Geçen hafta Adana ve Mersin’de HDP binalarına yönelik bombalı saldırılar, HDP’nin seçim çalışmalarına yönelik baskılara yeni bir boyut kazandırdı. Medyaya yansıyan bilgiler, bombalı saldırıların profesyonel şekilde yapıldığını gösterdi. Bombaların eşzamanlı olarak patlatılması ve Adana’da rutin seçim koordinasyon toplantısının olacağı saate denk getirilmesi, 90’lı yıllardaki provokasyonları hatırlatır nitelikteydi. Adana’daki toplantının tesadüfen ertelenmemesi halinde çok sayıda kişinin ölebileceğini veya ağır yaralanabileceğini bizzat partililer dile getirdiler. Bombalı saldırıların çok sayıda insanın canına kast etme amaçlı olduğu açıktı.

Adana ve Mersin’de HDP’ye yapılan bombalı saldırılar kuşkusuz şiddeti acımasızca tırmandırma amacı taşıyordu. Fakat farklı bir kategoride olmakla birlikte, seçim çalışmalarının başlamasından bu yana HDP’ye yapılan ilk saldırı bunlar değildi.

Kamuoyunca bilindiği gibi, seçim sürecinin resmi olarak başladığı 1 Şubat 2015 tarihinden bombalama eylemlerine kadar HDP’nin seçim çalışmalarına yönelik yaklaşık 60 farklı merkezde 120 saldırı gerçekleşti.[1] Saldırılar, HDP bina ve ofislerinin taşlanmasından kundaklanmasına ve silahla ateş edilmesine, parti üyelerinin darp edilmesinden bıçaklanmasına ve yer yer kalabalık grupların linç girişimlerine kadar farklı şiddet düzeylerinde seyretti.

Saldırılardan Doğrudan AKP mi Sorumlu?

Adana ve Mersin’de HDP binalarına yapılan bombalı eylemlerin ardından HDP Eş-başkanları saldırılardan AKP’yi sorumlu tutan açıklamalar yaptı. HDP liderliğinin gerek bombalı saldırılardan gerekse seçim çalışmalarını hedef alan daha önceki saldırılardan doğrudan AKP’yi sorumlu tutması doğru ve gerçekçi midir? Yoksa bu tutumu, yüzde 10 barajını aşmak için oy kazanmak amacıyla Erdoğan karşıtlığını merkeze alan seçim stratejinin bir devamı olarak mı değerlendirmek gerekir? Eğer ikinci seçenek geçerliyse, bu stratejinin seçim sonrasına dönük handikapları nelerdir?

Türkiye’de yaşayan her muhalif, Adana ve Mersin’deki bombalama eylemleri gibi “profesyonel” saldırıların Erdoğan/AKP gibi siyasi güç odaklarınca gerçekleştirilmeyeceğini, ayrıca isteseler bile böyle bir imkânlarının olmadığını bilir. Etnik çatışma yaratmaya ve seçimler öncesi potansiyel HDP seçmenlerini pasifize etmeye dönük bu tür katliam girişimleri, “derin devlet” dediğimiz, AKP’nin kontrolü dışındaki yapıların işidir.

AKP’nin, HDP’ye dönük diğer saldırılarda suç ortaklığı olduğu doğrudur. Çünkü parti örgütü basmak, kundaklamak, seçim çalışması yapan aktivistlere saldırmak gibi eylemler, normal kolluk güçleri devreye sokularak kolaylıkla önlenebilir. Erdoğan’ın ve AKP’nin önde gelenlerinin HDP’yi hedef gösterdikleri de doğrudur. Fakat sanırım şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Erdoğan’ın başkanlık projesi gündemde olmasaydı ve hatta AKP iktidarda olmasaydı da, HDP gibi bir partiye benzer saldırılar –hatta belki daha da şiddetlileri– yine yapılırdı.

Türkiye’nin yakın tarihini bilenler açısından sorunun derinliği ortadadır: Mevcut faşizan sisteme muhalif olan ve geniş bir örgütlülük oluşturmaya çalışan her toplumsal hareket, karşısında güvenlik güçlerinin tertiplediği provokasyonları ve bu provokasyonların kitle temeli olmaya dünden razı, Türk-İslam faşizmini içselleştirmiş geniş bir kitleyi bulacaktır. 

