçiminde, varoşlarda ve dağlarda örgütlenen taban hareketi, yeterli kaynakları olmadığı halde kendi adayı popülist rahip Jean-Bertrand Aristide’ı seçti.  Sonuçlar, elitlerin ve ABD’nin adayı olan eski Dünya Bankası memurunun kolay bir zaferin kazanacağını bekleyen gözlemcileri hayrete düşürdü.

Doğru, demokrasinin zaferi kısa zaman içinde bir askeri darbe ile altüst edildi. Darbeyi, Haiti’nin geleneksel iki işkencecisi Fransa ve ABD’nin can alıcı katılımıyla bugüne kadar süren terör ve acı yılları takip etti (kendi kendini tatmine yönelik illüzyonların tam tersine). Ancak zaferin kendisi, 2008 mucizesine göre çok daha olağanüstü bir “işleyen demokrasi” örneğiydi.

Aynı şey, Bolivya’daki 2005 seçimi içinde geçerli. Yerli çoğunluk, yarıkürenin en çok baskı gören nüfusu (hayatta kalanlar), kendi saflarından bir adayı, fakir çiftçi Evo Morales’i seçtiler. Seçim başarısı, umut ve değişim üzerine yüksekten uçan retoriğe ya da vücut diline ve kıpraşan kirpiklere değil, seçmenler tarafından çok iyi bilinen önemli sorunlara dayanıyordu: Kaynakların denetimi, kültürel haklar ve diğerleri. Dahası, seçim bir manivelayı itmenin [[dipnot1]] ve hatta evden çıkıp oy vermeye gitmenin çok ötesine geçti. Şiddetli baskının karşısında, özelleştirme ile fakir halkı sudan mahrum eden güçleri yenmek gibi ciddi zaferler kazanan uzun ve yoğun halk mücadelesinde bir aşamaydı seçim.

Bu popüler hareketler parti liderlerinden talimatlar almadılar. Daha ziyade, adaylarının seçildiklerinde uygulayacakları politikaları şekillendirdiler. Obama’nın zaferi ile ilgili tepkilerde açıkça gördüğümüz üzere bu, Batı tarzı demokrasiden oldukça farklı.

Liberal Boston Globe’un başyazısının başlığı, Obama’nın “halk örgütlenmesini temel alan stratejisinin” emek örgütleri, kadınlar, azınlıklar veya diğer “geleneksel Demokrat seçmenler” gibi çıkar gruplarına karşı kendisini borçlu hissetmesine neden olduğunu öne sürdü. Bu sadece kısmen doğrudur, çünkü sermayenin güçlü sektörlerinin devasa maddi katkısı ihmal ediliyor. Ancak bu ayrıntıyı bir kenara bırakırsak, yazı Obama’nın ellerini bağlayan bir şey yoktur derken doğru söylüyor, çünkü onun tek yükümlülüğü “milyonlarca kişilik halk ordusuna” karşı olan yükümlülüğüdür. Oysa bu halk ordusu talimatlar almaktadır, ancak seçim programının yazılmasına aslında hiçbir katkısı yoktur.

Doktrinel yelpazenin diğer ucunda, Wall Stret Journal’da bir manşet “Halk Ordusu Hala Teyakkuzda” diyor – yani, ne olursa olsun “gündemini dayatmak” için talimatları takip etmeye hazır.

Obama’nın organizatorleri kurdukları ağı “seçmenleri etkilemek için emsalsiz potansiyeliyle bir kitle hareketi” olarak görüyorlardı, diye yazdı Los Angeles Times. “Obama markası” etrafında organize edilen hareket “Obama gündemini baltalamak için” Kongreye baskı yapabilir. Ancak fikirler ve programlar geliştirip bunları hayata geçirmek için temsilcilerine çağrıda bulunamazlar. Bunlar “siyaset yapmanın eski biçimleridir” ve yeni “idealistler” bu eski biçimlerden “kendilerini kurtarmaktadırlar.”

Bolivya gibi işleyen bir demokrasinin çalışma ilkeleri ile bu resmi karşılaştırmak öğreticidir. Üçüncü dünyanın halk hareketleri tercih edilen Batı öğretisine uymaz. Batı öğretisinde, “cahil ve işgüzar dışlanmışların”-yani halkın- “işlevi” “eylemin seyircisi” olmaktır ama asla “katılımcısı” değil (Walter Lippmann, standart ilerlemeci bakışı açıklarken böyle diyordu.)

Muhtemelen “medeniyetler çatışması” konusunda revaçta olan sloganlarda biraz hakikat payı vardır.

Amerikan tarihinin erken döneminde, halk kendisine verilen “işleve” bağlı kalmayı kabul etmedi. Popüler aktivizm, defalarca, özgürlük ve adalet için önemli kazanımlara önderlik eden güç olmuştur. Obama kampanyasının özgün yanı şu ki, liderinden talimatlar almak için örgütlenmiş “halk ordusu” “zincirlerini kırabilir” ve eylemlere doğrudan katılarak “eski tip polika yapmaya” dönebilir.

Latin Amerika

Bolivya’da, aynı Haiti’deki gibi, demokrasiyi, sosyal adaleti ve kültürel hakları geliştirme ve umutsuzca ihtiyaç duyulan yapısal ve kurumsal değişimleri gerçekleştirme çabalarına, doğal olarak, geleneksel yöneticiler tarafından sert bir şekilde karşı çıkılıyor. Bunlar, halen Batı tarafından arzulanan doğal kaynakların çoğunun bulunduğu bölge olan Doğu eyaletlerinde yaşayan ve çoğunlukla beyaz olan Avrupalılaşmış elitlerdir. Ayrıca doğal olarak, onların ayrılıkçılık benzeri hareketi, stratejik ve ekonomik çıkarları uyuşmadığında bir kez daha demokrasiye duyduğu nefreti güç bela gizleyen Washington tarafından desteklenmektedir.  Genelleme yapmak ciddi akademik çalışmaların temel unsurlarından birisidir, ancak bu genellemelerin ucu saygıdeğer “özgürlük gündemi” hakkında yazılan yorum yazılarına kadar gitmez.

 “Dünyaya olağandışı bir işleyen demokrasi örneği” gösteren Bolivyalıları cezalandırmak için, Bush yönetimi on binlerce işi tehdit edecek şekilde ticari imtiyazları rafa kaldırdı. Bahane de şuydu: Bolivya uyuşturucu karşıtı çabalarda Birleşik Devletler ile işbirliği yapmıyordu. Gerçek dünyada, BM, Washington’un en yakın bölgesel müttefiki olan ve büyük miktarda askeri yardım alan terör devleti Kolombiya’daki yüzde 26’lık artışla karşılaştırıldığında, Bolivya’nın koka rekoltesinde 2007 yılında yüzde 5 artış olduğunu tahmin ediyor.  AP “DEA ajanlarıyla birlikte çalışan Bolivya polisinin el koyduğu kokainin Morales yönetimi boyunca çarpıcı bir biçimde arttığını” bildiriyor.

 “Uyuşturucu savaşları” ülke içinde de, sürekli baskı, şiddet ve devlet suçları için bahane olarak kullanılmıştır. 

