Suriye savaşıyla birlikte Türkiye’ye yoğun bir mülteci akışının başladığını biliyoruz. Resmi olmayan rakamlar son 3 ayda Türkiye’ye giren mülteci sayısının 1 milyonun üzerinde olduğunu söylüyor. IŞID saldırılarının sınırımıza dayanmasıyla birlikte bu rakam arttı ve yerinden edilen insanların büyük çoğunluğu Türkiye’nin Doğu sınırındaki illere sığındı. Ortadoğu’daki savaşın ne zaman biteceği ve bu mülteci akışının daha ne kadar devam edeceği ise belli değil. Savaşın sonlandırılması konusunda görünen büyük resim ise çok çetrefilli, bölgesel ve uluslararası birçok belirleyeni var ve anlaşılan o ki çözümsüzlük tercih ediliyor. Ortadoğu’daki savaşın Türkiye’yi de içine aldığı çok açık ancak Türkiye toplumunda savaşın sonlandırılması ve ülke içinde yeni çatışmaların çıkmaması yönünde güçlü sesler duyulmadığı gibi mülteciler konusunda özellikle ülkenin batısında ciddi bir insani yabancılaşma var.  Türkiye’ye Türk ve Müslüman olmayan savaş mağdurları geliyor: Kürtler, Araplar, Ermeniler, Yezidiler, Süryaniler, vb. savaştan kaçıp buraya sığındılar. Ancak bu kimliklerin Türkiye yüksek siyasetinde çatışmalı kimlikler olması veya “yeterince kıymetli” kimlikler olarak görülmemesi, hükümetin kendini bölgeden çekmesine neden olduğu gibi toplumda bu konuyla ilgili haberleri önemsizleştiriyor veya sivil insanların vicdani basiretlerini bağlıyor. Belki de birçok yapı mülteci sorununu gündeme almanın ve yardım etmenin politik olarak doğruluğundan emin olmadıkları için harekete geçemiyor. Sivil toplumda garip bir idrak tutulması ve vicdan bölünmesi var. Öte yandan her hafta yeni girişlerin olduğu ve yeni kampların açılmaya çalışıldığı haberleri geliyor.

Ekim ayının 2. haftasında iki arkadaşımla Nilgün ve Fırat’la birlikte son dönemde mülteci girişinin çok yoğun yaşandığı Urfa’nın Suruç ilçesini ziyaret ettik. İstanbul’da bu tür zor dönemlerde yardım amaçlı bir araya gelebilen küçük bir grubumuz var ve sadece yardım göndermek yerine insanları dinlemek ve gerçek ihtiyaçların ne olduğunu öğrenmek için ziyaret etmeyi tercih ediyoruz. Kendim de Marmara depremi depremzedesi olduğum için uzaktan durum ve öncelikli ihtiyaç tahmin etmenin çoğu zaman yanıltıcı olduğunu biliyorum. Urfa’da tanıdıklarımızın olması bizim işimizi kolaylaştırdı ve onların mihmandarlığı ile Suruç’a 2 günlük bir ziyaret gerçekleştirdik.

Urfa merkez ve Suruç: İki farklı dünya

Suruç izlenimleri paylaşmadan Urfa ve Suruç arasındaki farkı yazmak istiyorum. Urfa merkez ile Suruç arası araçla yaklaşık 30 dakika sürüyor ancak Urfa merkezde, sanki yanı başında 50 bin kişilik bir mülteci kampı ve sınır kapısında patlayan bombalar yokmuş gibi hayat devam ediyor. Bizim için bu fark Suruç’tan Urfa’ya döndüğümüzde daha çarpıcı bir hal aldı. Urfa merkezde olağanüstü bir durum olduğunun tek göstergesi merkeze park etmiş iki heybetli UN (Birleşmiş Milletler) arabasıydı. Çelik zırhlı, dev gibi arabalar. Biz Suruç’tan  dönünce muhtemelen biraz da çıldırmış bir modda, “şu UN arabalarını çalıp satalım, UN’in kendisinden daha fazla hayrı dokunur” diye söylendik. Suruç’ta da otoyolda bu arabalardan bir tane gördük ancak UN’den somut bir yardım yapıldığına dair herhangi bir veri alamadık. Suruç’tan döndükten sonra bir taksiye bindik, bizim Suruç’tan döndüğümüz saatlerde eski Suruç  belediye başkanı ve oğlu öldürülmüş. Şoför Bey’den yorum almak için konuyu açtık, anında yüzü değişti ve “biz onlardan ayrıyız, işimiz olmaz o tarafla, kesinkes” dedi ve sustuk. Ayrıca çarşıda esnaftan alışveriş yaparken, birkaç tanesine Suruç’a geldiğimizi söylediğimizde, bize dönük tavırlar anında değişti ve mesafe konuldu. Urfa civarında çok sayıda mülteci olmasına rağmen soruna böyle bakan bir kesim var demek ki.