Dolayısıyla, HDP liderliğinin bizzat Erdoğan’ı (“seni başkan yaptırmayacağız”) ve ardından AKP’yi hedef alan seçim kampanyasının, çok daha kapsamlı bir demokrasi ve barış mücadelesinin gerekliliğini talileştirdiği rahatça söylenebilir.

“Seni başkan yaptırmayacağız” ifadesinde somutlaşan seçim kampanyasının, şimdiye kadar HDP ve öncellerine oy vermeyen Türkî kesimlerden (Türk Aleviler, CHP tabanı) oy almak, böylelikle barajı aşmak hedefi açısından “işe yarar” bir politika olduğu ileri sürülebilir.

HDP’nin barajı aşması, Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle kurmayı hedeflediği, toplumu Türk-İslamcı ideoloji ve klientalist rant ağları aracılığıyla “fethetme”yi amaçlayan vesayetçi sistemin önlenmesi açısından kuşkusuz son derece kritiktir. Başkanlık sisteminin rafa kalkması ve AKP’nin nispeten zayıf bir parlamento desteğiyle iktidar olması, siyasi alanda bir hegemonya boşluğu yaratır, AKP’nin çözülmesini hızlandırır ve böylelikle ülkenin Batı’sındaki “toplumsal muhalefete”, moda tabirle bir “nefes alma” alanı yaratır.

Bununla birlikte “nefes alınacak” bir alana kavuşmanın, kapsamlı bir demokrasi ve barış mücadelesiyle aynı şey olmadığının ne kadar farkındayız, bundan pek emin değilim. Bu noktada bir düşünce deneyi yapalım. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aştığını varsayalım. 8 Haziran günü karşımızda, çözüme kavuşturulmamış bütün temel sorunlarıyla birlikte yine aynı Türkiye olacak. Temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan anti-demokratik yasaları, 12 Eylül artığı anayasası, gün geçtikçe artan kadına dönük şiddeti, gerçek bir barış sürecine evrilmemiş, kırılgan bir çatışmasızlık durumu ve Kürt sorununda devletçi tezleri içselleştirmiş geniş toplumsal tabanıyla aynı Türkiye’ye uyanacağız. Bu Türkiye tablosunun, Erdoğan’ın başkanlık projesinin engellenmesi ve AKP iktidarının parlamento desteğinin zayıflatılması ya da AKP’nin (muhtemelen MHP ile) bir koalisyona zorlanmasıyla değişmeyeceği aşikâr olsa gerek.

Bu durumunun aşikâr olmasına karşın, ülkenin Batı’sında HDP etrafında kümelenen ve/veya HDP’yi destekleyen muhalif kesimlerden, seçim propagandasının ağırlıkla Erdoğan ve AKP karşıtlığına indirgenmesine itiraz gelmemesi ilgi çekicidir. Bu nedenle üzerinde durmaya değer.

Dolayısıyla, her ne kadar “seni başkan yaptırmayacağız” çizgisindeki seçim kampanyası söylemi HDP eş-başkanları ve yöneticileri tarafından üretilse de, Batı’daki muhalif kesimler arasında bu söylemin alıcısının epeyce fazla olduğu söylenebilir.

Taban Çalışması Yapmadan “Demokrasi Beklemek”

Bu tablo bana iki dönemi hatırlatıyor. Birincisi, 2002-2006/7 dönemi. Bu dönemin başlangıcında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik başvurusu kabul edilmişti ve demokratikleşme-özgürlük talepleri toplumda “AB rüzgârının” esmesine neden olmuştu. Türkiyeli muhaliler, kirli savaşın yürütüldüğü ve ağır insan hakları ihlallerinin gerçekleştirildiği 90 yıllardan epeyce yorgun çıkmışlardı. 2000’lerin başında AKP’nin de askeri vesayet karşısında AB yanlısı bir tutum alması, AB sürecinin motoru olacağı bir demokratikleşme beklentisi yarattı. Batı’daki toplumsal muhalefet bileşenleri, AB eliyle nihayet demokratik bir Türkiye’nin inşa edileceği ümidine sarılmış ve bir nevi rehavete kapılmışlardı.