Morales’in, 2005’teki başarısına göre kendisine verilen desteğin keskin bir biçimde arttığı Ağustos 2008’deki seçim zaferinden sonra sağcı muhalefet, hükümeti destekleyen pek çok köylüye karşı suikastlar düzenleyerek şiddete yöneldi. Katliamdan sonra, yeni kurulan Güney Amerika Cumhuriyetleri Birliği UNASUR zirvesi Santiago Şili’de toplantıya çağrıldı. Zirve, seçilmiş Morales hükümeti için, Şili Devlet Başkanı Michelle Bachelet’in okuduğu, güçlü bir destek bildirgesi yayınladı. Bildirge –bir ay önceki ezici seçim zaferine istinaden- “temsiliyet yetkisi büyük bir çoğunluk tarafından onaylanmış bulunan Başkan Evo Morales’in anayasal hükümetine tam ve kat’i desteklerini” deklare etti. Morales UNASUR’a destekleri için teşekkür etti ve şuna dikkat çekti: “Güney Amerika tarihinde ilk kez bölgemizin ülkeleri, Birleşik Devletlerin varlığı olmadan, sorunlarımızı nasıl çözeceğimize karar veriyor.” 

Bu hiç de önemsiz bir olay değildir ve ABD’de basında yer almamıştır.

Yönetim

Geleceğe bakarak, Obama yönetiminden gerçekçi olarak ne bekleyebiliriz? İki bilgi kaynağımız var: eylemler ve söylemler.

Bugüne kadar en önemli eylemler kadro seçimleridir. İlk seçim Başkan yardımcılığı içindi: Joe Biden, Senato’daki Demokratlar arasında Irak işgalinin en güçlü destekçilerinden birisidir; Washington’da çok deneyimli bir siyasetçidir. Genellikle Demokratlarla aynı yönde oy kullanır, ancak her zaman değil. Örneğin bireylerin iflas ilan ederek borçlarını silmelerini zorlaştıran bir yasa tasarısına destek vermesi bu istisnaların bir örneğidir.

Seçim sonrası ilk atama kritik bir pozisyon olan başdanışmanlığa (Beyaz Saray Genel Sekreterliği) yapıldı: Rahm Emanuel, Meclis’teki Demokratlar arasında Irak işgalinin en güçlü destekçilerinden birisidir ve Biden gibi Washington’da çok deneyimli bir siyasetçidir. The Center for Responsive Politics’in [Duyarlı Politika Merkezi] haberine göre, Emanuel ayrıca Wall Street’in seçim kampanyalarında yaptığı bağışlarının en büyüğünü almıştır.  “2008 seçim döneminde hedge fonlar, özel sermayeli şirketler ve daha büyük menkul kıymetler/yatırım sektörünün katkılarından Meclis’te en fazla payı almıştır. Kongre’ye seçildiği 2002’den beri “diğer sektörlere göre menkul kıymetler ve yatırım sektöründeki bireyler ve kurumlardan daha fazla bağış almıştır.” Bunlar ayrıca Obama’nın en önemli bağışçıları arasındadır. Emanuel’in görevi, Obama’nın 1930’lardan bu yana yaşanan en kötü finansal krize ilişkin politikasını yönetmektir; oysa Obama’nın bağışçılarının bu krizdeki sorumluluğu çok büyüktür.

Wall Street Journal’in editörlerinden biriyle yapılan röportajda, Emanuel’e Obama yönetiminin “Demokratların sol-kanat baronlarla dolu kongre liderliği” konusunda ne yapacağı soruldu. Bunlar, (toplumun büyük çoğunluğunun isteğiyle uyumlu olarak) büyük savunma harcamalarını kısmak ve “küresel ısınmayla savaş için yüksek enerji vergileri getirmeye meyletmek” gibi kendi gündemlerinin peşinde koşuyordu. Hatta bunların arasında kölelik için tazminat ödemeyi düşünen Kongre’deki çılgınlar ile Bush yönetimini işlediği savaş suçları için savaş suçlusu olarak itham etmek isteyen Avrupalılara sempati bile duyanlar bile vardı. “Barack Obama onlara karşı çıkabilir” diyerek editörü ikna etti Emanuel. Yönetim “pragmatik” olacak, aşırı solcuları uzaklaştıracak.

Obama’nın geçiş yönetimi takımına, Clinton’un başdanışmanı, John Podesta başkanlık ediyor; Ekonomi takımının liderleri Robert Rubin ve Lawrence Summers; her ikisi de mevcut finansal krizin en önemli etmeni olan deregülasyonlar için çok çaba sarf ettiler. Hazine Bakanı olarak Rubin, ticari bankaları yüksek risk taşıyan finansal kurumlardan ayıran Glass-Steagall yasasını [[dipnot2]] feshetmek için çok çalıştı. Ekonomist Tim Canova, Rubin’e “Glass-Steagall yasasının feshinden kişisel çıkarı olduğu” eleştirisinde bulunuyor. Rubin Maliye Bakanlığı’ndan ayrılmasından hemen sonra “sigorta aracı kurumu iştirakini elden çıkarma olasılığıyla karşı karşıya gelen bir finansal dev olan Citigroup’un başkanı” oldu… “Clinton yönetimi Yönetimde Etik Yasası’nı Etiğe açıkça ihlali yüzünden onu asla suçlamadı.”

Maliye Bakanlığı’na Rubin’in yerine, (Warren Buffett’ın “kitle imha silahları” olarak nitelendirdiği) finansal türev piyasalarını serbestleştiren ve piyasaların yıkıma uğramasına neden olan yasaları çıkaran Summers getirildi. Krizin eli kulağında olduğunu açıkça söyleyen birkaç ekonomistten biri olan Dean Baker’a göre kendisi bugünkü ekonomik krizin sorumlularından biri. Baker finansal politikayı Rubin ve Summers’ın ellerine terk etmenin “terörle mücadelede Usama Bin Ladin’den yardım istemeye” benzediğini söylüyor.

İş çevreleri basını Obama’nın Geçiş Dönemi Ekonomik Danışma Kurulu’nun 7 Kasım’da finansal krizle ilgili yaptığı toplantının kayıtlarını değerlendirdi. Bloomberg Haber Ajansı’nda Jonathan Weil “bu isimlerin çoğunun Obama’nın yakın çevresinde kendilerine ayrılan pozisyonlar yerine şu andan itibaren baş tanıklar olarak mahkeme celpleri almaları” gerektiğini söyledi. Bu isimlerin yarısı mütevelli heyetlerinde yer aldıkları şirketler, ya bilançolarında sahtekarlık yaptılar, ya dünyanın ekonomik bir buhrana sokulmasına katkı sundular, ya da her ikisini birden yaptılar. Şimdi, “bu insanların ulusun ihtiyaçlarını kendi çıkarları ile karıştırmayacağını” düşünmek mantıklı mı? Jonathan Weil Beyaz Saray Genel Sekreteri olan Emanuel’in de “Freddie Mac’in hesaplarda yolsuzluk yaptığı 2000 ve 2001 yıllarında bu şirketin yöneticiliği yaptığını” söylüyor.

Tüm bunlar bu yazı yazılırken olan şeylerdi. Tüm bunlar olurken kurulan söylem ise “değişim” ve “umut”du.