IŞID’ın yaptığı dine, insanlığa yakışmaz

Biz oraya gittiğimiz günlerde Suruç sakindi. Mihmandarımız bizi sınır boyuna, güvenli olduğunu söylediği yerlere götürüp Kobané tarafını gösterdi, ortalık pek kalabalık değildi, insanlar taşların üzerine oturmuş, birkaç kişi ellerinde dürbünlerle, Kobané tarafını gözlüyorlardı. Biz oradayken IŞID 3 kapıyı bombaladı, Kobané’den girişler olmasın diye kapılara yükleniyorlarmış birkaç gündür. Gündüzleri sakinmiş ama geceleri IŞID militanlarının girişini engellemek için Suruç’takiler nöbet tutuyorlarmış, “yoksa işimiz çok zor olur”, “buradaki insanlar olmasa Kobané şimdiye kadar çoktan düşmüştü” diyorlar. IŞID içinde Avrupa’dan gelen çok sayıda militanın olduğunu söylediler. Geçen gün bir Fransız boksör yakalanmış. 5 gencin bu boksörü pes ettirene kadar ne kadar dayak yediğini eğlenerek anlattılar. Kobané tarafına bakan bu yerlerden birinde, mısır tarlalarının yanında iki Suruçlu kadınla tanıştık, onlar da Kobané’ye bakmak için gelmişler. “Mesele savaş meselesi değil, bunlar namusumuza saldırıyorlar” dediler. Bir önceki gece 4 kızın cenazesi gelmiş, IŞID militanları cesetlere çok kötü davranmış, bir kızın kafasını kesip öyle göndermişler. Güzel buldukları kızları, şimdi Allah katında nikâhıma geçtin diye kendilerine alıyorlar, çirkin dediklerini de pazarda satıyorlarmış. Uzun uzun beddua ettiler, “dine, insanlığa yakışmaz” dediler, sonra zaten uzun süre ağladılar. Yaşlılarla karşılaştık, Gezi’deki çocukların neden gelmediğini sordular, 45 kişinin öldüğünü, hepsinin de gezideki çocuklar gibi genç olduğunu söylediler.

Sadece Suruç’ta 50 bin mülteci var, çoğunluğu kadın ve çocuk

Sınır boyundan Suruç’ a geri döndüğümüzde Belediye’ye uğrayarak öncelikle Suruç’taki kamplarla ilgili genel bilgiler aldık. Suruç’a Kobané’den giriş yapan mültecilerin büyük çoğunluğu Kürt. Aslında Suruç ve Kobané, bir sınır çizgisiyle ayrılmasına rağmen, aslında tek bir bölge olarak görülüyor, çünkü akrabalıklar çok. Hemen hemen her ailenin sınırın öte yanında yakın akrabaları var. Bu sayede mültecilerin çoğu ilçelerde akrabaların yanına yerleşebilmiş. Şu an Suruç’ta çadırda ve açılan boş yerlerde kalan 50 bin mülteci var. Genelde yeni doğum yapan ve çok çocuklu kadınlar geçiş yaparken diğerleri IŞID’la savaşmak için Kobané’de kalmışlar. Kamplardaki kadın ve çocuk sayısı çok fazla. Suruç sokakları çocuk dolu. Belediye şimdiye kadar 1000 kişilik çadır kent kurmuş. Biz oradayken 600-700 kişilik yeni bir çadır kent açıyorlardı. Ancak şu an açıkta kalmış kimse yok; düğün salonları, spor salonları, boş iş yerleri, yeni inşaatlar, aile yanları ve camilere yerleştirilmişler. AFAD’ın bir çadır kenti varmış. Burada 4500 kişi kalıyormuş. Genelde demokrat çevrelerden yardım geldiğini, CHP’nin 2 tır gönderdiğini söylediler. Devlet ise “söylüyor ancak bir şey yapmıyor” diyorlar. Güney Kürdistan parlamentosu 230 çadır ve 600 battaniye göndermiş. Bu arada sınırda, mayınlı tarlada bekleyen 5-6 bin Kobané’li var, durum biraz sakinleyince Kobané’ye geri dönmeyi bekliyorlar.