2005’lere geldiğimizde ise Almanya-Fransa’nın ırkçı politikaları AB’ye egemen oldu ve Türkiye’nin ancak “özel statülü ortak” olabileceği açıkça ifade edildi. Yine Türkiye devletinin baskıcı yapısıyla baş başa kaldığımız yeni bir döneme girmiştik. 2005’te Türk Ceza Kanunu’nda (TCK), 2006’da ise Terörle Mücadele Yasası’nda (TMY) önemli değişiklikler yapıldı; “devlete karşı işlenen suçlar”ın kapsamı genişletildi ve cezalar ağırlaştırıldı. Hemen ardından Hrant Dink’in de içinde bulunduğu muhalif ve liberal aydınlara karşı, “Türklüğü aşağılamak” ve başka suçlardan peş peşe davalar açıldı. Bu dava bombardımanı karşısında, “AB konjonktüründe değil miydik?” düşüncesiyle hareket eden Türkiyeli muhalifler âdeta paralize oldular. Yargılanan yazarlarla dayanışma kampanyaları geliştirilemedi ve Hrant Dink’in katledilmesine doğru giden sürecin önüne geçilemedi.  

Benzerlik kurduğum ikinci dönem, Gezi İsyanı sonrasındaki forumlar süreci. Gezi İsyanı, AKP’nin seküler kesimleri Türk-İslam kuşatmasına alma çabasına karşı gerçekleşmişti. Bu yönüyle doğal olarak AKP ve Erdoğan karşıtıydı. Bununla birlikte, kentsel alanların rant sevdasıyla talana açılması başta olmak üzere birçok toplumsal soruna bir tepki olarak da gelişmişti. Gezi İsyanı, sonrasında oluşan forumlarda parlamento-dışı bir toplumsal harekete dönüşebilirdi. Maalesef böyle olmadı. Ağır basan eğilim, yerel sorunlar etrafında örgütlenen bir hareket yaratmak değil, AKP ve Erdoğan karşıtlığını korumak ve sürdürmek oldu. İstisnalar var olmakla birlikte, Gezi İsyanı’ndan geriye “bir gün mutlaka Erdoğan ve AKP’nin iktidardan düşeceği” ümidi kaldı.

Şimdi de barajı aşmaya ve Erdoğan’ın başkanlığını önlemeye kilitlenmiş durumdayız. HDP’yi destekleyen Türkiyeli muhalifler cephesinde yerellerde örgütlenmek ve tabandan bir değişim yaratmak gibi kuşatıcı bir proje hâlâ göremiyoruz. Böyle olunca, barajı aşmaya ve Erdoğan’ı “başkan yaptırmama” çizgisine fazlasıyla angaje bir ruh halinin, seçim sonrasında oluşabilecek yeni koşullar karşısında bocalamaya son derece yatkın olduğunu düşünüyorum.  

 

 

 

 

 

 

 

[1] HDP Hukuk Bürosu’nun verilerine göre, 16 Nisan’dan bu yana 56 merkezde saldırılar yapıldı. Bkz. http://www.diken.com.tr/yakip-yikiyor-diye-hedef-gosterilen-hdpye-son-bir-ayda-tam-56-merkezde-saldiri

Bağımsız Gazeteciler Platformu P24’ten Efe Kerem Sözeri 1 Şubat 2015’ten başlayarak ayrıntılı bir rapor oluşturdu. Sözeri’ye göre, bombalı saldırıların yapıldığı güne kadar HDP binalarına, seçim stantlarına ve seçim çalışması yürüten partililer ile gönüllülere çeşitli biçimlerde 120 saldırı gerçekleştirilmişti. Rapor için bkz.  https://docs.google.com/spreadsheets/d/1IpmmBV7KGolJvyvntUqW03-Xw7D35pZmdoXqIAljOFM/edit?pli=1#gid=0