 Sağlık Hizmetleri

Yönetimin öncelikli meselesi finansal krizi ve reel ekonomide eşzamanlı olarak ortaya çıkan  durgunluğu durdurmak. Ama şimdilik rafa kaldırılmış olsa da bekleyen başka bir canavar var: verimsizliği ile kötü bir ün salmış olan özelleştirilmiş sağlık sistemi, hâlihazırdaki eğilimler devam ederse federal bütçeyi zorlayacak gibi görünüyor. Halkın çoğu yıllarca, karşılaştırmalı verilerin de gösterdiği gibi daha ucuz ve daha etkili olan kamuya ait bir sağlık sisteminden yana oldu. 2004’e kadar, devletin sağlık sistemine yapacağı herhangi bir müdahale basında “siyasi olarak imkansız” ya da “siyasi destekten yoksun” olarak nitelendirildi. Bu şu demekti: sigorta endüstrisi, ilaç şirketleri ve güç sahipleri bu eyleme karşıydılar. 2008’de ise ilk önce Edwards, sonra Obama ve Clinton halkın uzun zamandır tercih ettiği şey için teklifler sundular. Bu düşüncelerin şimdi “siyasi desteği” var. Ne değişti? Değişen halkın fikri değil. Fakat 2008’de, iktidardaki temel sektörler, özellikle imalat endüstrisi, özel sağlık sistemi nedeni ile çok zarar gördüklerini fark ettiler. Böylece halkın talebi “siyasi destek” kazanmış oldu. Önümüzde uzun bir yol var ve bu değişim bize, işlemeyen demokrasi hakkında bir fikir veriyor.

Uluslararası İlişkiler

Uluslararası alanda, yeni bir sayfa açılacağının pek de aslı yok. Olan bitenler ise, Bush’un birinci dönemin radikal ultra milliyetçi saldırgan üslubundan geri adım atıp Rumsfeld ve Wolfowitz gibi korkunç şahinleri ve (söylemsel düzeyde değil eylemde) demokrasi karşıtlarını yönetimden uzaklaştırdığı ikinci dönemindekinden farklı bir dış politika beklememiz için çok az neden sunuyor.

İsrail-Filistin

Acil meselelerin çoğu Orta Doğu ile ilişkili. İsrail-Filistin meselesinde Obama’nın ABD’nin 30 yıldan daha fazladır bir kaç istisna dışında ısrarla sürdürdüğü, herhangi bir siyasi uzlaşmanın önünü kesen inkârcı tavrını terk edeceği yönünde söylentiler dolaşıyor. Bu istisnalardan birisi, İsrail’in görüşmeleri erken bir safhada sona erdirdiği Ocak 2001’deki gelecek vadeden birkaç günlük görüşmelerdir. Kayıtlar, söylentilerin ciddiye alınmasını gerektiren bir dayanak sunmuyor. Obama’nın resmi duruşunu başka bir yerde değerlendirmiştim (Perilous Power), burada bu meseleyi ele almayacağım. Seçimlerden sonra, İsrail Cumhurbaşkanı Shimon Peres basına Obama’nın Temmuz’da İsrail’e yaptığı gezide kendisine İsrail’in işgal edilen topraklardan çekilmesi ile birlikte İsrail ile ilişkilerin tamamen normalleştirilmesini öngören Arap Ligi Barış önerisinden çok etkilendiğini söylediğini açıkladı. Temelde bu öneri uzun zamandır benimsenen uluslararası mutabakata dayanmaktadır ve İsrail ve ABD tarafından tek taraflı olarak engellenmektedir. Peres de bu mutabakatı hiçbir zaman kabul etmemiştir; 1996’da başbakanlığının son günlerinde bir Filistin Devleti’nin asla var olamayacağını savunmuştur. Tüm bunlar belki içten bir değişimi işaret ediyordur olabilirdi; tabii sağcı İsrail lideri Benyamin Netanyahu da aynı gezide Obama’nın kendisinin işgal altındaki toprakların sınırsız İsrail kontrolüne geçmesini öneren planından çok etkilendiğini söylediğini açıklamamış olsaydı.

Bu çelişki İsrailli siyasi analist Aluf Ben tarafından mantıklı bir şekilde çözüldü. Aluf Ben Obama’nın “temel amacının kimseyi bozmak ya da kızdırmak olmadığını, büyük ihtimalle kibar davranmaya çalıştığını ve ev sahiplerine önerilerini “ilginç” bulduğunu söyleyerek onları memnun ettiğini ve hiçbir şeyin sözünü vermediğini” belirtti. Anlaşılır bir durum, yine de bu bize kendisinin İsrail’e olan düşkünlüğünden ve Filistin’in kaygılarını görmezden gelişinden başka bir şey göstermiyor.

Irak

Irak’ta Obama sık sık savaşa karşı “ilkeli muhalefeti” için övgü alıyor. Gerçekte, muhalefetinin hiçbir şekilde ilkeli olmadığını belli etti. Ona göre savaş “stratejik bir falso”. Kremlin’deki eleştirmenler Afganistan’daki savaşın stratejik bir falso olduğunu söyledikleri zaman, biz onların prensipli davrandığını söylememiştik.

Bu yazı yazılırken, Irak hükümeti Washington’la Irak’ta ABD askerlerinin varlığı üzerine hazırlanan Kuvvetlerin Statüsü Antlaşması’nı (SOFA) imzalayacak gibiydi. Başbakan Maliki bazı çekincelerle, Irak’ın ulaşabileceği en iyi antlaşmanın bu olduğunu ve bunun en azından “güçlü bir başlangıç” olduğunu söylüyordu. Konuşmalar sürüncemede kaldı. Washington Post’a göre, bunun nedeni Irak’ın Bush yönetiminin muğlak söylemi yerine 2011’i çekilmenin tarihi olarak belirlemek ve topraklarındaki uzun süreli ABD üslerini reddetmek gibi bazı temel konularda ABD’nin tavizler vermesinde ısrar etmesiydi.  Irak liderleri  “çekilme için belirlenecek sabit bir tarihi bir müzakere zaferi” olarak değerlendiriyorlardı. Reuters’e göre: Washington “çekilme için takvim vermeyi uzun süre reddetti, ama son aylarda daha ılımlı bir davranış sergiliyor”. Bu konudaki Irak direnişinin üstesinden gelemedi.

Müzakereler boyunca, basın Maliki hükümetinin inatçı tavrını kamuoyuna dalkavukluk yapmak olarak niteleyip küçümsedi. ABD tarafından yapılan kamuoyu yoklamaları birçok Iraklının ABD’nin askeri varlığını istemediğini ve ABD güçlerinin durumu daha da kötüleştirdiğine ve “gerilimi” arttırdığına inandığını gösteriyor. Ortadoğu uzmanı ve güvenlik analisti Steven Simon’ın yargısı bu anlamda destek görüyor, Foreign Affairs’da yazan Simon’a göre, Petraus’un kontrgerilla stratejisi “Ortadoğu’da istikrarı tehdit eden üç gücü yeniden ateşledi: aşiretçilik, savaş ağalığı, tarikatçılık. Bu güçleri kontrol altında tutamayan devletler, eninde sonunda yönetilemez hale geliyor. Gerilimin Irak’ı taşıdığı kader de tam olarak bu. Kısa dönemde kayıpları azaltacak bir strateji, uzun vadede Irak’ın bütünlüğü ihtimalini kaçınılmaz bir şekilde azaltacaktır.” Bu “2003’de Washington’un devirdiği Baas rejimine benzeyen, askeri cuntayla yönetilen güçlü ve merkezi bir devlete” ya da başkentteki “patronlar kulübünün imtiyazlı kanallar aracılığı ile aşiretlere pay dağıttığı, 20. yüzyılın ilk yarısında Ortadoğu’da kurulan, emperyal himaye altındaki devletlere benzeyen bir yapıya” neden olabilir. Petraeus sisteminde, “ABD ordusu sağlıksız bir bağımlılık yaratarak ve aşiretler ile devlet arasına tehlikeli bir şekilde bıçak sokarak” ve “istikrarlı ve bütünlüklü bir Irak” beklentisini yok ederek patronların rolünü oynuyor.