Kobané bölgesindeki çatışmadan kaçan Ermeniler önce Halep’e gitmiş ancak orada da tutunamayınca Lübnan ve Ürdün tarafına geçmişler. Gelen Süryaniler ise Mardin, Viranşehir, Midyat bölgesine akrabaların yanına yerleştirilmişler. IŞID üyelerinin ise direkt hastanelere alınıp orada tutulduklarını söylediler. Türkiye’nin yaralıların sınırdan Türkiye tarafına geçmesine izin vermemesinin önemli bir sorun olduğunu, bu nedenle birkaç gün önce 10-12 kişinin kan kaybından öldüğünü söylediler.

Koruyucu hekimlik devreye girmeli, temel ihtiyaç gıda

Daha sonra Suruç Devlet Hastanesine gittik. İlaç ihtiyacı olup olmadığını öğrenmek için doktorlardan bilgi aldık. Doktorlar şu an iki çeşit işlem yapıyor: Gelen hastalara bakıyor ve mültecilere kaldıkları yerlerde ayakta tedavi uyguluyorlar. İlaç konusunda sıkıntı yaşamadıklarını, tedarik edebildiklerini belirttiler. Ancak koruyucu hekimliğin biran önce devreye girmesi gerektiğini ve bu noktada temel ihtiyacın gıda olduğunu söylediler. Basit hastalıkları tedavi edebiliriz, ayaklarında ayakkabı olmazsa yaşamsal bir tehlike olmaz ancak aç kalırlarsa ölürler dediler. Çocukların korunma sorunları, Berlin’deki Kürt doktorlardan gelen yardım sayesinde biraz hafiflemiş. Mevcut aşevleri yeterli değil; şimdilik sadece 15 bin kişiye öğün çıkabiliyor ancak yukarıda belirttiğim boş alana ve aile yanlarına yerleştirilenlere de yiyecek temin etmek gerekiyor. 50 bin kişinin beslenmesinin ve buna uygun bir sistem kurulmasının en önemli sorun olduğu söylendi.

Depoda ve yiyecek dağıtımında işgücüne ihtiyaç var

Hastaneden bir doktorla birlikte depoya geçtik. Depo sorumlusuyla görüşerek bilgi aldık. Bu depo Siverek, Bozova, Halfeti ve Birecik ilçelerinin ihtiyaçlarını karşılıyor. Çok büyük ve dolu bir depoydu ama 50 bin kişi söz konusu olunca bu miktar 2 günde eriyormuş. Depo’da yardım gönderme konusunda Van depremindekine çok benzer bir sorunla karşılaştık. Yardımlar tasnif edilmeden gönderildiği için çok yoğun bir işgücü, gelen paketleri ayrıştırmaya gidiyor. Yardımlar tek bir koli olarak gönderilse bile, ayrı ayrı poşetlenip üzerine içerik yazılmalı.  Özellikle eski 2. el giyecek gönderilmemeli, şehre gereksiz çöp gönderilmiş oluyor. Depolarda tasnif ve dağıtım işlemi için gönüllülere ihtiyaç var. Mültecilere kart dağıtılmış, yerli halk da yoksul olmasına rağmen yardım alamıyor. Karta göre evlere veya yerleşim yerlerine dağıtım yapılıyor. Şu an ve her zaman en temel eksik bebek maması. Mültecilerin çoğu yeni anne ve çocuk. Bebek mamalarının 1, 2, 3 ve 4’üne ve süte çok ihtiyaç var. Ama teneke kutuda olmaması gerekiyor. Birkaç gündür kalmamış, çok zorluk yaşıyorlarmış.