Irak’ın son başarısı ABD’li işgalcilerin taleplerine karşı uzun bir direniş sürecinin ürünüdür. Washington seçimleri engellemek için dişini tırnağına taktı; fakat Ayetullah Sistani’nin simgelediği kitlesel demokrasi talepleri karşısında yelkenleri suya indirmek durumunda kaldı. Bunun üzerine Bush yönetimi kendi tercih ettiği kişiyi Başbakan yapmayı başardı ve hükümeti çeşitli biçimlerde kontrol etmeye çalıştı. Bu arada ülkenin çeşitli yerlerinde büyük askeri üsler ve Bağdat kentinin içinde aslında ayrı bir kent olan “ABD Büyükelçiliğini” inşa etti. Bunların tümü kongredeki Demokratlar tarafından mali olarak desteklendi. İşgalciler SOFA’yı (Kuvvetlerin Statüsü Anlaşması) kabul etmek durumunda kalırsa bu, şiddet içermeyen direniş açısından büyük bir zafer olacak. Asiler öldürülebilir, fakat şiddet içermeyen kitlesel direnişin ezilmesi hiç de kolay değildir.

Siyasetçiler ve medya Washington’un SOFA şartları hakkında talepte bulunma hakkına sahip olduğu varsayıyor. Afganistan’ı işgal eden Rus istilacılara ve aslında ABD ve onun uyduları dışında kalan herhangi bir ülkeye böyle bir hak hiçbir zaman tanınmamıştı. Başkaları için, doğru bir şekilde, istilacıların hiçbir hakkı olamayacağı ilkesini benimsiyoruz. Onların yalnızca sorumlulukları var ve bu kurbanların iradesinin dikkate alınmasını ve işlenen suçlar için büyük tazminatlar ödenmesini de içerir. Buradaki suçlardan bir kısmını sayacak olursak, Saddam Hüseyin’e en kötü mezalimini uygularken Reagan’ın nezaretinde verilen desteği; ardından, Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam’ın ABD ordusunun gözetimi altında uyguladığı Şii katliamını; Clinton’un yaptırımlar rejimini; bu rejimi bizzat yöneten ve protesto ederek istifa eden seçkin uluslararası diplomatlar tarafından “soykırım” olarak adlandırılan ve Saddam’ın, kanlı yönetimlerinin sonuna kadar ABD ve Britanya tarafından desteklenen diğer gangsterlerin kaderinden kurtulmasına hizmet eden yaptırımları; savaşı ve sonrasında yaşanan iğrençlikleri sıralayabiliriz. Kibar bir toplumda böyle düşünceler ağza alınmamalıdır.

Irak yönetimi sözcüsü kesinlik içermeyen SOFA’nın “ABD’nin seçilmiş başkanı Obama’nın vizyonuyla uyumlu olduğunu” söylüyor. Aslında Obama’nın vizyonu biraz muğlak bırakıldı, fakat görünüşe bakılırsa Irak hükümetinin taleplerine bir yönüyle uyacak. Bu durumda ABD’nin Irak’ın muazzam petrol kaynakları üzerinde denetim kurmak ve dünyanın en büyük enerji merkezindeki hakimiyetini güçlendirmek üzere yaptığı planların tadil edilmesi gerekecek.

Afganistan, Pakistan…

Obama’nın ilan edilen “vizyonu” kuvvetlerin Irak’tan Afganistan’a kaydırılmasıydı. Bu duruş Washington Post editörlerinin uyarısıyla karşılaştı: “Afganistan’da Taliban direnişinin önlenmesi ABD’nin yararına olabilir, fakat bu ülkenin stratejik önemi Irak ile kıyaslandığında çok daha zayıf. Irak Ortadoğu’nun jeopolitik merkezinde yer alıyor ve dünyanın en büyük petrol rezervlerinden bir kısmını barındırıyor.” Washington, Irak’ın taleplerini giderek kabul etmek durumunda kaldıkça, “demokrasinin geliştirilmesi” türünden kendi kendini pohpohlayıcı diğer masallar rafa kaldırıldı. Bunların yerine, dogmatik ideologlar dışında kalan insanlar için işin en başından beri son derece açık olan gerçekler ağırlık kazandı: Irak’ın ihraç ürünleri kuşkonmaz ve domates olsaydı ve temel enerji kaynakları Güney Pasifik’te bulunsaydı ABD Irak’ı işgal etmezdi.

NATO komutanları da gerçekleri kamuoyu önünde kabul etmek durumunda kalıyorlar. Temmuz 2007’de NATO Genel Sekreteri General Jaap de Hoop Scheffer bir NATO üyeleri toplantısında “NATO birliklerinin, Batı’ya petrol ve gaz taşıyan boru hatlarını”, daha genel olarak tankerlerin kullandığı deniz yollarını ve enerji sistemine ait diğer “hayati altyapıları” koruması gerektiği bilgisini verdi. “Koruma sorumluluğu” masalının gerçek anlamı budur. Muhtemelen bu görev, Kanada birliklerinin konuşlandığı Kandahar’dan geçerek Türkmenistan gazını Pakistan ve Hindistan’a taşıması planlanan 7.6 milyar dolarlık TAPI projesini (Trans-Afganistan Boru Hattı Projesi) içeriyor. Toronto Globe ve Mail’in haberine göre amaç “Pakistan ve Hindistan’a İran gazını getirecek rakip bir boru hattının engellenmesi” ve “Rusya’nın Orta Asya enerji ihracatı üzerindeki hakimiyetinin zayıflatılması”. Bu haber muhtemelen yeni “Büyük Oyun”un ana hatlarını gözler önüne seriyor.

New York Times’ın seçimlerden kısa bir süre sonra ifşa ettiği bilgilere göre Obama, Bush yönetiminin Washington’un (henüz) işgal etmediği ülkelerde şüpheli El Kaide liderlerine yönelik (gizli tutulan) saldırı politikasını kuvvetle destekliyor. Bu doktrinin bir uygulaması 26 Ekim’de yapıldı. Irak’taki ABD kuvvetleri iddiaya göre bir El Kaide liderini yakalamak için Suriye’ye baskın düzenledi ve 8 sivili öldürdü. Washington bunu yaparken Irak Başbakanı Maliki’ye veya Cumhurbaşkanı Talabani’ye bilgi vermedi, halbuki her ikisi de Suriye ile dostane ilişkiler güdüyorlar. Suriye 1.5 milyon Iraklı mülteciyi kabul etti ve El Kaide’ye çok sert bir şekilde karşı duruyor. Suriye bu baskını protesto etti ve eğer kendilerine bilgi verilmiş olsaydı bu düşmanı tevkif etmek üzere şevkle harekete geçmiş olacağını beyan etti –ki bu güvenilir bir beyandır. Asia Times’a göre Iraklı liderler küplere binmiş vaziyetteler ve SOFA müzakerelerinde daha dik duracaklar. Irak topraklarının komşulara bir saldırı üssü olarak kullanılmasını yasaklayan düzenlemeler için ısrar edecekler.

Suriye saldırısı Arap dünyasında sert bir tepkiyle karşılandı. Hükümet yanlısı gazetelerde Bush yönetimi “yağmacı mirasını” devam ettirdiği için kınandı (Lübnan), Suriye “uzlaşmacı çizgisinde ilerlemeye devam etmesi” için uyarıldı ve Amerika’nın “sahip olduğu nefret dili, kendini beğenmişlik ve masum insanlara yönelik cinayetleri ile gerilemeye devam ettiği” tespit edildi (Kuveyt). Genel olarak tüm bölge için bu, hükümet denetimindeki Suudi basınının “barış arayan bir diplomasi değil, savaşın peşinde koşan bir çılgınlık” olarak tarif ettiği durumun bir tekrarıydı.

Obama sessiz kaldı. Diğer Demokratlar da. Siyaset bilimci Stephen Zunes Temsilciler Meclisi ve Senato’daki Demokratları birer birer aradı fakat hiçbirinden, ABD’nin işgal ettiği Irak’tan Suriye’ye yaptığı baskınlar hakkında tek bir eleştiri alamadı.

Görünen o ki, Obama aynı zamanda daha kapsamlı Bush doktrinini de benimsiyor. ABD sadece keyfince tercih ettiği ülkeleri (bir “yanılgı” veya çok maliyetli vb. olmadığı sürece) istila etme hakkına sahip değildir, aynı zamanda Washington’un kendi saldırganlıklarına karşı direnişi desteklediğini iddia ettiği yerlere de saldırma hakkı vardır. Görünen o ki Obama, örneğin Pakistan’da pek çok sivili öldüren avcı uçağı saldırılarını da eleştirmemektedir.

Bu avcı baskınlarının tabii çeşitli sonuçları oluyor: insanların aile üyelerinin ve arkadaşlarının katledilmesine karşı çıkmak gibi garip bir huyu var. Şimdi, Pakistan’ın Afganistan sınırındaki kabile bölgesi Bajaur’da kirli bir mini savaş yürütülüyor. BBC yoğun çatışmalar nedeniyle yaygın bir yıkım olduğunu bildiriyor, “Bajaur’da pek çok insanın, ayaklanmanın kökenlerini Kasım 2006’da yaklaşık 80 kişinin ölümüne yol açan, bir İslami medreseye dönük şüpheli bir ABD füze saldırısına kadar geri götürdüğünü” bildiriyor. 80-85 kişiyi öldüren bu okul saldırısı Pakistan’da anaakım basında oldukça saygın bir muhalif fizikçi olan Pervez Hoodbhoy tarafından ele alınmış fakat ABD’de önemsiz görülerek geçiştirilmişti. Olaylar namlunun öbür ucundan bakıldığında genellikle farklı görünür.

Hoodbhoy bu tip saldırıların olağan sonucunun “dümdüz edilmiş evler, ölü ve sakat çocuklar ve Pakistan ve ABD’ye karşı intikam arzusuyla dolu büyüyen bir yerel nüfus” olduğunu belirtmişti. Bajaur bugün, bu olağan kalıbın bir örneği olarak görülebilir.

3 Kasım’da ABD’nin Orta Doğu bölgesini kapsayan birliklerinin yeni atanan komutanı General Petraeus, Pakistan Devlet Başkanı Asif Ali Zardari, Genelkurmay Başkanı Ashfaq Parvez Kayani ve diğer yüksek görevlilerle ilk toplantısını yaptı. Bu insanların temel derdi ABD’nin Pakistan topraklarına yönelik son haftalarda iyice artan füze saldırılarıydı. Zardari Petraeus’a şunları söyledi: “Topraklarımıza yönelik olarak devam eden ve değerli mal ve can kaybına yol açan insansız hava aracı saldırıları amacına ters düşmektedir ve bu durumun seçilmiş bir hükümet tarafından halka izahı mümkün değildir”. Hükümetinin saldırılara karşı “daha sert davranmak baskısıyla karşı karşıya olduğunu” da söyledi. Tüm bunlar Pakistan’da tamamen gözden düşmüş olan “ABD’ye karşı bir tepkiye neden olabilir” dedi.

Petraeus mesajı aldığını belirtti ve “ülkeye saldırırken [Pakistanlıların görüşlerini] dikkate almamız gerekir” dedi. Şüphesiz çok pratik bir ihtiyaç, ne de olsa Afganistan’daki ABD-NATO savaşının tedariklerinin yüzde 80’i Pakistan üzerinden temin ediliyor.

Pakistan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nın (NPT) dışında kalarak nükleer silah geliştirmişti. Müttefikinin karıştırdığı işlere gözünü kapatan Ronald Reagan sağ olsun. Bu, Reagan’ın “acımasız ve kindar” diktatör Ziya ül Hak’a verdiği “sınırsız desteğin” sadece bir yönüydü. Saygın araştırmacı Ahmed Rashid, Ziya ül Hak yönetiminin “Pakistan toplumu üzerinde en uzun süren en hasar verici etkiyi yarattığını, bu etkinin varlığını bugün de koruduğunu” ifade etmektedir. Reagan’ın güçlü desteğini arkasına alan Ziya “nüfusa ideolojik bir İslam rejimini dayatmak üzere harekete geçmişti.” Bunlar günümüzün pek çok probleminin, “dini partilerin militanlaşmasının, medreselerin ve dini grupların sayısında patlama yaşanmasının, uyuşturucu ve kalaşnikof kültürünün yaygınlaşmasının ve sekter şiddette görülen artışın” doğrudan kökenleridir.

Rashid şöyle devam ediyor: “Reagancılar, Servisler Arası İstihbarat Müdürlüğü’nü (ISI), Pakistan’daki siyasi süreçleri yöneten ve aynı zamanda Kaşmir’de ve Orta Asya’da İslamcı başkaldırıları teşvik eden çok büyük bir istihbarat kuruluşu haline getirdi. Ziya ve Reagan tarafından başlatılan bu küresel cihat, El Kaide’nin tohumlarını atacak ve Pakistan’ı gelecek 20 yılda cihatçılığın dünyadaki merkezi haline getirecekti.” Bu arada, Reagan’ın hemen ardından iktidara gelen ABD yönetimi Afganistan’ı en acımasız cihatçıların eline teslim etti ve ardından da Rumsfeld’in direktifleriyle iş gören savaş ağalarının yönetimine terk etti. Korkunç bir örgüt olan ISI ise iki tarafa da oynadı: Bir yandan isyancı Taliban’ı desteklerken diğer yandan ABD’nin bazı taleplerine rıza gösterdi.

ABD ve Pakistan’ın, “Eylül’de [2008] ‘sorma-söyleme’ politikası üzerinde gizli bir anlaşmaya vardıkları” bildiriliyor. İsimlerinin açıklanmasını istemeyen her iki ülkedeki üst düzey yetkililere göre bu anlaşma, “insansız Predator uçaklarının [Pakistan’daki] şüpheli terörist hedeflere saldırmasına imkân tanıyor.” “Yetkililerin tanımladığına göre söz konusu anlaşma uyarınca, ABD hükümeti saldırıları düzenlediğini alenen kabul etmeyi reddediyor ve Pakistan hükümeti de siyasi açıdan hassasiyet içeren bu saldırılardan yüksek sesle şikâyet etmeyi sürdürüyor.”

Bir kez daha bütün bu sorunlara, gittikçe nefret ettikleri, dünyanın öbür ucundaki bir düşman tarafından bombalanmaktan hoşlanmayan “cahil ve işlere burnunu sokmaya meraklı dışarıdakilerin” yol açtığı görülüyor. 