Suruç’un altyapısı 180 bin kişiyi kaldırmıyor. Su, elektrik, kanalizasyon yok

Biz oradayken 1 çadır kente, 300 çadır kapasiteli Rojava çadır kentine gidebildik. Suruç’un su, elektrik ve kanalizasyon altyapısı kendi nüfusu olan 50 bin kişiyi kaldırabilecek şekilde yapılmış, ancak şimdi nüfus 180 bine çıkınca haliyle sistem iflas ediyor. Biz oradayken çadır kente foseptik çukurları açmaya çalışıyorlardı, elektrik ve su henüz bağlanamamıştı, ne zaman bağlanabileceği belli değildi ve çocuklar kovalarla su taşıyorlardı. Suruç Belediyesi elinden geleni yapmaya çalışıyor fakat kaynakları yetersiz kalıyor, pek çok konuda yalnız bırakılmış. Diyarbakır belediyesinden yardım bekleniyor ancak bu belediyenin de ciddi kaynak sorunu var, çünkü Diyarbakır ve civarında da Şengalli mülteciler var ve yetişilemiyor.  Suruç’un dümdüz bir coğrafyası olduğu için en ufak bir yağmurda bile çadırları su basıyor. Lübnanlı bir iş adamı çadır altlarına panel ve lavabo sistemi kurduruyormuş. Şu ana kadar 300 çadır olan kentte, 40 çadırın altına panel konulabilmiş durumda. Buradakiler de bebek mamasının çok eksikliğini çektiklerini söylediler.

Biz Urfa’ya gitmeden önce çevremizden ihtiyaçlara ve mülteci kamplarına dönük birçok öneri toplamıştık, bunlar arasında ilaç, giysi, gıda, vb. gibi yardımların yanı sıra çeşitli atölyeler ve savaş travmasına dönük psikolojik tedavi işlevi görecek faaliyetler yer alıyordu. İnsanların elbette uzun vadeli travmaları olabilir ancak felaketlere bazen uzaktan şiddetli duygular ve acil ihtiyaçlar atfedilebiliyor. Açıkçası Suruç’tan döndükten sonra vicdani tutulma anlamında Batıdakilerin daha travmatik olduğunu düşündüm. Biz Suruç’ta genelde sakin bir ruh hali gördük, insanlar kayıpları nedeniyle yaslarını tutuyorlar, trajik olayları espri katarak anlatıyor ve hemen hemen herkes çalışıyor çünkü yapılacak çok iş var. Çadırlar kuruluyor, yiyecek dağıtılıyor, insanlar yerleştiriliyor, vb. Bunların hepsi için yardıma ihtiyaç var, mevcut işgücü ve bölgedeki kaynaklar yetmiyor.

Soruna kesin çözüm: Savaşa karşı çıkmalıyız

Şu an ABD ve Avrupa ülkeleri felaketi seyrediyor. Öyle görünüyor ki ABD Irak deneyiminden sonra Ortadoğu’da uzaktan “civilization” oynamaktan memnun, Avrupa ülkeleri ise IŞID vesilesiyle ülkelerindeki fundementalist İslamcılardan kurtulma sevinci içindeler herhalde. Türkiye hükümetinin ise Ortadoğu politikası tamamen iflas etmiş görünüyor ancak buna rağmen çok riskli bir yol tercih ediyor ve ülke içinde yine çatışma ortamını kışkırtacak bir söylem tutturuyor. Maalesef yine cenazeler gelmeye başladı.

Öncelikle savaşın biran önce bitmesini talep etmeliyiz, savaşın geride bıraktığı bu sorunlar için ise savaştan kaçanların hangi milletten ve dinden olduğuna bakmadan Türkiye’deki resmi kurumları ve sivil toplum örgütlerini sorumluluk almaya ve uluslararası yardım kuruluşlarını varoluşlarının gereklerini yerine getirmeye davet etmeliyiz. Kişisel yardımlar çok önemli ancak sadece bu yardımlarla soruna kalıcı çözüm getirilemeyeceği çok açık.

Savaşın ne zaman sona ereceği belli değil, bölgede sadece mültecilerin değil o bölgedeki insanların da yükünü ağırlaştıran, yaşam koşullarını zorlaştıran bir kaos söz konusu. Yaklaşan kış mevsiminde aç ve açıkta kalan binlerce kadın, çocuk ve yaşlı var. Bu aynı zamanda Türkiye ekonomisinden pay alacak 1 milyon kişi daha demek. Türkiye’nin batısına geçen mültecilerin taşeron şirketler tarafından karın tokluğuna çalıştırıldığını ve birçoğunun suç örgütlenmeleri tarafından istihdam edilmeye başlandığını biliyoruz. İstanbul’da Suriyeli dilencilerin rayicinin çok yüksek olduğu konuşulmaya başlandı bile.