 “Gizli anlaşma”ya dair bu haberin yayımlanmasından bir gün önce, ihtilaflı aşiret bölgelerinde düzenlenen bir intihar saldırısı sekiz Pakistanlı askerin ölmesine yol açtı. Bu saldırının, ikisi Taliban lideri 20 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir ABD Predator uçağının saldırısına misilleme olduğu düşünülüyor. Pakistan parlamentosu Taliban’la diyalog çağrısı yaptı. Bu kararın hemen ardından Pakistan Dışişleri Bakanı Şah Mehmood Qureshi, “tek başına güç kullanmanın arzu edilen sonuçları getirmediği giderek daha iyi anlaşılıyor” dedi.

Afgan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai’nin seçilmiş Başkan Obama’ya gönderdiği ilk mesaj Pakistanlı liderlerin General Petraeus’a gönderdikleri mesaja çok benziyordu: “ABD’nin sivil kayıplara yol açan hava saldırılarını durdurun.” Karzai’nin mesajı koalisyon birliklerinin Kandahar bölgesinde bir düğün evini bombalamasından kısa süre sonra gönderildi. Bu saldırıda 40 kişinin öldüğü bildirildi. Karzai’ni görüşünün “dikkate alındığına” dair herhangi bir işaret yok.

Financial Times’in aktardığına göre, Britanya komutanlığı Afganistan’daki çatışmanın askeri bir çözümünün olmadığı ve ABD ile ihtilafa düşmeyi göze alarak Taliban’la müzakereler yürütülmesi gerektiği konusunda uyarıda bulundu. Bölgede uzun süre görev yapan muhabir Jason Burke, “Taliban’ın Afganistan’daki çatışmayı sona erdirmek üzere Suudi Arabistan’ın himayesinde ve Britanya’nın desteğiyle yürütülen geniş kapsamlı bir “barış süreci” çerçevesinde gizli görüşmelere başladığını” aktarıyor.

Dış müdahale olmaksızın gerçekleşecek bir çözümü tercih eden bazı Afgan barış aktivistlerinin bu yaklaşımla ilgili çekinceleri var. Giderek genişleyen bir aktivistler ağı, Mayıs 2008’de oluşturulan ve Afganların büyük meclisi olan Ulusal Barış Jirga’sında Taliban’la müzakereler yapılması ve uzlaşmaya gidilmesi için çağrı yapıyor. AFP ajansı, çoğunluğunu Afganistan’daki en büyük etnik grup Paştunların oluşturduğu 3.000 Afgan siyasetçi ve entelektüelin Jirga’yı desteklemek üzere düzenledikleri bir toplantıda “Afganistan’daki İslamcı militanlara karşı yürütülen uluslararası askeri harekâtı” eleştirdiklerini ve “savaşı durdurmak için diyalog çağrısı yaptıklarını” aktarıyor. 

Habere göre, Ulusal Barış Jirga’sı geçici Başkanı Bakhtar Aminzai, “açılış toplantısında mevcut çatışmanın askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini ve ancak görüşmelerin bir çözüm getirebileceğini söyledi. Aminzai, hükümete, Taliban ve Hizbi İslami gruplarıyla ile görüşmeleri hızlandırma çağrısında bulundu.” Hizbi İslami, çok sayıda dehşet verici zalimliğin sorumlusu olan Reagan’ın gözdesi radikal İslamcı savaş ağası Gülbeddin Hikmetyar’ın partisi. Hikmetyar’ın şimdi Karzai hükümetinin parlamentodaki en büyük destekçisi olduğu ve Afganistan’ın bir tür yeniden Talibanlaştırılması için hükümete baskı yaptığı bildiriliyor.

Ayrıca Aminzai “Afgan hükümetini ve uluslararası camiayı silahsız bir çözüme zorlamak için baskı yapmamız gerekiyor” dedi. Bir sözcü ise şunları söyledi: “Afganistan’da Batı’nın izlediği politikaya karşıyız. Silahlarını mezara gömmeli ve diplomasi ve ekonomik gelişme üzerinde odaklanmalılar.” Önde gelen savaş-karşıtı gruplardan birisi olan Afganistan Uyanmış Gençliği’nin bir lideri, “Afganasid’i – Afganistan’ın katledilmesini” durmamız gerekiyor” dedi. Alman barış örgütleriyle ortak bir açıklama yapan Ulusal Barış Jirga’sı “savaştan bitkin düşmüş Afgan halkının büyük bir çoğunluğunu” temsil ettiğini öne sürdü ve çatışmaların tırmandırılmasına son verilip barış sürecinin başlatılması için çağrıda bulundu.

Ülkedeki STK’ların bağlı bulunduğu şemsiye örgütün başkan yardımcısı, yaklaşık 1.400 kayıtlı STK’dan kabaca 1.100’ünün tamamen Afgan kadın, gençlik ve diğer grupların faaliyetlerinden oluştuğunu ve pek çoğunun Barış Jirga’sını desteklediklerini söylüyor.

Her ne kadar Afganistan’da kamuoyu araştırması yapmak güç bir iş olsa da, fikir veren bazı sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Kanadalıların yürüttüğü bir kamuoyu araştırması, Afganların, Kanadalıların ve diğer yabancı birliklerin varlığını destekledikleri bulgusuna ulaştı ve bu haber Kanada’da manşetleri süsledi. Bununla birlikte, başka bulgular bazı kayıtlar olduğunu düşündürüyor. Araştırmaya yanıt verenlerin sadece yüzde  20’si “yabancı birlikler gittikten sonra Taliban’ın egemenlik kuracağını” düşünüyor. Dörtte üçü Karzai hükümeti ile Taliban arasında müzakere yapılmasını, yarısından fazlası ise bir koalisyon hükümeti kurulmasını destekliyor. Dolayısıyla büyük çoğunluk, çatışmanın daha fazla askerileştirilmesine dönük ABD-NATO hedefine güçlü bir biçimde karşı çıkıyor ve barışın ancak barışçıl araçlara dönülmesiyle mümkün olduğuna inanıyor. Böyle bir soru sorulmamış olmasına karşın, yabancı birliklerin varlığının, yardım ve yeniden inşa nedeniyle desteklendiğini tahmin edebiliriz.

Toronto Globe & Mail gazetesinin Taliban’ın alt düzey savaşçılarıyla gerçekleştirdiği bir araştırma, kendilerinin de öne sürdüğü gibi bilimsel bir kamuoyu araştırması olmamasına karşın, yine de önemli bir kavrayış sunuyor. Araştırma yapılan savaşçıların hepsi Kandahar bölgesinden Paştunlar. Eski yabancı işgalcilerin kovulması geleneğinin takipçisi olarak kendilerini Mücahit diye tanımlıyorlar. Yaklaşık üçte biri, ailelerinden birisinin son yıllardaki hava bombardımanlarında öldüğünü söylüyor. Pek çoğu, Afgan köylülerini yabancı birliklerin hava saldırılarına karşı savunmak için savaştığını söylüyor. Küresel bir cihat yürüttüğünü veya Taliban lideri Molla Ömer’e bağlı olduğunu söyleyen pek az kişi var. Çoğunluğu, bir lider için değil, ilkeler – İslami bir hükümet – için savaştıklarını düşünüyor. Bulgular, bir kez daha dış müdahale olmaksızın müzakereye dayalı barışçıl bir çözümün mümkün olduğunu gösteriyor.

Rusların çekildiği (ve SSCB’nin dağıldığı) kritik 1988-92 dönemi boyunca Moskova’da Büyük Britanya büyükelçisi olan ve ardından Britanya Ortak İstihbarat Komitesi Başkanlığı’na getirilen Afganistan uzmanı Sir Rodric Braithwait bu tür ihtimallere ilişkin değerli bir perspektif sunuyor. Braithwait son ziyaretinde Afgan gazetecilerle, eski Mücahitlerle ve profesyonellerle konuştu. Bunlar, ABD temelli “koalisyon” için çalışan ve genelde koalisyonun “barış ve yeniden inşa vaatlerinin doğal destekçileri durumunda olan” kişiler. Braithwait, Financial Times’ta, görüştüğü kişilerin “Cumhurbaşkanı Hamid Karzai’ye küçümseyerek baktıklarını” ve onu, yabancı güçler tarafından yerleştirilen diğerleri gibi bir kukla olarak gördüklerini anlatıyor. Braithwait’e göre, en beğendiklerini yönetici, “ulusu, İslamcı bir devlet çatışı altında uzlaştırmaya çalışan ve Taliban tarafından vahşi şekilde öldürülen son Komünist başkan Muhammed Necibullah. Necibullah’ın konuşmalarının DVD’leri sokaklarda satılıyor. Sovyet işgali altındayken işlerin daha iyi olduğunu söylüyorlar. Kabil güvenliydi, kadınlar istihdam ediliyordu, Sovyetler fabrikalar kuruyor, yollar, okullar ve hastaneler yapıyordu. Rus çocukları sokaklarda güven içinde oynayabiliyorlardı. Rus askerleri ise, havadan bombardımanlarla kadınları ve çocukları öldürmek yerine, yerde gerçek savaşçılar gibi cesaretle savaştılar. Hatta Taliban bile bu kadar kötü değildi: İyi Müslümanlardı, düzeni koruyorlardı ve kendi yöntemleriyle kadınlara saygı gösteriyorlardı. Bu efsaneler tarihsel gerçekliği yansıtmayabilir, fakat bu insanların ‘koalisyon’ ve onun politikaları karşısında ne kadar derin bir hayal kırıklığı yaşadıklarını gösteriyor.”

Bölge konusunda uzman olanlar, ABD stratejisinin daha fazla birlik gönderip Pakistan’a daha çok saldırı düzenlemek yerine, “büyük bir diplomatik pazarlığa” yönelmesi ve “isyancılarla uzlaşırken aynı zamanda bölgesel düşmanlıkları ve güvensizlikleri çözmeyi hedeflemesi gerektiğini söylüyorlar. (Barnett Rubin ve Ahmed Rashid, Foreign Affairs, Kasım Aralık 2008). Yeni gelen ABD yönetimini, Afganistan’daki ilgili tarafların, Pakistan’ın ve İran’ın, dahası –“etki alanlarındaki bir NATO üssüne karşı çekinceler taşıyan” ve “Birleşik Devletler ve NATO’nun” yanı sıra El Kaide ve Taliban’ın oluşturduğu tehditlerden de kaygı duyan – Hindistan, Çin ve Rusya’nın da çıkarlarını gözeten müzakereler yürütmeye ve  “bölgedeki Büyük Oyun’un artan ölçüde tahripkâr dinamiklerini sona erdirmeye” çağırıyorlar. Söz konusu uzmanlara göre, derhal şu amacın benimsenmesi gerekiyor: “Bölgedeki şiddet düzeyini azaltmak ve küresel camiayı, uzun vadeli hedefler konusunda hakiki bir mutabakata doğru harekete geçirmek”; böylelikle, Afganların kendi iç sorunlarıyla barışçıl şekilde uğraşmalarını sağlamak. Bu uzmanlar, yeni gelen ABD yönetiminin, “Washington’un bütün sorunları ‘zafer’le çözme konusundaki tutkusuna” son vermesi ve “Birleşik Devletler’in rakiplerini, hasımlarını veya düşmanlarını diplomatik süreçlere dahil etmekteki isteksizliğini” sona erdirmesi gerektiğini belirtiyorlar.  

Öyle görünüyor ki şiddet sarmalının tırmanması karşısında belli alternatifler var, ancak seçim kampanyasında ya da siyasi yorumlarda bu alternatiflerden pek söz edilmiyor. Afganistan ve Pakistan, Obama’nın kampanya sitesinde dış politika meseleleri arasında görünmüyor.

İran

Tam tersine İran ön sıralarda. Ama İran bile İsrail’e verilen coşkun destekle kıyaslanamaz. Filistinlilerden ise hiç söz edilmiyor, yalnızca belirsiz bir “iki devletli çözüme” gönderme var. Obama İran ile ilgili olarak “ön şartsız” sıkı bir doğrudan diplomasiden yana. Bu diplamasinin amacı “İran’ı sorunlu davranışlarını değiştirmeye zorlamak”. Nükleer bir program yürütmesinden ve terörizmi desteklemesinden (muhtemelen Hamas ve Hizbullah’a verdiği destekten) söz ediliyor. İran sorunlu davranışlarını terk ederse ABD normal diplomatik ve ekonomik ilişkiler kurmaya yönelebilir. “Eğer İran sorunlu davranışını sürdürürse uyguladığımız ekonomik baskıyı ve politik izolasyonu arttırırız.” Obama İsrail lobisine (AIPAC) de bilgi veriyor: “İktidarım sırasında İran’ın nükleer bir silah edinmesini önlemek için elimden geleni yapacağım”. Eğer söylediklerinde ciddi ise bunun sonu nükleer savaşa kadar varır.

Dahası Obama Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı da güçlendireceğini, böylece “Kuzey Kore ve İran gibi kuralları çiğneyen ülkelerin hemen güçlü uluslararası yaptırımlarla karşı karşıya geleceğini” söylüyor. Tabii ki ABD gizli servislerinin, “yüksek güvenilirlikle” İran’ın önümüzdeki beş yıl için herhangi bir nükleer silah programı olmadığı sonucuna ulaştıklarına hiç değinilmiyor.  Oysa İsrail, Pakistan ve Hindistan gibi ABD müttefiklerinin ABD’nin desteği ile Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı ihlal edecek şekilde kapsamlı nükleer silah programlarına sahip olduklarına da hiç değinilmiyor.

İran’dan, son olarak İsrail’in “kendini savunma hakkına” ve “vatandaşlarını koruma hakkına” Obama’nın verdiği güçlü destek bağlamında söz ediliyor. Bu taahhüt, Obama’nın “İran ve Suriye’nin savaşa dahil olmasına karşı çıkan ve İsrail’in Hizbullah füzelerinin yarattığı tehdide bir çözüm sunmayan bir ateşkes yapmaya zorlanmaması gerektiği konusunda ısrar eden bir senato kararına” destek olması ile ispatlanıyor. Burada İsrail’in ABD’nin desteği ile 2006 yılında Lübnan’ı işgal etmesinden söz ediliyor. İsrail’in beşinci işgali olan bu işgal binin üzerinde Lübnanlının ölmesine ve Güney Lübnan’ın ve Beyrut’un bazı bölgelerinin harap olmasına neden olmuştu.

Obama’nın web sitesinde dış politika meseleleri arasında Lübnan’dan söz edildiği tek yer  budur. Açık ki Lübnan’ın kendini savunma hakkı yok. Gerçekte kimin ABD ve uydularına karşı kendini savunma hakkı olabilir ki?

İran’ın da böyle hakları yok. Uzmanlar, hatta rasyonel düşünen şahinler bile, İran nükleer bir programa sahipse bunun caydırıcılık amacı güttüğünü gayet iyi anlamış durumda. Muhafazakâr bir dergi olan National Interest’te Eski CIA silah denetçisi David Kay İran’ın, “Tahran için gerçek bir tehdit olan” ABD tehdidine karşı denge oluşturma yönündeki “stratejik amacı” doğrultusunda “nükleer silah kabiliyetine” yönelmiş olabileceğini iddia ediyor.  Bu yönelimin ardında yatan, kendisinin de anlattığı geçerli nedenler var. Devam ediyor: “Belki de burada ortalığı en çok ajite eden, tarihsel hafızası çok zayıf olan ve dikkat eksikliği hastalığından muzdarip olan ABD’dir.” Dışişleri Bakanlığı istihbaratında Yakın Doğu ve Güney Asya’dan sorumlu müdür yardımcısı olan Wayne White, İran’da iktidarı elinde tutan Ruhani Lider Hamaney’in ve mollalardan oluşan seçkinlerin bir nükleer silaha sahip olsalar bile “bununla İsrail’e yapılacak donkişotvari bir saldırı” ile “çok miktarda parayı” ve “muazzam ekonomik hükümdarlıklarını” tehlikeye atma ihtimalleri olmadığını, bu ihtimalin sıfıra yakın olduğunu söylüyor.

White, İran’ın caydırıcılık için nükleer silah kaabiliyetine (bu nükleer silahlara sahip olmak anlamına gelmemektedir) sahip olmaya çalışabileceğine katılıyor. Devamında, İsrail 1981 yılında Osirak reaktörünü bombaladığında Saddam Hüseyin’in herhangi bir nükleer silah programına sahip olmadığını ve bu saldırının Saddam’ı bombalama sonucunda elinde kalan nükleer malzemeleri kullanarak bir nükleer silah programı başlamaya ittiğini Iran’ın hatırlayabileceğini ileri sürüyor. O zamanlar White, Dışişleri Bakanlığı istihbaratında Irak analisti olarak çalışıyordu ve çok zengin delillere erişimi vardı. White’ın tanıklığı ABD istihbaratının elinde bulunan ve zaten çok inandırıcı olan, daha sonra Iraklı kaçakların sunduğu raporlarla daha da güçlenen şu olguyu teyit ediyor:  İsrail’in bombardımanı Saddam’ın nükleer silah macerasını sona erdirmemiştir, başlatmıştır. White ve diğer uzmanların gözlemlediği kadarıyla İran tesislerinin ABD ya da İsrail tarafından bombalanması aynı etkiye neden olabilir. Şiddet her zaman tepki olarak daha fazla şiddeti doğurur.

Bu mesleler bilgi sahibi şahinler tarafından gayet iyi anlaşılmıştır. İran konusunda önde gelen neocon uzmanlardan olan ve daha önceden CIA’in Ortadoğu bölümünde çalışan Reuel Marc Gerecht 2000 yılında şunları yazıyor:

“Tahran kesinlikle nükleer silah sahibi olmak istiyor ve akıl yürütmesi de mantık dışı değil. İran, Körfez Savaşı sırasında teslim olana dek kimyasal silahlara maruz kaldı. İran’ın güneydoğusundaki daha da radikalleşen Sünni komşusu nükleer silahlara sahip. Scud füzeleri olan ve kitle imha silahlarına sahip olma arzusu güden Saddam Hüseyin kapı komşusu. İran’ın en ateşli ve en tacizkar hasmı olan Suudi Arabistan uzun menzilli füzelere sahip. İran’ın tarihsel olarak en çok korktuğu komşusu Rusya Kafkaslar’da yeniden hakimiyet kurmaya çalışıyor. Ve tabii ki İsrail, İslam Cumhuriyeti’ni yerle bir etmek istiyor. Yarım milyon can pahasına teknolojik olarak üstün Irak tarafından yenilen İran, yetersiz caydırıcılığa sahip olmanın sonuçlarını gayet iyi biliyor. İranlılar caydırıcılığın işe yaraması için de en önemli unsura sahipler: makul düşünme yateneği. Kül haline gelecek Tahran ve İsfahan, Fars ruhunu yok edecektir. En köktenci mollalar bile bundan derin kaygı duyuyor. ABD’nin, İsrail’in ya da başka bir devletin nükleer silahlarla misilleme yapacağına inandığı sürece İran aptalca bir şey yapmayacaktır.”

Gerecht, İran nükleer silahlara sahip olduğunda doğacak gerçek güvenlik sorunlarını da gayet iyi anlamış:

“Tabii ki, nükleer silahlara dahip bir İran, ABD’nin Basra Körfezi’ndeki manevralarını belki mat edemez ama en azından şah çekebilir; Nükleer silahlara ve bunları fırlatabilecek araçlara sahip olduğu takdirde İran’ın terörizmine ya da askeri hamlelerine karşı iki kere düşünmemiz gerektiğine kuşku yok. İkinci Körfez Savaşı yaklaşırken Tahran ve Kum kentindeki mollalar nükleer silahlarla ilgili hararetli bir tartışma yürütüyorlardı. Şu görüşe vardılar: Eğer Saddam Hüseyin nükleer silahlara sahip olsaydı ABD ona meydan okuyamazdı. Bu silahlar İran’ın “sağını” ve “solunu” savunmasının, İslam devriminin ve büyük bir bölgesel güç olarak bağımsızlığını korumasının nihai garantisidir.“

Doktrine ait bir terim olan “İran terörizmi” terimini uygun bir şekilde tercüme edersek Gerecht’in kaygılarının caydırıcı bir kaabiliyete sahip olan İran’ın oluşturacağı tehditi gerçekçi bir şekilde ifade ettiğini söyleyebiliriz. (İran’ın askeri bir hamle yapması ise oldukça uzak bir ihtimaldir.)

Her zaman olduğu gibi politika oluşturmada dikkate alınmayıp gözardı edilse de  Amerikan kamuoyunun görüşü de ciddi analistlerin ve dünya kamuoyunun görüşlerine yakındır. Büyük çoğunluk İran’a yöneltilen tehditlere karşıdır. ABD’nin, güç kullanma tehditini yasaklayan BM Şartını ihlal eden kanunsuz bir devlet olmasını isteyen Bush-Obama çizgisini reddetmektedir. ABD kamuoyu aynı zamanda, İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalayan bir devlet olarak nükleer enerji elde etmek amacıyla uranyum zenginleştirmeye hakkı olduğunu teslim eden dünya kamuoyu ile görüş birliği içindedir. (İran ABD ve Birleşik Krallık’ın tezgahladığı bir darbe ile iktidara gelen bir tiran tarafından yönetilirken Cheney, Rumsfeld, Wolfowitz, Kissinger ve diğerleri İran’ın bu hakka sahip olduğunu teslim ediyorlardı.) Daha da önemlisi ABD’de kamuoyu, son derece korku uyandıran meseleleri önlemek ve belki de bertaraf etmek üzere Ortadoğu’nun nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge haline getirilmesini destekliyor.

Halkın etkisi

Bu gözlemler ilginç bir düşünce deneyi öne sürüyor. Halk “olan bitene seyirci olmak” yerine “katılımcı” olursa “Obama markası”nın içeriği ne olacak? Bu deney kesinlikle yapılmaya değer bir deneydir. Sonuçların da, daha aklı başında ve daha makul bir dünyaya işaret edebileceğine inanmak için yeterince sebep var.